15
Haziran
2025
Pazar
SAĞLIK

DOKTORUN MEKTUBU

Hastaneler adı üstünde hasta eviydi bir zamanlar. Şimdi ise sağlık hizmeti üreten ticari kuruluşlar oldu...

Ülkenin en fakir yıllarında, çocuklarını hekim yapmak için varını yoğunu tüketmiş bir ailenin, üçüncü kuşak doktorlarındanım. Mesleğe adım attığım ilk zamanlarda jinekolog olan annem ve dahiliye uzmanı dayımdan, en zor durumlarda bile mesleği ayakta tutanın hastalar ve onların yakınları olduğunu unutmamam gerektiği öğretilmişti. “Aldığın diplomaya çok güvenme. Hekimi hekim yapan hastadır. Hastanın gözünde onu tedavi edeceğine inandığına dair güveni ve parıltıyı görebildiğinde ancak hekim olursun, gerisi hikâye” diye öğütlenmişti. Üstelik öyle bir diploma ki, başarılı olmayı gerektiren ve hasta ile birlikte her seferinde yeniden girilen bir sınavdı sanki.

Anamızdan, dayımızdan böyle öğrendik. Böyle hekim olduk. Hastalarımızla üzülüp onlarla sevindik. Doğurttuğu çocukların nikah davetiyeleri geldiğinde annemin ne kadar duygulandığını hatırlarım. Böyledir hekime bağlılık. Aileden biridir hekim. Uzaktaki bir yakın dost, hani sadece gerekli olduğu zamanlarda yanınızda olmasını istediğiniz, sair zamanda pek hatırlamadığınız dostlar gibidir.

Günah keçileri
Sonra bir şeyler değişti. Hastane adının sağlık işletmelerine dönüşmesiyle anladık başımıza gelenleri. Adı üstünde hasta evi idi bir zamanlar. Şimdi ise sağlık hizmeti üreten ticari kuruluşlar oldu. Her ticari kuruluş gibi ayakta durabilmek için kâr etmesi gerekiyordu. Hastalar, hastaneye para kazandıran fiziki unsurlara dönüştü. Hekimlerle aralarına hizmet adı altında başka şeyler girdi.

Kullanılan yüksek teknolojinin ışıltısı, hekimle hastasının arasındaki açılmayı görmemizi engelledi. 10 yıl gibi kısa bir sürede hastalar sağlık işletmelerine para kazandıran fiziki unsurlar haline dönüşürken, hekimler ise sistemin -tabirimi mazur görün- tezgahtarı haline geldiler. İyi satış yapan, iyi para kazandıran tezgahtarların daha çok rağbet gördüğü ticari kuruluşlar peydah oldu, özel hastane adı altında. Öyle ki, birkaç kalem tahlil ve iyi muayeneyle mesleki deneyimini kullanarak tanı koyabilen hekimler yerine daha deneyimsiz ama daha çok tahlil ve film isteyip aynı tanıyı koyabilen ancak sisteme daha çok para kazandıran hekimlerin tercih edildiği bir ortam yaratıldı.

Bu dönüşüme uygun olmayan deneyimli hekimleri, hızla tasfiye edip sisteme para kazandıran ve kazandırdığı paradan nemalanan yeni hekim kitlesi oluşturulmaya başlandı. Hekimler, para kazandırmak için hastasını soyabilen ve bundan vicdanen rahatsızlık duymayan insanlar olarak anılmaya başlandı.

Hekimler piyasalaşan sağlık sisteminin günah keçisiydi. Hastasının maddi durumunu düşünmeden faturasını kabartan, insanları senet sepete mahkum eden hep o hekimlerdi. Hastanenin günahı olur muydu hiç? Bu önyargıların doğurduğu nefret duygusu ve güven yitimiyle gerçek anlamda işini yapmaya çalışan ve kendini sadece hastasına karşı sorumlu hisseden hekimlerin yalnızlığı, terk edilmişliği yaşanmaya başlandı. Hastalar siz ne yaparsanız yapın, hekimine güvenmiyordu. Başlangıçta söylenen o sınavı bir türlü geçemiyor, hastanın gözünde güvenilen hekim olmayı başaramıyordunuz. Elimizdeki doktor diplomasının da o sağlık işletmelerinde çalışabilme yeterliği dışında anlamı kalmamıştı. Böylesine terk edilmişlik ve yalnızlık içinde hekimler, sesini çıkarıp yaşadıklarını anlatmaya çalıştıkça yanlış anlaşılıyor, bir zamanlar Çalışma Bakanı’nın dediği gibi “hekimlerin gözü doymuyordu”.

Hastaları suçlamıyorum. Öyle güzel ve öylesine donanımlı hastaneler, sağlık kurumları oluşturuldu ki, oralarda insanın ölebileceğine kimsenin inanası gelmiyor. Sanıyorlar ki; o binalar o cihazlar iyileştiriyor, insanları. Hasta ve hasta yakınları, hekim eli değmeden, el emeği göz nuru olmadan iyileşebileceğini düşünüyor. Ticari işletmeye dönüşen sağlık kuruluşlarının da bu yönde reklam yapıp insanları böylesi bir beklentiye sokması, ticaretin kuralı ne de olsa.
Rahmetli annem ve dayım mesleğe başlarken biraz da emir verir gibi iki öğüt vermişti.

Birincisi “Ne yaparsan yap meslektaşını satın almaya çalışma”ydı. İkincisi ise “Şartlar ne olursa olsun bir devlet hastanesinde çalış. Çalış ki, topluma borcunu öde. Seni yetiştiren toplumu ve bizleri unutup sağlık karnemizle muayene olmaya gelemeyeceğimiz bir sağlık kuruluşuna, sakın ola yönelme”.

Bugüne kadar bu çizgiden ayrılmamış biri olarak, sağlıkta yapılan son dönüşümle rahmetli annem ve dayıma bakacak yüzüm kalmadı. Piyasalaşan sağlık sistemi içinde meslektaşlarımın satın alınmalarını üzülerek yaşadım. Şimdi de “Tam Gün Yasası” adı altında devlet hizmetini terk etmemi gerektirecek bir dönüşüm yaşanıyor. Beni affet anne.

Hekimlik onurunun yitirildiği, mesleğin bir tür tezgahtarlığa dönüştürülüp piyasaya teslim edildiği, hastaların hekimlerine nefret ve güvensizlikle baktığı bir ortamda, çocuğumun ne pahasına olursa olsun hekim olmaması için çabalıyorum. Böylesine fedakarlık gerektiren, gecesi gündüzü olmayan bir mesleğe yönelip aynı düşman bakışları görmesin, aynı yalnızlığı yaşamasın diye. Beni affet anne.
Hekimlerini toplum üstü, ulaşılamaz varlıklar sanan, onların da hastalandığında aynı hizmet ortamını kullandığının farkında bile olmayan hasta ve hasta yakınlarına bunları anlatamadığım için, böyle giderse ileride kendini tedavi ettirecek beyaz önlüğünü piyasanın kirinden korumayı başarabilmiş aklı başında hekim bulamamaktan endişe eden bir hekim olduğum için beni affet anne.

Emanet ettiğin mesleğin piyasanın insafına kalışına benim gibi sessiz kalan pek çok meslektaşım ve kendi adıma senden özür diliyorum, anne. Beni affet.
Not: Bu yazı annem, merhum Op. Dr. Nevser Uhri Acarlar ve dayım merhum Uz. Dr. Erdoğan Acarlar anısı içindir.

MEHMET UHRİ: Dr.

Radikal
Yayın Tarihi : 6 Şubat 2010 Cumartesi 20:37:05


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?