Tarih şahit olsun ki… Prof. Dr. Ali Birinci, makalesinde çok ünlü tarihçileri, tarihçilik ahlâkına uymamakla hatta ‘intihal’ yapmakla suçluyor.
Tarihçiler hep tarihi tartışacak değil ya, bu sefer tartışma konusu tarihçilerin bizatihi kendileri. Prof. Dr. Ali Birinci’nin, Muhafazakâr Düşünce Dergisi’nin Tarih özel sayısında (7. sayı) “Tarihçilikte Meslek Ahlâkı veya Ahlâksızlığın Tarihçiği Meselesi” başlığı altında Türkiye’de yaşanan intihal olaylarını kaleme almasıyla başladı bu tartışma.
İlmî usûlsüzlük ve ahlâksızlıkla ilgili teorik bilgiler içeren makaleyi tartışılır kılan husus, yazının ahlâk tanımı ile sınırlı olmaması. Hayli sert bir üslupla isimler vererek ‘intihal örnekleri’ni sıralaması, bu isimlerin tarihe meraklı herkesçe bilinen, hatta sevilen isimler olması yeni bir tartışmanın doğmasını kaçınılmaz kılıyor. İlgili makale daha yayım aşamasında ihtilaf konusu olur. Derginin yayın kurulunda ‘yayımlanıp yayımlanmaması’ tartışılır, bu sırada akademik çevrelerden yazının yayımlanmasının mahzurları konusunda tavsiyeler gelir. Aslında bu çekinceler boşuna değil; hem yazının tashih aşamasından önceki ilk hali bir hayli sert üslup içermekte, hem de isimler sorun oluşturmaktadır. “Bu yazıyı yayımladığım zaman bir kısım meslektaşlar hatta bazıları kadim dostum olan insanlar, ‘yani haklısın ama keşke yazmasaydın; hocamızdır, ağabeyimizdir, rahmetlidir, hizmeti büyüktür, biz onun eserlerini okuyarak büyüdük, milletimizi, tarihimizi sevdik’ filan gibi gerekçelerle karşıma çıktı, bunları açıkça söylediler. Bu tepkiler arasında şu yazdığın yanlıştır diyen henüz çıkmadı.” diyor Ali Birinci. Muhafazakâr Düşünce Dergisi Yayın Yönetmeni Serhat Buhari Baytekin yayın öncesi yazının çok sert oluşu ve üslubu nedeniyle tartışıldığını aktarıyor bize.
HER ŞEY YILMAZ ÖZTUNA’YLA BAŞLADI
Ali Birinci ne yazmıştı da bu kadar tartışmaya yol açmıştı? Yazıda en geniş yer ayrılan ve açık intihal suçlamasına muhatap olan kişi Yılmaz Öztuna. “İntihalcilerin önderi Yılmaz Öztuna” diye nitelediği ünlü tarihçinin, yazdığı tuğla kalındığındaki kitapları hiçbir şekilde kaynak göstermediği, el emeği göz nuru tarihçilik çalışmalarına borçlu olduğunu söylüyor Birinci. Öyle ki Ali Birinci’yi intihaller üzerine yazı yazmaya sevk eden şey, Yılmaz Öztuna’nın 1989’da yayımlanan Devletler ve Hanedanlar kitabıdır: “Devletler ve Hanedanlar ilk çıktığında büyük bir heyecanla Osmanlı hanedanlığının anlatıldığı ikinci cildine saldırdım. Kitabı okuduğumda hafakanlar geçirdim, adeta çıldırdım. Bu vadide kullanılmış bilgilere bol bol yer vermesine rağmen hatta zaman zaman süratli çalışmadan ötürü yanlış nakletmesine rağmen ne genel bir bibliyografya ne de bir iki yer dışında dipnot vardı.” Kitap konusu itibariyle yazılması gereken, beklenen bir kitaptır. “1962’de Yılmaz Öztuna hazırladığı kitaplar arasında o kitabın da ismini zikretmişti. O tarihten itibaren birkaç gazetede çıkan ilgilendiği ailelerle alakalı ölüm ilanlarının metnine hiç dokunmadan kitap haline getirip yayınlasa tarihe daha büyük hizmet ederdi. Çünkü orada bilgilerin kaynağı söz konusu olurdu.” diyen Ali Birinci, kitapla ilgili 1992’de Polemik dergisinde 7 yazı yayımlar. Hatta bir süre sonra kitapçık olarak çıkartır ve bir nüsha da ortak bir dostu vasıtasıyla Yılmaz Öztuna’ya gönderir. “Benim düzelttiğim pek çok yanlışı birer satır ekleyerek düzeltti ama yine bunları yaparken hiç kaynak göstermedi.”
Birinci, Yılmaz Öztuna’nın tarihe bilhassa popüler tarihe çok şey kattığını, güzel Türkçesini ve çok çalışkan oluşunu takdir ettiğini söylüyor. “Ama hemen söyleyeyim, yaptıkları baştan aşağı usûlsüzdür, başkalarının bir ömür boyu ortaya koyduğu eserleri kullanırken, bir bakıma kendi Türkçesinin standardından geçirirken bırakın dipnot düşmeyi bir umumi kitâbiyat, bir genel bibliyografya bile vermemektedir.” diyor. Yılmaz Öztuna’ya kendisi hakkında yazılanlar hususunda ne düşündüğünü sorduğumuzda bunları pek de umursamadığını anlıyoruz. Öztuna, Ali Birinci’yi muhatap kabul etmediğini ve ciddiye alıp cevap vermeyeceğini söylüyor: “Basılmış kaç kitabı var? Benim üzerimden meşhur olmak istiyor işte.”
Geçtiğimiz haftadan itibaren bu eleştirinin seyri değişti; Yılmaz Öztuna’nın yazdıklarından dolayı Birinci’yi mahkemeye vereceğini beklerken, Birinci’nin Öztuna’yı intihalinin tescillenmesi için mahkemeye verdiğini öğreniyoruz. Muhafazakâr Düşünce’deki yazıda adı geçen ve verdiği cevapla ufukta yeni bir davayı müjdeleyen diğer bir isim ise Prof Dr. Hale Şıvgın. Birinci, ‘felâket ve fecaat’ gibi kelimeler kullandığı eleştirisinde, Şıvgın’ın yüksek lisans tezi ile doktora tezi arasındaki paralelliğe ve görmediği yabancı kaynakları görmüş gibi yaptığına dikkat çekiyor.
Derginin bir sonraki sayısında Ali Birinci’ye açık cevap veren tek tekzip yazısı Prof. Dr. Hale Şıvgın’a ait. Şıvgın mahkeme hakkının saklı kalmak kaydıyla yayımlanması için gönderdiği makalesinde Ali Birinci’nin iddialarını kabul etmediği gibi Birinci’yi ilim dışı ve ciddiyetsiz bir yaklaşım sergilemekle eleştiriyor. Birinci’nin aynı zamanda tez jürisinde olan Prof. Dr. Reşat Genç, Prof. Dr. Mustafa Kafalı gibi saygın isimlere de haksızlık yaptığını ileri sürüyor. Bu uzun tekzip metninin yeni bir Ali Birinci yazısı doğuracağını Birinci’nin sözlerinden çıkartabiliyoruz: “Yazdığımda benim yanlışlarım varsa ben her zaman zevkle yanılmışım diye yazabilirim, yazmayı arzu ediyorum. Ama muhataplarım hâlâ meseleyi anlatamamışsam tabiatıyla benim vereceğim daha geniş bilgiye hazır olmalılar.”
Birinci’nin Muhafazakâr Düşünce’de yer alan ilgili makalesinde adı geçen öyle isimler var ki, bazılarını okurken bu kadar olmaz tepkisi veriyorsunuz, bazılarını okurken de acaba diğer isimlerle birlikte anılması haksızlık değil mi diyorsunuz. Arapçadan çevirdiği kitabı jüriye doktora olarak kabul ettirdiğini söylediği (o buna yutturmak diyor) tarihî belgeler konusundaki çalışmalarıyla bilinen ünlü bir tarihçi de; Şark klasiklerini sadeleştirip bastıran ve bundan hatırı sayılır paralar kazandığını söylediği ünlü bir öykü yazarı da Ali Birinci’nin sivri kaleminden kurtulamıyor. Elbette o bütün isimleri ve hangi eserlerden ‘intihal’ yapıldığını ayrıntısıyla veriyor. Aslında buraya kadar olanlar Ali Birinci’nin daha önceden de haklarında yazdığı, karşılaştıklarında artık ona selam vermeyen isimler. Bir de rahmetli olup da Birinci’ye cevap veremeyecek’ Türk tarihinin çok önemli isimleri var ki, Türkiye’nin önde gelen tarihçileri ve sosyologlarına dergiye telefon açıp, “Bu yazıyı yayımlamakla saygınlığınıza niye gölge düşürdünüz?” dedirtiyor. Bu iki ünlü tarihçiden birisi yazdığı eserde mütercimin hakkını teslim etmemek, diğeri ise imzası olan bir kitapta esas mütercimin adını hiç yazmayıp her şeyi kendisine mal etmekle eleştiriliyor.
Burada ismini vermediğimiz meşhur tarihçi kendisini üç defa aramamıza, ilgili yazıyı kendisine göndermemize rağmen bize cevap vermedi. Yılmaz Öztuna’nın ve Hale Şıvgın’ın cevapları malum. Birinci’nin yazısını yayımlayan Muhafazakâr Düşünce’nin 8. sayısında Fuat Köprülü ve Yılmaz Öztuna yazılarının yer alması ayrıca oldukça manidar. Dergi, üst üste bir yazarın yazısını üst üste yayımlamama ilkesini Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın Fuat Köprülü makalesiyle bozmuş oluyor böylelikle.
YAZDIKLARINIZI GÖRÜYORUZ, APTAL DEĞİLİZ DEMEK İSTEDİM
Ali Birinci’ye ilk sorumuz kendisine yazıyla ilgili herhangi bir dava açılıp açılmadığı oluyor. “İnsanları değil yanlış hareketlerini hedef alıyorum, belki incinmiş olabilirler. Zaten bizim kültürümüzde ‘Merhaba kör kadı’ diyeni eskiden beri sevmezler. Ama dava açılmadı.” diyor. Ayrıca kendi dilini sert ve sivri bulanların olduğunu ama buna katılmadığını söylüyor: “Bu yapılanları başka türlü anlatacak kelime bulamıyorum.” Ankara Anıttepe Polis Akademisi’ndeki odasında adım atacak yer yok; tavanlara kadar yükselen kitap yığınına, konuşmamız sırasında kuryelerin getirdiği yeni kitaplar ekleniyor. “1957 yılından beri yaptığım tek şey okumak.” diyor konuşmamızın bir yerinde. Hayatı kitapların arasında geçen Ali Birinci niye böyle bir yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissetmişti? “Hemen söyleyeyim, gayem ahlâka katkıda bulunmak veya tarih yayıncılığına bir kalite katmak değil. Son zamanlarda bu iş müesseseleşti, okullaştı, adeta aptal insanlar muamelesi görmeye başladık. Bir kere ben bu yazıları geçmişteki ve şimdiki kalem erbabının hakkını savunmak için yazdım. Bu yazı, yaptıklarınızı yutmuyoruz, zannettiğiniz kadar aptal değiliz demek içindir.”
Birinci, bu konuda kendisinden daha bilgili kişilerin olduğunu ama münasebetler ahbap çavuş ilişkisi içinde devam ettiği için kimsenin cesaret gösteremediğini söylüyor. “Doğrusu son senelerde bu hadiselere şahit ola ola artık bir parça ruh sağlığım bozuldu. Hiç değilse ben yazayım onlar düşünsünler dedim. Niye ben kitapçıda X şahsın çaldığı ve kendi adıyla yayımladığı Şark İslam Klasiklerini gördüğüm zaman sinirlenmekle kalayım.” Fakat hemen belirtelim ki üçüncü yazısını yayımlamasına rağmen içinde tutamayıp serbest bıraktığı fikirlerinden dolayı rahata kavuşmuş değil. Her şeyi açıkça yazmasına rağmen insanların hiçbir şey olmamış gibi aynı faaliyetlere devam etmelerinden de rahatsız: “Bir şey yazıyorsunuz, halk tabiri ile samanlığa kazık kakmış kadar olmuyorsunuz. Verilecek tepkinin yönünü merak etmiyorum, haklısın deseler de haksızsın deseler de kabulüm.” Ama yine de tarihin zabıtlarına geçmesi, zamanın unutturmasına karşı yazmak onun için rahatlatıcı bir unsur.
Aslında daha yazarken yazdıklarının pek işe yaramayacağını biliyormuş. Ona göre ahlâksızlık da ahlâk da ancak bir takım oyunu olduğunda gerçekleşebilir: “Herkesin birden bu değirmene su taşıması gerekir.” Ali Birinci’nin içinde kendisine hocam, ‘abi’ diyenlerin de olduğu isimlere yönelttiği eleştirilerinin sertliği işin sistematik hale gelmesiyle çok ilişkili. 1930’larda Darülfünun’daki bir profesörün bir yanlışından dolayı lise hocası yapılarak cezalandırıldığını, bugünse YÖK’te yüzlerce intihal vakasının bekletildiğini hatırlatıyor. “Şu anda Türk üniversitelerinde tek bir yazı yayımlamadan profesör olanlar, üniversitelerin sosyal enstitüsü müdürlüğü koltuğunda oturanlar var.”
Ali Birinci, usûlsüzlüğün yaygınlığını ve ‘intihaller’ karşısındaki sessizliği üniversitelerdeki bilimsel ciddiyetsizliğin bir takım oyununa dönüşmesine bağlıyor. Ona göre Türkiye’deki pek çok araştırmacı 19. yüzyılda oluşmuş usûl bilgisi ve gereğinden çok uzakta. Asistanlıktan itibaren hocalarla talebeler arasında sağlıksız bir ilişki kurulmakta, öğrenci sömürülmekte, yaptığı çalışmalar hocaların imzasıyla yayımlanmakta, ikbal ve ekmek derdinde olan öğrenci de buna rıza göstermektedir. “Bu istismar adeta bir zincirin halkaları gibi bağlanır gider. Bu sistem içinde ilim adamı olan bir insan bu mekanizmayı bildiği, aşinası olduğu için o da kendisinden sonrakileri sömürmeye başlar.” Hocalar öğrencilerin çalışmalarına imza atmakta, öğrenci de hocasının notlarını yağmalamaktadır. Tezleri takip eden hocaların yayın takip etmemesi ve yabancı yayınları takip edebilecek dil bilgisinden mahrum olması ayrı bir sorundur. Çalışan da çalışmayan da aynı muameleyi görür. En önemlisi de başkasının eserlerini yağmalama alışkanlığı ceza görmediği gibi ‘piyasa’ca mükâfatlandırılmaktadır. Dolayısıyla bu süreçten kötü tezlerin de kötü kitapların da çıkması mukadderdir.
BİR UCU KARANLIK BİR HİKÂYE
Ona göre bir intihalden yırtmanın en yaygın yolu birkaç kitabı, bazen 5-10 kitabı malzeme olarak kullanıp kitabın sonundaki kaynakçada bunun on misli eser göstermek. Dolayısıyla yazarın hangi bilgi için hangi kaynaktan yararlandığını anlamak mümkün olmaz. “Görünmez intihal” böyle bir şey olsa gerek. Ayrıca metinlerin intihalini takip etmek bir nebze kolaydır ama fikir intihallerinin tespiti adeta mümkün değildir. “20 senelik bir çalışmadan sonra tarihçinin vardığı görüşler bir başka tarihçi tarafından alınır, aldığı kaynağı da çok alakasız bir yerde gösterir. Bu intihal bir ucu adeta karanlık bir hikâyedir.”
Ali Birinci yeni cevaplar ve yeni yazılar yazmaya hazırlanıyor. Beklentilerin tersine Yılmaz Öztuna’ya açtığı dava ile iş başka bir mecraya taşındı. Umarız bütün bu tartışmalar gerçeğin ortaya çıkmasına hizmet eder.
TÜRKİYE’NİN İNDEKSİ
“Okumak zincirleme reaksiyondur. Her kitap sonraki kitapların kapısıdır.” diyen Prof. Dr. Ali Birinci, Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi öğretim üyesi. 1963’te mezun olduğu lise binasında akademik hayatını sürdürüyor. Neredeyse hayatının tümü Ankara’da kitaplarla ve kitapçıların ünsiyetinde geçmiş. Zamanın büyük bir bölümünü geçirdiği kitapçılar onun için mektep gibi. Özel ilgi alanı siyasi partiler, basın tarihi ve biyografiler. Son 200 yıllık tarihe dair hatırı sayılır kitap, hatırat, biyografi, gazete ve dergi koleksiyonu var. “İlgilendiğim bir kitapsa Türkiye’nin neresinde olursa olsun ona şu veya bu şekilde ulaşırım.” Kaç kitap okuduğunu hiç merak etmemiş, önemli de görmüyor. “Kitabın sayısı çok da önemli değil. Önemli olan kütüphanende ne kadar belli konuda bilgi ihtiva ettiğidir.” Onun için ‘kitap kurdu’ ve ‘Türkiye’nin indeksi’ ifadesi kullanılması boşuna değil; yakın tarihe dair sonu gelmeyen bilgi hazinesine sahip. Sevdiği yazarları konuşurken beğeni sıkalasının ‘iyi Türkçe’ kullanan yazarlardan yana yaslandığı görülüyor. Sabahattin Ali’den Ahmet Turan Alkan’a kadar bu kıstas geçerli.
Ali Birinci’ye artık kitap okumasının kendisi için zor olup olmadığını sorduğumuzda, kitap seçiminde kendi yöntemini anlatıyor bize. Bir kere yazarını tanımadığı bir kitabı okumuyor. Önce yazarının muteber olup olmadığını araştırıyor. Yeni bir kitapla karşılaştığında ilk yaptığı bibliyografya bölümüne ve dipnotlarına bakmak olur. “Kitap okurken eğer kaynaklara hâkimseniz göz bir taraftan ‘şu eseri atlamış’ şeklinde bir eksiklik görüyor haliyle.”
ABDÜLHAMİT’İN HÂTIRATI ‘SAHTE’
Divan İlmi Araştırmalar dergisinin geçen hafta piyasaya çıkan son sayısında Ali Birinci’nin çok daha büyük bir tartışmaya kapı aralayacak yeni makalesi yer alıyor. Yazıda “Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri Meselesi” başlığı altında İsmet Bozdağ’ın çok baskı yapan ünlü kitabı ele alınıyor. Kitabın, 2. Abdülhamit’in kaleminden çıktığı hikâyesinin gerçek olmadığını, ilk kısmının Süleyman Nazif’in, eklenen kısmının ise İsmet Bozdağ’ın kaleminden çıktığını yazıyor Ali Birinci. Bu hatıratın yazı serüveni şöyle özetleniyor: Hatırat, 1919’da 2. Abdülhamit’in ölümünden hemen sonra haftalık Utarit dergisinde tefrika edilir. Tefrika vaad edilenden çok önce kesilir. Utarit’te yayımlanan kısım üç yıl sonra 1922’de Hâtırât-ı Abdülhamit Han-ı Sâni başlığı altında basılır. Kitap yeni harflerle ilk defa 1946’da İsmet Bozdağ’ın sahibi olduğu Bozdağ Kitapevi tarafından Bursa’da yayınlanır. Daha sonra 1960’ta tarihçi ve gazeteci Sabahattin Selek tarafından Selek Yayınevi’nde, 1964’te de Osman Yüksel Serdengeçti tarafından Serdengeçti Neşriyatı etiketi ve Abdülhamit Anlatıyor adıyla basılır. Kitapla ilgili son perde ise 1975 yılında yaşanır. İsmet Bozdağ tarafından Abdülhamit hatıratının tam metni Almanya’daki Leibzig kentinde bulunduğu ilan edilir ve Tercüman’da yazı dizisi yapılarak yine gazetenin yayınevi olan Kervan Yayınları etiketiyle piyasaya çıkar. İsmet Bozdağ, hatıratı bulma serüvenini ilgili kitaplarda anlatır.
Ali Birinci, Divan dergisindeki yazısında Abdülhamit’in hâtırâtıyla ilgili bugüne kadar yapılan eleştirileri tek tek sıraladıktan sonra kendi kanaatlerini söyle açıklıyor: Sultan 2. Abdülhamit’e atfedilen Hâtırât İttihatçılara karşı duyduğu öfkesiyle bilinen Süleyman Nazif’in kaleminden çıkmıştır. Hâtırât’ın Utarit dergisindeki yayınının kesilmesinde İbnülemin’in ikazları etkili olmuştur. Hâtırât’ın İsmet Bozdağ neşrinde eklenen sayfalar tamamen yenidir ve Bozdağ tarafından yazılmıştır. Yani ortada ‘hâlâ rengi solmamış bir mavi kurdela ile bağlı’ bir paket içinden çıkmış ve ‘iki savaş geçirmiş bir ülkede saklandığı için çok hırpalanmış, örselenmiş…’ denilebilecek hiçbir defter olmamıştır. “Bozdağ, o devrin dilini çok iyi bilmediği için kitabın arka sayfasında yer alan eski yazı klişelerde açıklar vermiş. O metinleri tamamen kendisinin yazdığından en ufak şüphem yok.” diyor Ali Birinci. Konuyu İsmet Bozdağ’la konuşmak istedik. Önce ilgili dergiyi gönderdik, sonrasında konuştuğumuzda konuyla ilgili ‘resmî’ bir açıklama istemediğini söyledi bize.
Aksiyon
Yayın Tarihi :
6 Ağustos 2006 Pazar 16:47:29