Bakırköy’de çalışmış üç hekim Türkiye’nin delirmesinin tarihini bir kitapta topladı
Bir kitap düşünün, kısa kısa yazılardan oluşuyor. Yazarları doktor, hemşire, hastabakıcı, personel şefi, psikolog, marangoz, eski başhekim...
Her biri kendi anılarından, deneyimlerinden yola çıkarak vaktiyle ya da halen çalıştıkları Bakırköy Akıl Hastanesi’nin hikayesini anlatıyor. Hiçbiri kurgu değil anlatılanların; Türkiye’nin simgeleşmiş kurumlarından birinin içinden insan manzaraları...
Hal böyle olunca, samimiyet de eşlik edince kitaba, bir sürü duyguyu art arda yaşıyorsunuz. Daha gülmeniz geçmeden yaşarıveriyor gözleriniz; hayret ediyorsunuz, inanamıyorsunuz, çok üzülüyorsunuz, dehşet içinde kalıyorsunuz, “Hayat ne acayip” diyorsunuz...
Bu kitabın, Okuyanus Yayınları’ndan çıkan “Bakırköy Akıl Hastanesi’nin Gizli Tarihi”nin editörleri Nörolog Betül Yalçıner, Psikaytr Peykan Gençoğlu Gökalp ve Psikiyatr Cem Mumcu ile konuştuk. Yıllarca çalıştıkları hastanenin o ünlü İç Bahçe’sinde...
Kitap projesi nasıl başladı?
Betül Yalçıner: Daha önce Lütfü Hanoğlu ile birlikte hazırladığım “İç Bahçe-Toptaşı’ndan Bakırköy’e Akıl Hastanesi” kitabı Yıldırım Aktuna döneminde bitiyordu; belgesel türünde bir çalışmaydı. Biz kızlar toplanırız bazen. Bu toplantılardan birinde kitabın devamı üzerine konuştuk. O sırada aklıma, Bakırköy’le ilgili yazılar isteyip, bunları kitap yapma fikri geldi. ‘80 sonrası dönemde hastanede çalışmış doktorlar var; ben 86’da geldim Peyken ‘87’de Cem ‘91’de. Hastanenin değişim sürecini yaşayan canlı tanıklarız; hemşireler var sonra. Herkes bir yazı verse ve kendi duygusunu anlatsa... Bir küçük metin hazırlayıp, yazı isteyeceğimiz kişilere göndermeye başladık.
Bu Bakırköy Akıl Hastanesi’nin gayriresmi tarihini anlatan ilk kitap değil mi?
Betül Y.: Evet. Daha öncekileri hep başhekimlik basmış, 10’uncu, 20’nci ve 50’nci yıllarda. Başka insanların da kitapları var; hastanenin tarihine ilişkin kitaplar, hasta öyküleri... Ama ‘80 sonrasını bu tarz ve çapta toparlayan başka kitap yok.
Ne kadar zamanda tamamlandı kitap?
Betül Y.: Bundan üç yıl önce çalışmaya başladık. Bir yılda tamamlamayı planlıyorduk. Ama bir senede yarısı bile gelmedi yazıların. Üç yılı buldu tamamlanması.
Sadece kan ve alkol kokusu
Neden kitabın adı “Bakırköy’ün Gizli Tarihi”? Niye gizli?
Betül Y.: Aslında bizim için gizli değil, dışarıdaki insanlar için gizli. Ama tabii şu da var; en kötü zamanlarında bile o hemşireler hastalara nasıl davranmışlar? Bu bilgiler bize bile gizliydi. Birkaç hikaye biliyorduk ama bu kadarını değil.
Cem Mumcu: Şu anda durum biraz daha değişti ama Türkiye psikiyatrisinin önemli bir yüzdesini içerir Bakırköy Akıl Hastanesi; yatak sayısı, hekim yetiştirme, eğitim anlamında. Dolayısıyla bütün Türkiye’nin aklının ve delirmesinin de tarihi var burada. Ve kitapta.
Niye okusun insanlar bu kitabı?
Cem M.: Hayat üzerine düşünmek için okusunlar; ağlamak, gülmek, kendine bakmak, başkalarına nasıl baktığına bakmak için de...
Betül Y.: Şu andaki sağlık sistemini yönetenler, hastaneleri, onu kapat bunu aç, elektrik fakültesini fişe tak filan diye uzaktan kumandayla iş yapanlar, bir hastane nasıl var oluyor, bir yerlerden bir yerlere nasıl geliyor; onları kolay kolay gözden çıkarabilir miyiz; bu noktaları görebilmeleri için de okusunlar isterim. Burası birilerinin yüreğiyle ve emeğiyle ayakta durabilen bir yer.
Cem M.: Şöyle şeyler de yaşadım burada. Polis, İstanbul’da bir yerde sahipsiz birini bulduğunda buraya getirip bırakırdı. Nöbetçiyim, acilin önünde oturuyorum bir gece. Bir polis arabası geldi, yavaşladı, bir şey bıraktı gitti. Çuval attı zannettim; ama bir insandı. Bilirler çünkü alırız biz onu, yıkarız, temizleriz, ekmek veririz.
Akıl sağlığı bozuk filan değildi yani...
Cem M.: Değil. Öyle çok hastamız olmuştur. Yıkadığında pırıl pırıl bir insan çıkar karşına. O geceki adamın ekmeği yerken, fırının etiketinin yazılı olduğu kağıdı çıkardığını hatırlıyorum. Yine bir gün nöbetçiyim; ambulans dediler. Baktım, ambulansın her tarafı kan. Karaciğer filan görünüyor, batın açık. Trafik kazası. Kan ve alkol kokusu var sadece. Haseki Hastanesi’ne götürmüşler önce. “Alkolik bu, Bakırköy’e götürün” demişler. Allah belanızı vermesin, alkoliği mi kalmış; adam ölüyor... Ama yok nasılsa burası alır, bilirler.
İki günde 30 elektroşok
Bir yazıda “Avrupa anakarasında psikiyatrinin hası Bakırköy’dedir” denirken bir diğer yazıda Bakırköy’ün artık atıl bir psikiyatri hastanesi olduğu söyleniyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Cem M.: Amerika’ya kongreye gidersin, kongrede önüne vaka serileri sunarlar; 18 vaka. Onların beş yılda topladıkları o 18 vakayı Bakırköy’de benim üç aylık asistanım görmüştür.
Amerika’da daha mı az deliriyor insanlar?
Cem M.: Hayır alakası yok. Burada hızla ve çok büyük bir tecrübe kazanır doktorlar. Mesela benim babam psikiyatrdı. Bir gün ben asistanken “Kaç tane EKT (elektroşok) yaptın?” diye sordu. “Sen kaç tane yaptığını biliyor musun ki?” dedim ben de ona. “Tabii” dedi, 40’lı bir rakam söyledi; o zamanlar 40 yıllık hekim. “Baba” dedim, “Ben bir hafta sonunda bazen 30 tane yapıyorum; nerden bileyim sayısını?” İşte bu ancak Bakırköy’de olur.
Betül Y: Atıl bir hastane olduğuna katılmıyorum. Osmanlı’nın son dönemini, bütün Cumhuriyet dönemini adım adım yaşamış bir yer burası. Çok akıllı, değerli insanlar geldi geçti buradan. Çok büyük bir şevkle çalışıldı. Bu potansiyelin boşa gitmiş olmasının da belgesi bu kitap.
Eğer süreç hep ileriye doğru gidiyor olsaydı şimdi buranın bir nöropsikiyatri enstitüsü olması gerekirdi. Halbuki şimdi, yeşil alanına tecavüz edilmekte olan, üç gün sonra ne olacağı belli olmayan bir yer benim gözümde. 20-30 senedir İç bahçe’de yatan hastalar var. Bu makul bir şey mi? Onların yeri hastane olmamalı, bakım evi olmalı. Ama yok böyle bir kurum, ne yapsın insanlar?
Yani artık tedavisi tamamlandığı halde dışarı çıkamayanlar da var Bakırköy’de?
Betül Y.: Kimse almıyor, sahibi yok.
Peykan Gençoğlu Gökalp: Aile izini kaybettirmiş. Onu dışarı bırakırsanız bir evsiz olarak sokakta perişan olacak. Birkaç yüz tane hasta var böyle, burası evleri olmuş olan, eskiden kalma. İlacını alıp, dışarıda yaşayabilir aslında. Ama tabii artık Bakırköy’e böyle yeni hastalar eklenmiyor. Tedavisi yapılıp ailesine veriliyor.
Bütün hastalar el öpmek için sıraya girdi
Cem bey, siz kitaptaki yazınızda “Normalle anormalin kavi sınırları gevşemeye yüz tutar burada” diyorsunuz. Nasıl oluyor bu?
Cem M.: Buranın dışındayken insanlar birbirlerine net sınırlar koyup çok daha fazla yaftalıyor. Mesela başörtülü bir kadın... Maniye girmiş, mahalleye gelen satıcıların hepsiyle yatmış. Mani bu. Bir hastalık. Orada artık her şeyin sustuğu bir yer başlıyor. Etik filan diye bakamazsın artık. Yani dışarıda birçok insana anormal gelecek şeyler burada hiç de o kadar anormal olmamaya başlıyor.
Betül Y.: Eski başhekim yardımcılarından Adil Baboş’un (Üçok) oğlu gibi gördüğü bir Hüseyin vardı. Hüseyin bozulduğunda kapatır ama düzeldiğinde onu yanından ayırmazdı. Hüseyin başhekimlikte oturur, bacak bacak üstüne atar, doktorlara “Saat kaç? Nerede kaldınız?” diye hesap sorar filan. Bir gün bütün nöroloji, seminerdeyiz. Dan diye kapı açıldı Adil bey girdi. “N’apıyorsunuz siz burada?” diye sordu. İşte seminer yapıyoruz. Adil Baboş duruyor öyle. Şef yardımcıları “Bir şey söyleyecek misiniz efendim?” diye sordular. “Bir şey söylemeyeceğim” dedi Adil bey, sonra Hüseyin’e dönüp “Sen bir şey söyleyecek misin?” diye sordu. Hüseyin sinirli bir şekilde “Ne diyeceğim ben bunlara beeee...” dedi. “İyi o zaman” dedi hoca gayet ciddi ve birlikte gittiler. Hiç gülmedik biz buna, seminere devam ettik. Normalle anormalin sınırlarının gevşediği anlardan biri de bu.
“İyi adam olmak için iyi bir başlangıç” diye devam ediyor yazınız. Bakırköy ve iyilik arasındaki ilişki ne?
Cem M.: Burada hayatın çok damarlı, hüzünlü, garip, şaşırtıcı yerlerini görüyorsun. O gördüklerinle hemhal oluyorsun. Onlar seni eğeliyor, kırıyor, burkuyor. Merhamet duygun bileniyor.
Peykan G.G.: Hiç unutamadığım bir sahne vardır. Asistanım. Bir bayram günü... Hastanede nöbetçiyim. İçeride serviste hemşire odasında oturuyorum. Hastalardan bir tanesinin annesi gelmiş ziyarete; hastalardan çoğu da genç erkekler. Pardösülü, başörtülü, güleç yüzlü, hafif tombul bir hanım. Hasta gidip annesinin elini öptü. Ben de bankonun arkasından onlara bakıyorum. Kafamı bir an çevirecek oldum, sonra bir baktım ki annenin önünde kuyruk olmuş; bütün hastalar annenin elini öpmek için sıraya girmişler. Bu sahneyi başka nerede görebilirsiniz?
“Hastanız firar etti! Kaçın!”
Betül hanım, bahçeye sızmaya çalışan belediye başkanıyla yaptığınız konuşmayı yazmışsınız kitapta... Başkanı öyle tehdit etmek nerden aklınıza geldi?
Betül Y.: Şizofreni Dostları Derneği’nin bir paneli var hastanede. Ben de o gün nöbetçi şefim. Ama unutmuşum nöbetçi olduğumu; panelde konuşmacıyım. Telefon ettiler, “Çabuk gel, hastanenin bahçesini dozerler yıkıyor” diye. Beş numara büyük bir önlük geçirip üstüme yeldire yeldire gittim. Belediye reisi, dozerler, etrafında da adamlar. “Merhaba ben nöbetçi şef doktor Betül Yalçıner” dedim. Karşımda Bakırköy Belediye Başkanı Ahmet Bahadırlı. “Ne yapıyorsunuz siz?” dedim. İşte hık mık... “Bakın ben nöbetçi şefim, şu an benim sorumluluğumda burası. Hemen şimdi karakola gideceğim” dedim. Başkan, “Yok hocam, durun, öyle değil filan” demeye kalmadan da ekledim “Bakın bu hastanenin bir ruhu vardır, çarpar!!!” Dozerler durdu.
Cem M.: Bir gece yine nöbetçiyim. “Adli servisten bir hasta kaçtı” dediler. Hasta kaçınca firar notu yazmak gerekiyor. Dosyasını istedim. Kalın mı kalın bir dosya; renkleri sararmış, solmuş bir sürü kağıt. Hastanın ne olduğuna, kim olduğuna bakman lazım. Önce kız kardeşini öldürmüş; sonra Bakırköy’e yatırmışlar. Sonra firar etmiş yine; bu sefer erkek kardeşiyle eşini kesmiş. Yine Bakırköy’e dönmüş. Bir firar daha, bu kez de aileden iki kişiyi daha götürmüş. Her firarında aile kıyımda. Arada bir kağıt buldum. Kötü bir el yazısı. Hastanın babası yazmış: “N’olur kaçırmayın, kaçırırsanız da muhtarın evinin telefonu budur, köydeki tek telefon, bize hemen haber verin.” Numaralar değişmiş, gecenin bir yarısı, aradım buldum ve dedim ki “Kaçın!!!”
Burası Monaco, benim de Prens Rainier’den farkım yok”
Kitapta da yazdığı gibi “Burası Monaco kadar bir yer, benim Prens Rainier’dan farkım ne?” diyen bir başhekimi oldu mu hastanenin yoksa bu bir şehir efsanesi mi?
Betül Y: Aynıyla vaki olmayabilir ama yaparsa şaşmayız gibi bir şey...
Cem M.: Yine aynı başhekim ve Bakırköy Devlet Hastanesi’nin başhekimi birlikte yeni gelen iktidarın il başkanlığına gidiyorlar. Devlet hastanesinin başhekimi şöyle bir şey anlatıyor, güya: “İl başkanlığında herkesin elini öptük; ben bir tanesinin elini öpmedim. Ama Akıl Hastanesi’nin başhekimi onun da elini öptü. Çünkü o klima tamircisiymiş.”
Bir insana niye böyle espriler yakıştırılır? Demek ki böyle bir potansiyeli var.
Yıldırım Aktuna’nın hastaneye gelişi “hastaneye yıldırım düştü” şeklinde ifade ediliyor. Nedir bu yıldırım meselesi?
Betül Y.: O zamanlar diyetisyen kızlar vardı. Yıldırım bey hastanede çıkan yemekle, bir tabağa kaç kalori düştüğüne varıncaya dek ilgilenirdi. O diyetisyen kızlar düzenli bilgi verirlerdi Yıldırım beye ve odasından ağlamadan çıkmazlardı. Çünkü uzlaşmazdı Yıldırım bey. Bir pazar günü esmiş teftişe geldi. Bir hastanın çorbasının içinde, uygun kalori oranının tutması için maydanozlar var. “Kaç maydanoz olması lazım bu çorbada?” diye sordu bana. Ben nereden bileceğim? “Nasıl bilmezsin? Say o zaman...” dedi. Saydırdı maydanozları... Yani o yılıdırım düşme meselesi hiç abartı değil. Yıldırım beyin bu hastanede yaptıklarını ona en düşman kimse bile inkar edemez. Ama tabii çok telefat verirdik.
1985-2003 yıllarında hastanenizde çalışan bir hemşire olarak sadece şunu söyleyebilirim.Hem hastalar hem çalışanlar çok özel insanlar,çok keyif alarak çalıştım kitabını da okumak isterim .yardımcı olursanız sevinirim