Ankara’nın efsanevi grubu Sweaters 1958’de kuruldu, 1960’ta dağıldı. Ekip 50’nci yıllarında, mezun oldukları TED’in lokalinde tam kadro sahneye çıktı. Grup o yıllarda bir konserlerinde sahnedeki sandalyeleri kırmış: “Batı’daki konserlerde sandalye kırılıyor diye duymuşuz, biz de yaptık”
Güzel bir cumartesi akşamına çeyrek kala telefonumuz çalıyor. Arayan Sedat bey (Genel Yayın Yönetmenimiz Sedat Ergin). Diyor ki:
- Sweaters bu akşam 50’nci yılını kutlayacak. (Sweaters da kim?) Birazdan provaları var. (İyi, ne güzel.) Bir gitsen de Milliyet Pazar’a izlenim yazsan... (Ah işte bu mümkün değil, elimizde sabaha yetişecek kallavi bir yazı var.) Haydi kolay gelsin sana... (Ama, ama, ama...)
İşte böyle karnımızdan konuşa konuşa aradık Mustafa İstemi’yi...
- Abi, Sweaters’a gidiyoruz.
- Sweaters mı?
- Anlatırım; TED’lilerin Torch diye bir lokalleri var ya, orada buluşalım.
“Okulda kızlarla erkekler ayrıydı. Sosyalleşmek, kızları görmek için koroya girdik”
Gittik Torch’a. Güzel bir salon. Davuldu, gitardı, mikrofondu, hepsi yerli yerinde. Ama gelin görün ki ortada tek bir Sweater bile yok. “İşimizi bırakıp boşuna mı geldik?” diye söylenmeye hazırlanırken, baktık uzaktan bir puro dumanı görünüyor. Duman yaklaştıkça anladık ki bu gelen Murat Sungar. Onu tanıyoruz. Hani AB Genel Sekreteriyken birden pat diye istifa eden emekli büyükelçimiz. Bir de tabii kendisini Ankara’nın ünlü jam session zirvelerinden biliyoruz... Sedat bey basta, Sungar piyanoda, Durul Gence davulda, pazar günleri kendi kendilerine müzik yaptıklarını okumuşluğumuz var... Bu sebepten ilk el sıkıştığımız o ama arkasındaki iki beyefendi kim, onları henüz çıkaramadık:
- Tanıştırayım; Burak Gürsel. Emekli büyükelçimiz. Sırf bu buluşma için Çin’den geldi. Bu bey de Alp Arıkoğlu... Mimar. O da Londra’dan geldi.
- Peki bu kadar mıyız? (Türkçesi: Bir an önce söyleşimizi yapsak da biz gitsek.)
- Yok, daha arkadaşlarımız gelecek ama onlar zaten hep geç kalır... (Gitti bizim cumartesi akşamı.)
- Biz yine de ufak ufak sohbete başlasak, sonra onlar da eklenir.
Yanıt olumlu gelince hemen açtık teybi, koyduk masaya... Koyduk da ama şimdi acaba hangi “en yaratıcı” soruyu bulup soracağız...
- Neden Sweaters?
Hani “Asla kötülük gelmez” dedirten yüz ifadeleri vardır ya... İşte öyle bir yüzü, öyle iki gözü ve gözlüğü, pembe yanakları, munis bakışları olan Alp Arıkoğlu “Ben yanıtlayayım” dedi.
- Kızlar için... (Neeeee? Aldatıldık!)
- Kızlar için mi?
- Çünkü bizim okulda erkeklerle kızlar ayrıydı. Sosyalleşmek için koroya yazılmak gerekiyordu. Kızları ancak orada görüyorduk.
Hımmm... Doğrusu gerekçe sağlammış. Gerçekten “sosyalleşme” uğruna koroya gidiyorlarmış... Güzel güzel Rus Ziya’nın “Al kemanını kardeş çal bize” şarkılarını söylüyorlarmış. Ama işte yaşları kemale erince, yani 16 olunca, koro onlara dar gelmiş. 1958 Ekim’indeki bir yatakhane olağan kurultayında, “Artık vokal grubu kuralım” demişler. İşte tam burada davudi bir ses devreye giriyor:
- Tabii o zamanlar vokal grubu falan yoktu Ankara’da... Daha sizin doğmadığınız yıllardan bahsediyoruz. “Pop” diye bir kavram bile yoktu.
Burak Gürsel bunları söyleyen... Sesi o kadar belirgin ki, “Herhalde vokal bu abi” diyoruz içimizden ama tutmuyor. Davudi bey gitardaymış. Vokal olan Alp Arıkoğlu’ymuş. Sungar’ı zaten söylemiştik: Piyano.
“Bugün ‘laikçi’ veyahut ‘ulusalcı’ dediğimiz insanların çocuklarıydık”
Gerisini de geldikçe öğreneceğiz ama anlıyoruz ki öyle böyle değil, Ankara’nın ilk, Türkiye’nin de ilklerinden biri olan bir vokal grubu kurmuş bu delikanlılar... İş okul formatından çoktan çıkmış, ünlü olma yoluna girmişler bir ara... Durul Gence, Alpay, Erkut Taçkın falan katılmış aralarına. Nerede konser verseler orası yıkılıyormuş alkışlardan... Hatta bir keresinde bizzat kendileri yıkmış salonu. Sungar anlatıyor:
- Öyle duymuşuz, Batı’daki konserlerde sandalye kırılıyor diye... Biz de Ankara Sineması’ndaki konserde sahnedeki sandalyeleri kırdık.
- Tabii canım, böyle çok büyük başarılara imza atmıştık... (Davudi bey güzel de gülümsüyormuş üstelik.) Gerçekten... Mesela Türkiye vokal grupları yarışmasında birinci olmuştuk.
- Ankara Radyosu’nda Salvo Azuz o zamanların tek müzik programını yapardı; o programda da biz birinci seçilmiştik. (Ee ama çocuklar siz ne söylüyordunuz da böyle birinci falan oluyordunuz, merak ettirdiniz şimdi bizi.)
- Peki hangi parçaları seslendiriyordunuz? (Seslendirmek mi?)
- O yıllar Türkiye’de büyük bir Amerikan hayranlığı vardı. Biz de daha çok Amerikan müziğini temsil etmeye çalışırdık. Radyolardan duyduğumuz 45’likleri söylerdik.
- Aranızda müzik eğitimi alan var mı?
- Bir tek Murat’la Kemal İnan.
- Kemal İnan?
Diye sorduk, “Hah, işte iyi insan lafın üzerine gelirmiş” dediler. Baktık, uzun boylu, gayet hoş bir bey. Böyle beraberinde kendi havasını da getirenler vardır ya, öyle bir tip. Tip dediğimiz de koskoca elektronik mühendisliği profesörü... Eski SODEV’in de kurucularından... Soruyoruz:
- Siz ne çalıyordunuz?
- Biz küçükken Murat’la aynı apartmanda oturuyorduk. Ailelerimiz aynı yıl bize klasik müzik dersleri aldırmaya başladı. O piyano, ben keman. Sonra o caza döndü, ben klasikte kaldım. Hatta bu ekimde resitalim var, beklerim. (Çok mersi ama zaten eminim, Sedat bey gönderir...)
- Sweaters’da keman çalmadınız herhalde...
- Yok, ben de vokaldim. (Ama hangisi? Nat King Cole mu, Frank Sinatra mı?)
Aslında burada aklımıza başka bir şey daha takılıyor. Yeni yeni kendine gelmeye çalışan Ankara’da aileler çocuklarına klasik müzik dersi aldırıyormuş demek ki... Peki neden? Aristokrat falan olmadıklarına göre... Niye klasik? Sungar veriyor yanıtını:
- Biz bugün “laikçi” veyahut “ulusalcı” denen insanların çocuklarıydık. Hepsi kendi halinde memurlardı ama cumhuriyetin o ilk heyecanıyla çocuklarına klasik müziği aşılamak istiyorlardı.
Kemal bey devam ediyor:
- “Batı’da bu böyle olduğuna göre biz de bunu böyle yapmalıyız” gibi şeyler vardı o zamanlar... Ben hatırlıyorum, bizimkilerle operaya, konsere gider; bir de elde müzik partisyonları, sahneyi notadan takip ederdik.
30’uncu yıldönümlerinde New York’ta, 40’ıncıda Cenevre’de buluşmuşlar
Biz böyle tam eskilere dalıp gitmişken birden o büyük adam çıka geldi: Durul Gence! Deniz Harp Okulu’ndan ayrılıp Ankara’da Sweaters’a katılan, fahri TED’li ve grubun en ünlü müzisyeni... Sadece grubun mu? Türkiye’nin de en iyi davulcusu...
- Durul bey, nasıl buluyorsunuz ekibi?
- Çok genç! Ama gelecek vaat ediyor hepsi.
Durul bey az kelimeyle espri yapan, nitelikli nüktedanlardan... Ama sanki şimdi nükte yapacak hali yok. Murat Sungar hemen fark ediyor:
- Durul, bakışların biraz ters geliyor bana...
- Sorumluluk almış vaziyetteyim üzerime, onun için... (Eh tabii, baktı ki grup prova yapacağına röportaj veriyor, sinirlendi haliyle...)
- Altında eziliyor. (Diyor Alp bey.)
- Biz de sadece sorumsuzluk altındayız şu anda şekerim.
Bu sonuncusunu diyen de Kemal bey... Zaten ekibin yarısı gırgır şamata halinde, diğer yarısı da “Akşama ne yapacağız”ın derdinde. Haklılar da çünkü ne de olsa hayatları boyunca sadece üç yıl birlikte çalmışlar. 1958, 59, 60’ta... Sonra hepsi bir üniversiteye, hatta dünyanın çeşitli yerlerine yayılmış. Gerçi 30’uncu yıldönümlerinde New York’ta, 40’ıncıda da Cenevre’de buluşmuşlar ama “hepsi bir arada ve Ankara’da” 50 yıl sonra ilk kez bu akşam çıkacaklar.
Çıkacaklar da daha ortada grubun basçısı Caner Tunaman yok. Murat bey söyleniyor:
- Offff! Hep geç kalır zaten...
“Tabii böyle üstünü başını yırtan fanlarımız vardı”
Tunaman aleyhine bir koro yükseliyor:
- Türkiye’nin Sarıyer’den Tünel’e geri vites gitmiş tek sürücüsü...
- Kosla’yı bulan adam...
- Enginarı da ilk Amerika’ya götüren; Kristof Kolomb’dan sonra...
Tanıştığımızda anladık ki Caner Tunaman’ı kıskanıyorlar. Birincisi Caner bey çok başarılı bir işadamı. Ama daha da önemlisi hepsinin groupie’si varmış. Hatta onlarla evlenenleri de olmuş. Ancak 47 yıldır ilişkisi süren tek çift Caner-Müjde Tunaman çifti.
Tabii mesele “kızlardan” açılıp da böyle bir ekibe sormamak olmaz:
- Hiç aynı kıza aşık oldunuz mu?
Hemen yine sesler yükseliyor: “O çok olağan bir şeydi, çok olurdu o zamanlar”, “Hâlâ da olabilir, hiç gecikmedi olay yani”, “Zaten kızlar bizi görünce çığlık çığlığa bağırırdı”, “Tabii böyle üstünü başını yırtan fanlarımız vardı”.
- “Hadi canım” desek...
“Yooo” diyor Kemal İnan... “Hele bu Alp var ya... Bir saç vardı bu herifte... Şimdi yok ama o zaman simsiyah, briyantinli gibi... Bir de çıkıp Paul Anka şarkısı söylerdi. Öfff! İşte o zaman sutyenler havada uçardı. Uçak gibi böyle... (Resmen hiçbirinde inkar yok, tam tersine gevrek gevrek gülüyor hepsi.)
- Allah’tan g-string yoktu o zamanlar...
- G-string olsaydı o zaman, o-oooo oh... (Aaaaaaaaaaa... Çok ayıp!)
- Biz bunları yazacağız ama hepsini?
- Vallaha yazın, çok hoş olur. Eski günleri yâd ederiz... (Bu cesur Murat bey.)
- Gerçi biz bir şey daha yapardık ama işte neydi, onu hatırlamıyoruz.
Çantalardan süveterler çıkıyor
Söyleşide okuduğunuz gibi, arkadaşlar kafalarına göre gülüp dalga geçiyorlar bizimle tabii... Neyse ki Durul Gence var. Onun bakışlarıyla hizaya girip sonunda provaya başlıyorlar. Zaten işte oradan sonra da biz kopuyoruz. O kadar güzel söylüyorlar ki bayılıyoruz. Bizim bütün o mızmızlıklarımız gidiyor; yerine iki “Sweaters fanı” geliyor bir anda. (Aslına bakarsanız bir müzik şirketi mutlaka bir “Sweaters” albümünün peşine düşmeli.)
Böyle şarkılarla, provayla falan derken nasıl geçtiğini anlayamadan saatler 21.00’i buluyor. Salon artık tıklım tıklım dolmuş. Groupie’ler en ön sıralarda. Derken bir bakıyoruz, çantalardan süveterler çıkıyor. 66’lık delikanlılar, tıpkı 50 yıl önceki gibi renk renk giyiyorlar süveterlerini, fırlıyorlar sahneye... Bir anda alkış kopuyor...
Bekliyoruz havada bir şeyler uçuşacak diye... Uçmuyor ama bütün gözler ışıl ışıl... Zaten salonun çoğu aynı devre. Ve hepsi en az bizim Sweaters kadar şamatacı...
O kadar güzel eğleniyorlar ki, uzaktan bakınca insana önce şunu düşündürüyorlar: “50 yıl sonra bu kahkahaları atabilmek Ferrari’yi satmaktan daha mı az bilgeliktir...”
Sonra yine bir iç ses giriyor devreye:
“Helal olsun hepinize!”
Sweaters üyelerine göre: Grubun lideri Sungar.
En yakışıklısı Arıkoğlu.
En korkulanı Gürsel. En arabulucusu Tunaman.
En ünlüsü Gence. En zor ikna olanı da İnan (İnan “Hayatımda sadece üç kez ikna oldum, üçünde de evlendim” diyor).