22
Mayıs
2024
Çarşamba
KÜLTÜR/SANAT

Resmin mimarı Willikens

‘Resmin Mimarı’ olarak bilinen ünlü Alman ressam Ben Willikens’in sergisi 1 Haziran – 31 Temmuz tarihleri arasında Galeri Artist’te.

Willikens, resimsel öğelerle, yani ışık, gölge, desen, boya, ton, figür, alan, mekan yorumlarıyla resmin mimarisini oluştururken izleyicisini, resim sanatının o kendine özgü büyüsü içine çekiyor ve oluşturduğu metafizik ortamda tutuyor…İzliyor, izliyorsunuz, sanki parlak ışığa takılıp hareketsiz kalmış bir varlık gibi…

Willikens; Stuttgart’da, Floransa’da, Roma’da ve sonra Pforzheim, Braunschweig, Stuttgart ve Münih’de onlarca yıllık çalışmalarında modern’in kurallarına hep kafa tuttu ve giderek kendi perspektif ve ışık değerlerine sadık kalarak, sanki olağanüstü mekan, alan ve ışıma kurgulamalarıyla kendi görsel şölenlerini yapmacıksız ve yalın bir biçimde gerçekleştirdi.

Boşluğun çözümü

Willikens kendi sanatını şöyle ifade ediyor: “Düz alan üzerinde bir mekânın oluşturulması olgusu modern’de artık terkedilmişti. Ancak ben sanatta konstruktivisttim, ama yaşamsal algılamalarımda içimde yorumlayamadığım bir boşluğun varlığını hissediyordum ve bunu sanatıma yansıtamadığımı düşünüyordum. 1970’lerde, boş mekan tasarımlamalarımda ve bu mekanı resimsel olarak kurgularken, aniden sözünü ettiğim “yorumlayamadığım boşluk”u çözdüğümü hissettim. “Yokluğun Tiyatrosu” diye tanımlayabileceğim bu çözümde, mekândaki boşluğu “orada hazır bulunmayanların” anılarının, izlerinin doldurabileceğini düşündüm.”

Ve “Yokluğun Tiyatrosu” (Il teatro dell’ assenza) konusu ile ilk tanıştığı yıllarda Willikens 1970’de Floransa’da “Villa-Romana” ödülünü kazandı. Daha sonra 1972’de Roma’da “Villa-Massimo”, 1983’de Stuttgart’da “Hans Molfenter” ödüllerini aldı.

Willikens’in sanatında elde ettiği başarıda önemli payı ve yeri olan resimsel bir olguya özellikle değinmek ve bu olguyu vurgulamak gerekecektir. Sanatçının yapıtlarını izlerken, iç içe geçen mekânsal labirentler biçimindeki düzenlemeleri, dikkat ettiğimizde, ışık yardımıyla birbirleriyle sanki görünmez bir el aracılığıyla ilintilendirdiğini gözlemleriz. Willikens burada olağanüstü bir başarıya ulaşıyor. Sanatçının bu noktada, artık klasik bir empresyonist, ışık yorumundan çok, sürrealizm çağrıştıran, fantastik vurgulamalar yapan ve bir ”ışık”tan çok bir “ışıma”yı andıran alan tonlamaları yaptığını izleyenler ayırt edeceklerdir.

Sözünü ettiğimiz bu ışıma, yalnız ve anonim ve herhangi bir yer ve her yer olabilecek şekilde algılanabilecek biçimde kurgulanan metafizik mekanlarda ifadesini ya da yansımasını bulduğunda, izleyenlerini elinden tutup başkaca boyutlara çekiyor, götürüyor.

Öylesine ki, sanki kurgulanan mekanın size sunduğu boyuttaki frekanslarda, siz de titreştiğinizi duyumsuyor ve içeri çekilerek bu değişik ortamı ve duyarlılığı paylaşıyor oluyorsunuz… ve Willikens’in yorum gücünü bir kez daha takdir ediyorsunuz.

Willikens üzerinde bu denli derinleştikten sonra ister istemez kendisinin ve sanatının bilinçaltı boyutlarına daha güçlü ve ayrıntılı yaklaşma gereği ortaya çıkmaktadır. Çünkü tuval ve başkaca malzemeler üzerinde bize sunduğu nesnel estetiğin altında yatanları anlayabildiğimizde, sanatçının yapıtlarını daha derinden algılayabilme ve onlarla daha çok bütünleşebilme olanağını bulabileceğiz.

Boş mekân yaratma arzusu…

1939’da doğduktan dört yıl sonra 1943’de Leipzig’de bombardımanı yaşadı. Taş taş üstüne kalmayan kentteki anılar derin izler bıraktı yaşamında. “Ben o yüzden Caspar David Friedrich gibi mekanlar resmedemem, bir yerde uzun süre kalamam. Bu yüzden boş mekanları yaratırım, kendi öykülerini anlatsınlar diye…” diyor bir konuşmasında.

1970’li yıllara kadar daha çok kaderci. Mekanlar bu nedenle kapalı. Birey kaderini etkileyemez… Takıntıları devam ediyor Willikens’in… “Daha sonra Rönesans ile tanıştım” diyor.

Floransa ve Roma’da yaşadığı yıllar onun mekân kurgusunu değişikliğe uğratıyor. “Yerler” serisindeki guajlar ve akriliklerde izlediğimiz “küçük kara kapı” vurgulamaları onun, bireyin yaşamının kapalı fatalist kurgusundan çıkışlar, kaçışlar yaşayabileceğini simgeleyen “ümit kapı”ları olarak düşünülmüşler. Willikens artık mekanlarının hapishaneleri çağrıştırdığı duygusundan giderek uzaklaşıyor. 70’li yıllarını cendere gibi sıkmış olan existensiyalizm, Kafkasal olgular artık kendini etkilemiyor. Mekânlar geçişkenlik ve ışık kazanıyor. Kahve fallarında söylendiği gibi, ”feraha çıkıyor.” Artık Rönesans’ın aydınlık insanına dönüşmüş sanatçı en büyük ve ses getiren yapıtını 1976’da başlayıp 1979’da tamamlıyor. 300 x 600 cm.lik “Son Akşam Yemeği”nde Willikens 2000 yıllık bir olguyu çağdaş bir görüşle ve kendine özgü mekansal bir yorumla verirken, sanki Leonardo da Vinci’yi de 20. yüzyıla taşıyor.

“Son Akşam Yemeği”nin kazandığı başarı Willikens’i, onu izleyen iki projeyi daha hayata geçirmekte yüreklendirdi. Bu kez, önce Andrea del Sarto’nun “Akşam Yemeği”ni ve sonra da Bartholomaeus Bruyn the Elder’in “İki Altar-mihrap Kanadı” adlı yapıtlarını yeniden yorumladı.

Zaman geçiyordu ve Willikens “Modern Mekanlar” serisine başlıyordu artık. 80’li yıllar ve sonrasının mekan yorumları bundan böyle nörotik ve karamsar kurgulamalar değil, açık, ferah, realist nitelik gösteren mekansal geçişkenliklerini vurgulayan, metafizik estetiği yakaladığı aydınlık ve yumuşak yapıtlardı.

Zamansızlık duygusu

Willikens’in yapıtlarında özellikle irdelenmesi gereken bir olgu da zaman olgusudur. Zaman-mekan kavramı öteden beri bir arada düşünüle gelen ve ilintilendirilen bir ikilidir ve burada da irdelenmesi gerekecektir. Sanatçı diyor ki, “Kanımca ben bir tür zamansızlık duygusuna sahibim. Resimlerimde geçmişi geleceğe aktarabildiğimde ve böylece zamanı kaybettirdiğimde, mutluluk duyuyorum. Resmettiğim mekanlar kendi zamanlarını kendileri yaratıyor, bugün, yarın, şimdi, her neyse…”

Willikens, her halde zamansal geçmişi anılarında yaşatırken ve de belleğinde taşırken, bir boyunduruk altında kalmışlığı ve bu olgudan kurtulup gelecek zamana geçişin özlemini düşlüyor. Bu geçişkenliği sağladığında da zaman boyutunu nötr kılabiliyor. Böylece de mekanlar arası geçişkenlikler vazgeçilmez oluyor, zamanı aşmayı amaçlarken. Ve O, bu olguyu perspektif ve ışıma öğelerini üstün bir estetik anlayışta bütünleştirerek çözüme ulaştırıyor.

Ben Willikens’i izlerken içinizi mutluluk, ferahlık,hafiflik ve bir metafizik büyü dolduruyor. Zamanlar ötesine geçiyorsunuz gibi, ama gene oralarda bir yerdesiniz. Varsınız ve mekanlar arasısınız…



kenthaber
Yayın Tarihi : 20 Mayıs 2007 Pazar 15:46:35


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?