Dünya tarihinde kimbilir kaç örneği var, diktatörler iki kesimden de çıkabiliyor: Askerlerden de, sivillerden de..
Türker Alkan, geçen günkü yazısında hatırlattı: Yirminci yüzyılın Avrupası’ndaki en ünlü diktatörler sivildi. Hitler, mimar olmak isteyip ressamlıkta karar kılan sivil bir Avusturyalıydı. Mussolini öğretmenlik ve gazetecilik yapmış olan sivil bir İtayan...
İkisi de iktidara demokratik yollardan gelmişlerdi. ‘Seçimi kazanan her şeyi yapar’ hesabıyla, Meclis’i, yargıyı, basını ‘etkisiz’ hale getiren yasaları çıkarmışlardı.
Daha sonraki seçimleri de, iktidarları için ‘evet mi, hayır mı?’ sorusuna yanıt istenen birer referanduma dönüştürmüşlerdi. Tabii, hepsinde yüzde 100’e yaklaşan oranda ‘evet’ oyu almışlardı.
Askeri diktatörlüklerin Avrupa’daki tipik örneği General Franco’nun rejimiydi. Bir iç savaşın sonunda oluşmuştu. Ortadoğu’daki ve Güney Amerika’daki askeri diktatörlükler ise genellikle ‘darbe’ler yoluyla oluşmuştu.
Diktatörlük çeşit çeşit...
Tabii, tarihteki diktatörlükler çeşit çeşit...
Faşist diye bilinen diktatörlükler (Mussolini’nkinin resmi adı zaten faşist)...
Soğuk Savaş döneminin kömünist devletlerinin diktatörlükleri. (Çoğunun diktatörü gene sivil). Alkan hatırlatıyor, Lenin hukukçu, Mao öğretmen-kütüphane müdürü, Castro ilahiyatçı)...
Humeyni rejimi gibi, din esasına dayalı -seçimli de olsa- din adamlarının kontrolü altındaki rejimler...
Diğer ülkelerde, bunların birine veya ötekine, veya bunların dışındaki bir baskıcı yönetime özenenler, sadece askerler içinden çıkar da, siviller içinden çıkmaz mı?.. Özellikle de, iktidar mevkiinde bulunan siviller içinden...
Çıkmaz olur mu? Çıkıyor. Gene de çıkabilir.
Tabii, bu özenme, ‘özenme’ halinde kalırsa, bunun o kadar önemi yok. Her toplumda zaman zaman demokrasinin, sorunları çözmekteki yavaşlığından bıkkınlık duyanlar çıkar. Bürokrasiden şikâyet ederler, yargı denetimini ayak bağı gibi görürler, medyanın yayınlarında kasıt ararlar... Akademisyenlere kızarlar, araştırmacıları ajan gibi görürler.
Ve ‘Bunlar yola gelse, ne güzel idare ederim ben memleketi’ diye düşünürler. Eski bir Milli Eğitim Bakanı’nın “Şu okullar olmasa, ne güzel idare ederim şu Milli Eğitim’i” diye espri niyetine söylediği gibi...
Bu dilek, o bakanınki gibi bir düşünce veya espri konusu olarak kalsa sorun yok...
Ama devleti yönetenler, bazen de, yargı, medya, üniversite gibi ‘ayak bağları’nın ‘yola gelmesi’ dileğini, bizzat gerçekleştirme merakına kapılabilirler. Onları ‘yola getirme’ faaliyetine kendileri girişirler, o zaman iş ciddileşir.
Uyarma görevi herkesin
İşte o zaman, toplumun içinde demokrasiye gerçekten inanan insanlarının iktidardakileri uyarmakta gecikmemeleri gerekir.
* Demokrasilerde, yargının hükümetin kontrolü altına sokulamayacağını hatırlatmaları, yargıçların ve Yargıtay üyelerinin atanmalarının hükümetin isteğine göre yapılamayacağını anlatmaları gerekir.
* Basın özgürlüğünü tehdid eden Ceza Kanunu maddeleri dahil, astronomik vergi uygulamaları dahil, her türlü baskı unsurunun ortadan kaldırılmasını istemeleri gerekir.
* Toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin demokratik bir hak olduğunu belirtmeleri gerekir. O hakkı kullanmak isteyen işçilerin, sendikaların, siyasi partilerin, sivil toplum örgütleri mensuplarının ve tek tek vatandaşların eylemlerinin, düşmanca hareketler gibi görülüp, üzerlerine biber gazıyla gidilmesine son verilmesini istemeleri gerekir.
* İnsanların, dilleri, dinleri, etnik kökenleri, cinsiyetleri ve düşünceleri nedeniyle ayırımcılığa uğramalarının ve bazı hallerde saldırılarla karşılaşmalarının önlenmesini talep etmeleri gerekir.
* Kısacası, demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ kurallarına uymanın, en başta, iktidarda bulunanların görevi olduğunu vurgulamaları gerekir.
***
İktidardaki partiyi çeşitli nedenlerle destekleyenler dahil, demokrasiye inananlardan hiçbiri, bu görevi yerine getirmeyi ihmal etmemelidir.
CHP’de Bedri Baykam’ın ‘demokratikleşme’ önerisi
Bu hafta CHP içinde, bir ‘demokratikleşme’ önerisi oluştu. Önerinin ilk imzası Bedri Baykam’ın. Onunla birlikte, partinin eski il başkanlarından, CHP’li bilim insanlarından ve sanatçılardan da öneriye imzalarıyla katılanlar var.
Öneri bir tüzük değişikliği önerisi. İçinde kadınlara ve gençlere yüzde 25 kontenjan ayrılması dahil, parti içi üyelikler, seçimler ve eğitim çalışmalarında demokratikleşme ve rasyonelleşme yönünde yeni düzenlemeler yer alıyor.
Bedri Baykam’ın çocukluğunu biliyorum. O zamanki deyimle bir ‘harika çocuk’tu. Suna Kan, İdil Biret gibi, sanat alanlarında daha küçücük yaşlarındayken kendilerini gösteren yeteneklerdendi.
1957’de doğmuştu. Babası Suphi Baykam, hem doktordu, hem de siyasetçi... Siyasetçiliğe, daha üniversite öğrencisiyken (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeyken) başlamıştı.
Baba Baykam, zamanın Milli Talebe Birliği’nde genel başkanlık yapmıştı. Fakülteyi bitirdikten sonra da CHP’ye girmiş, önce Gençlik Kolları Merkez Kurulu’nun başkanlığını yapmış, sonra 1957’de milletvekili seçilerek CHP’nin yönetici kadrolarına katılmıştı.
Bedri Baykam’ın resim alanındaki gelişmesi, babasının da katkılarıyla kısa zamanda hızlandı. Daha altı yaşındayken Ankara’da, Bern’de, Cenevre’de sergileri açıldı. Öğrenimine ise Türkiye’de başladı. Fransa ve Amerika’da, hem işletme ve ekonomi hem de tiyatro ve sinema alanında devam etti.
Türkiye’ye döndükten sonra Baykam, bir yandan atölyesindeki resim çalışmalarını sürdürürken, bir yandan da babasının uğraş alanında kendini gösterdi. Politikaya girdi. CHP’de çeşitli görevler aldı. Parti Meclisi üyeliği yaptı.
Baykam şimdi Cumhuriyet Gazetesi’nde yazılar yazıyor. Artist-Skala Dergisi’nin genel yayın müdürlüğünü yapıyor. Sergilerini açıyor. Ama politikadaki faaliyetini de sürdürüyor.
Bu hafta yaptığı tüzük değişikliği önerileri ilginç. Eğer CHP Genel Merkezi’nce ve delegelerce ilgi görürse, o önerilerle parti içinde yeni bir atılım süreci başlatılabilir.
‘Parti içi demokrasi’ eksikliği, sadece CHP’de değil, tüm partilerimizde önemli bir sorundur. Aslında, demokrasimizin genel sorunlarının da, o sorun aşılmadan çözülmesi mümkün değildir.
Bu konuya devam edeceğim.