22
Mayıs
2024
Çarşamba
KÜLTÜR/SANAT

Şair Nigâr Hanım'la birlikte...

Şair Nigâr, yaşamını dile getiren yirmi defter ‘doldurmuş’. Ölümünden elli yıl sonra açılması ricasıyla, bu hatıraları saklayan yazı çekmecesi Âşiyan Müzesi’ne emanet edilmiş. Şairin oğlu S. K. Nigâr veriyor bu bilgileri. 1918’de ölen Nigâr Hanım, yazarlarının edebî miraslarına saygılı bir ülkede yaşasaydı, defterler 1968’de elbette sunulurdu okura.
Concordia’ya şöyle bir uğramaya ne dersiniz? Kesme camlı kapısı açıldıkça, sokağa dumanla karışık boğuk kadın sesleri üşüşen, hep gürültülü, hep patırtılı, keman sesleri biraz çatlak bu çalgılı kahve-gazino-bahçe, hatta gizli kumar salonuyla bu mekân, hatıralarınızı mutlaka yoracaktır. Belki Aşk-ı Memnu’dan hatırlıyorsunuz: Behlûl oraya sık giderdi. Kitti’yle orada tanıştı ve Bihter’in karasevdasını orada unuttu...

Concordia, tıpkı Lüksemburg, Kristal Palas, Central ya da Royal gibi, Beyoğlu’nun en ünlü eğlence yerlerinden biridir. Daha on dokuzuncu yüzyılın sonunda bütün bir ‘alafranga’yı estirir. Kafe-konserin belli başlı şarkıcıları arasında Alman ve Fransız sanatkârlar bulunuyor. En içli aşk “neşide”lerini, o, biraz çatlak keman gıygıyı eşliğinde okuyorlar.

Türk hanımların Concordia’dan içeriye baş uzatmaları henüz yasak. Fakat onların da herhalde dedektifleri var. İşte, camlı kapıdan içeriye girince, şaşırarak görüyoruz ki, Şair Nigâr Hanım’ın eşi İhsan Bey Concordia salonlarında. Üstelik yanında genç ve çok güzel bir aktris! Galiba Fransız bir hanım.

İhsan Bey’in kumara düşkünlüğü herkesçe biliniyor. Önce aktris sevgilisiyle aperatif alınıyor, sonra kumar oynanan ruletli salona geçiliyor.

Devrinin en etkileyici kadınlarından biri olan Şair Nigâr Hanım ise aynı anda güncesine şu satırları yazmakta:

“Yarabbi! Bugünlerde çektiğim acıları anlatmak kabil midir? Bütün hislerimi, emellerimi kendisine hasrettiğim İhsan’ın beni yeniden böyle terk edivermesi yüreğimde öyle yaralar açtı ki, acılarıyla bir anda bin kere ölüyorum sandım.

Bu çektiklerimden kendisine bahsettiğim sıradaysa, ‘Şimdiye kadar başkalarının arzusuna hizmet ettim; bundan sonra dilediğim gibi yaşayacağım’ sözleriyle mukabele etmesi, kırk yaşına varmış olmasına rağmen, o eski sefahat âlemlerinden, içki, kadın, kumar düşkünlüklerinden hâlâ kurtulamadığını, bu yüzden başına gelen türlü belâlardan ibret almadığını açıkça gösterdi.”

Yukarıdaki satırlar, Hayatımın Hikâyesi’nden. Yıllar önceydi, Hayatımın Hikâyesi’ni edinmiştim. Yazan: Nigâr Binti Osman. İç kapakta bir ithaf: “Çok kıymetli yalı komşumuz, arkadaşımız, dostumuz Abdülhak Şinasi Hisar’a sevgi ve saygılarımla.” Mürekkepli kalemle yazılmış. İmza: S. K. Nigâr. Tarih: 6. 4. ‘59. (Hisar’ın, ölümden sonra dağılıp gitmiş kitaplığından…)

Önsözden öğrendiğimize göre, Şair Nigâr, yaşamını dile getiren yirmi defter “doldurmuş”. “Ölümünden elli yıl sonra açılması ricasıyla, bu hatıraları saklayan yazı çekmecesi Âşiyan Müzesi’ne emanet” edilmiş. Şairin oğlu S. K. Nigâr veriyor bu bilgileri. 1918’de ölen Nigâr Hanım, yazarlarının edebî miraslarına saygılı bir ülkede yaşasaydı, defterler 1968’de elbette sunulurdu okura.

Bugüne kadar o anıların yayımlanmasını bekledim. Günü gününe tutulmuş yazıklanışlar, iç döküşler, ömrün sonuna rastlayan ödeşmeler yayımlanmadı. Hayatımın Hikâyesi söz konusu yazılardan bir seçmedir. On dokuzuncu yüzyılın sonu, yirminci yüzyılın başı zaman dilimi olarak karşımıza çıkar. Aydın bir Osmanlı kadınının, üstelik bir şairin, birinci elden tanıklığı. Aynı zamanda o dönemdeki ‘İstanbul hayatı’ için eşsiz belge.

Mutsuz evlilik, Ada, çocuklar, platonik ilgiler -’aşk’ sözcüğünü özellikle kullanmadım-, Prens “Viktor Emanuel”, geçen zaman, Abdülhamid’in tahttan indirilişi, çöken imparatorluk, savaşlar, saray çevresi, art arda gelen toplumsal ve kişisel yıkımlar… Şair Nigâr Hanım bütün içtenliğiyle anlatır.

Ruşen Eşref Ünaydın’ın tanınmış şairleri, yazarları konuşturduğu çok sevimli kitabı Diyorlar ki’de, Nigâr Hanım artık yaşlılık günlerinde karşımıza çıkar. Her şeyden, ama her şeyden yakınmaktadır. O kadar ki, uzayıp giden yakınmalar, genç Ruşen Eşref’in bıyık altın gülmesine yol açmış gibidir.

Oysa Hayatımın Hikâyesi’nde Şair Nigâr’ın son yazısı enikonu acıklı:

“Gündüz arayanlar olmuşsa da her yer ve her şey gibi kapımın çıngırağı da kırık olduğu için işitmedim.

Dün gece, nöbetlerle titrerken, babamın bana yirmi yıl önce hediye ettiği bir yatak mangalını hatırladım ve ancak onunla ısınabildim. Babacığımın aziz ruhunu bu vesileyle bir kere daha takdis ettim.”

Nazan Bekiroğlu 1990’larda Şair Nigâr Hanım’ın şiirini ve güncesini irdeleyen eserini yayımlamıştı. Hâlâ tek kaynak. Bekiroğlu, Şair Nigâr’ın defterlerinden -defterlerin asıl sayısı on dokuz; bazı defterler yok; yazardan öğreniyoruz- yola çıkarak bir yaşam öyküsü örüyordu. Romancı inceliğiyle kaleme getirilmiş bu yaşam öyküsü, döneminin ünlü şairi Nigâr Hanım’ın hangi iç huzursuzluklar, gönül kırıklıkları, baskılı yaşama koşulları içinde ömür tükettiğini gözler önüne seriyordu. (Meraklısı için belirteyim: Kitap, İletişim Yayınları’nın verimiydi.)

Defterler, günceler, Nazan Bekiroğlu’na şunları yazdırtmış:

“Nigâr Hanım’ın iç konuşması ve duaları uzar satırlar boyunca. Ve gözyaşları harflerini ıslatır ve dağıtırken ihtimal ki bütün bunları yıllar sonra birilerinin okuyacağını düşünerek teselli bulmaktadır.”

Değerbilmezlikten kurtulduğumuz gün, Şair Nigâr’ın defterleri bir kitapta toplanacak. Onlarca yıldır umudumu kaybetmedim…

Abdülhak Şinasi Hisar, Boğaziçi Yalıları’nın en güzel sahnesini Şair Nigâr Hanım için yazmıştır. Diyebilirim ki, edebiyatımızda, hiçbir yazar geçip giden güzellik, güzel bir kadının yitirmek üzere olduğu gençliği karşısında böylesine derin, böylesine içten bir üzüntü duymamıştır. Bir aşk sayfası, bir ağıt.

Şair Nigâr Hanım, yeniyetmelik çağındaki Abdülhak Şinasi’yle kayıktan iner; ona herhangi bir kitap verecektir. Yalının üst katındaki odaya çıkılır. Abdülhak Şinasi yalnızca ergenlik dönemlerinde rastlanılan imkânsız aşk duyarlığıyla suskun, içe dönük, belki de ezgindir. Nigâr Hanım önce aynanın karşısına geçer, yaşmağını çıkarır. Lambalar henüz yakılmamış. Boğaziçi’nin günbatımında bütün renkler daha alaca, solmaya daha yakın, eşya keskin çizgisini yitirmiş, seçilemez olmuş.

Nigâr Hanım da suskunluğu yeğler. Yaşmağının ardından hotozunu, iğnelerini çıkarır; saçının süslerini bozar. O, derinleşen sessizlikte, daima ayna karşısındadır. Hep kendine bakar. Bize bu ‘an’ı anlatan ergen çocuk sanki unutulmuştur. Sular koyulaşır, günbatımı gitgide kızıllığını siler. Aynanın yansıttıklarına da bir solmuşluk katılır.

Güzelliği zenginleştiren her şeyden, bütün süslerden arınmak isteyen Nigâr Hanım, Abdülhak Şinasi’de hayatın fâniliği konusunda yürek burkucu izler bırakır. Çocuk, “ancak hayal ile” hissederken, kendi geleceğinin tek tük mutluluklarına ve hep çoğalacak yoksunluklarına birdenbire bir bilinç ışımasında ulaşır. Artık aşka ve hayata adanmış güzellikler, yaprak dökümlerinde, sonbaharın çürüyen her şeyinde sönerek, yokluğa karışarak kaybolur: “Boğaz’ın bütün suları ruhumun içinden geçiyor, ademe (yok oluş) doğru kayıyor ve ben onları tutamıyordum.”

Sonra, ayna biraz daha gölgelere boğuldukça, süsler biraz daha bozuldukça, günbatımı biraz daha koyulaştıkça Nigâr Hanım da âdeta lâhûdî, ölümler aşkında özlenebilecek bir güzellik kuşanır. Yalnızca beyaz elleri belgin, bir hülya kadını, dağılan bir evrenin perisi olup çıkmıştır. Hep susmaktadır. İhtimal, edebiyat tutkunu yeniyetme çocuğa vereceği “nafile kitap” da aklından çıkmıştır. Beyaz eller, yorgun argın, yalnızca boş süsleri, geçen modaların aksesuarlarını, yapma çiçekleri, iğneleri, mücevherleri değil; bir yandan da, belli bir zaman dilimini, seçkin bir muhiti, ölen duyguları, insan sıcaklığının uçuculuğunu, manzaranın kendisini, kısacası hayatı, hırpalaya hırpalaya, bir köşeye bırakır, hırpalayışından tuhaf bir arzu hisseder…

“Hatta” diyor Abdülhak Şinasi, “elbette Boğaz ve akşam bile, böyle ihtişam ile yaşadıkları bir gün, bütün güzellikleriyle bir daha dirilmemek üzere can verip geçeceklerdi.”

Zaman
Yayın Tarihi : 15 Aralık 2007 Cumartesi 17:51:39


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?