13
Haziran
2025
Cuma
SİYASET

DIŞ POLİTİKADA YENİ BİR BAŞLANGIÇ MI?

Dünyada değişim bütün hızıyla devam ediyor. Temennimiz yeni Dışişleri Bakanımızın Türk dış politikasının önceliklerini ve rotasını aynen 2002 - 2004 yılları arasında olduğu gibi yeniden açıkça teşhis edilebilen biçimde modernleşme hedefine kilitlemesidir.

Alternatifler ve öncelikler Dış politikamızda öncelikler kavramı ve alternatifler konusu, yeni bir hükümetin ve yeni bir Dışişleri Bakanı’nın göreve başladığı bu günlerde yeniden önem kazanıyor.

Merkezi konum yeni değil

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 1990’lı yılların başından itibaren ülkemizin artık NATO’nun bir Güney Kanat üyesi olmaktan çıkarak, üç büyük coğrafi bölgenin Avrupa, eski Sovyetler Birliği ve Orta Doğu/Akdeniz - kesiştiği bir fay hattında, merkezi bir konuma yerleştiğini biliyoruz.

Burası tarih boyunca güçler dengesinin sık yer değiştirdiği, geçmişteki düşmanlıkların etnik ve dini çatışmaların, siyasi anlaşmazlıkların, büyük istikrarsızlık ve belirsizliklerin hüküm sürdüğü, Müslümanlıkla Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin yakın ve sıcak temas halinde bulunduğu geniş bir coğrafya. Aynı zamanda zengin petrol, doğalgaz ve su kaynakları, bölge içi güçlerin rekabetini, bölge dışı güçlerin de bölge üzerindeki emellerini bilemekte olan bir bölge.
Türkiye Batı toplumuna mensup olmasına rağmen, bu coğrafyada son 20 yıldan bu yana Turgut Özal’ın eseri olan bir strateji sayesinde çok boyutlu bir diplomasi uygulamakta.

Süreklilik ve nedenleri

Bu stratejinin bu kadar değişken ve kaygan bir zemin üzerinde, zaman zaman iniş çıkışlarla da olsa belli bir istikrar ve kalıcılık içinde uygulanabilmesinin temel nedeni, Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana Devletler Hukuku’na bağlılığından, gerçekçiliğinden ve köklü geleneklere bağlı ve kurumsallaşmasını tamamlamış bir Dışişleri Bakanlığı’na sahip olmasından kaynaklanıyor. Ama belki en önemlisi Türkiye Cumhuriyeti’nin, dış politikasında, hegemonik amaçlı stratejilere hiçbir zaman itibar etmemesidir.

Emperyal geçmiş

Türkiye’nin bir başka özelliği de, tarihin akışını değiştirebilen birkaç büyük imparatorluktan birinin doğrudan mirasçısı olmasıdır. Bu emperyal geçmiş, beraberinde dış politikasına da yansıyan parametreler ve davranış kodları getiriyor. Osmanlı imparatorluğu Avrupa’da 500 yıldan fazla hüküm sürdü. İmparatorluğun son 200 yılı, Cumhuriyet’in de fikri, felsefi ve siyasi temellerinin atıldığı dönemdir. Buna mukabil, ‘Doğu’lu kimliği de olan bir imparatorluğun mirasçısı olma vasfını da taşıdığı için arkasındaki, tarihi, kültürel ve beşeri derinlik, diğer Avrupa ülkelerinden farklı avantajları, fakat sorunları da aynı
anda yaşayan bir Avrupa devleti olması sonucunu da doğurmuştur.

Ak Parti ve belirgin öncelikler

Türk diplomasisinin çok boyutlu stratejisi 1980’lerden itibaren Turgut Özal’ın vizyonu ile Transatlantik Toplumu, Avrasya ve Ortadoğu arasında dengeli bir çizgide sürdürüldü. Bu stratejinin 1995-2002 yılları arasında geçirdiği bocalamalardan sonra, 2002 yılında birinci AK Parti hükümetinin göreve gelmesinden itibaren yeniden geçerlilik kazandığına tanık oluyoruz. Gerçekten de önce Gül ve hemen arkasından Erdoğan hükümetleri Türk diplomasisine, kendi coğrafyasında ve daha geniş bir bölgede, dengeli ve etkin rolünü iade etti. Türkiye bir yandan bölgede ve dünyada kendi kontrolü dışında 11 Eylül olayı, Amerika’nın Afganistan’ı ve Irak’ı işgali gibi istikrarsızlık ve güvensizlik yaratan tehditlere barışçı ve yaratıcı diplomatik önlemlerle cevaplar getirirken, bir yandan da Kıbrıs sorununda çözümsüzlük sorumluluğunu Rum/Yunan cephesine kaydırıp Avrupa Birliği hedefine kilitlenerek katılma müzakerelerini açmayı başardı. Amerika ile bozulan ilişkileri tamir etti. Rusya Federasyonu ile de Karadeniz’de ve Kafkasya’da karşılıklı çıkarlara dayanan dürüst ilişkiler kurdu. Ticareti geliştirdi ve enerji güvenliği alanında atılımlar gerçekleştirdi.

İçeride ise önceliği 2001 ekonomik ve mali krizin atlatılmasına ve demokratikleşme üzerinde yoğunlaştırdı. İslam geleneklerinden hareket eden fakat kendini muhafazakâr demokrat olarak tanımlayan Erdoğan hükümeti, aslında iktidarının ilk döneminde 21. yüzyıl dinamiklerini isabetle değerlendirerek ülkenin iç ve dış politikadaki rotasını çağdaş ve modern dünya ile bütünleşme hedefine doğru kırdı. Ayni zamanda bölgesel ve küresel gelişmelerden kaynaklanan tehditlere karşı, özgürlüklerden taviz vermeden, aksine, Batı dünyası içine kapanırken yeni özgürlükler paketleri açarak güvenlik sağlama hedefine odaklanabildi.

Durgunluk dönemi ve belirsizlikler

Ancak ilk önce 2005 yılından itibaren ve daha sonra II. Erdoğan hükümetinde, önceliğin demokratikleşme ve modernleşme reformlarının gerçekleştirilmesi hedefinden uzaklaşarak Ortadoğu ve İslam coğrafyasına, hatta küresel alana kaydığını görüyoruz. Bu gelişmede Avrupa Birliği’nin verdiği sözleri tutmamasından küresel tehditlerin bölgemizde yoğunlaşmasına kadar uzanan çeşitli faktörlerin rolü bulunduğu muhakkak.

Ancak nedenleri ne olursa olsun Türkiye’nin bölge ve İslam ülkeleri ile Batı dünyası ve Avrupa Birliği ilişkileri arasında Ortadoğu ve İslam dünyası lehine belirginleşen dengesizliğin, diplomasimizde öncelik ve yön değişikliğine mi işaret ettiği ve başka alternatifler arayışlarının bir işareti mi olduğu yolunda soruların hem kendi kamu oyumuzda, hem uluslararası çevrelerde yaygınlaştığını gözlemliyoruz.

Yeni Osmanlıcılık

Gerçekten de resmi sözcülerce aksi ne kadar söylense de, bu spekülasyonların Türkiye’nin bir Yeni Osmanlıcılık akımının etkisinde bulunduğu ve Batı dünyasından uzaklaşarak Ortadoğu ve İslam dünyasına doğru bir evrilme içinde olduğu görüşlerinin dillendirilmesine ve dış politikamızın muhtevası ve yönü hakkında belirsizlikler yaratılmasına yol açtığı bir gerçek.

Türkiye’nin eski Osmanlı hinterlandında aktif bir dış politika gütmesi doğal. Çünkü bu bölgede tarihi, coğrafi, kültürel ve insani bağlarımızdan kaynaklanan mukayeseli avantajlara sahibiz. Ama Türkiye’nin bölgeye bu ilgisini emperyal emelleri çağrıştıran yeni Osmanlıcılık kavramıyla özdeşleştirmenin herhangi bir geçerliliği olamayacağı açık. Çünkü son 85 yıllık Cumhuriyet diplomasisi Türkiye’nin kendi bölgesinde ve dünyada hiçbir emperyalist bir emeli bulunmadığını kanıtlamış durumda. Kaldı ki Türkiye’nin bölgesinde gösterdiği olumlu ve yapıcı diplomatik cevvaliyet Avrupa ve Amerika’nın da çıkarına. Ülkemiz hukukun üstünlüğünü hedef alan reformları sürdürdükçe, Ortadoğu ve İslam dünyasındaki etkinliğimizin rüzgarları bizi Avrupa’da uzaklaştırmaz, bilakis yakınlaştırır ve bu tür yakıştırmalar inandırıcı olamaz. Ancak reformları durdurursak, Batı dünyasından uzaklaşırız ve bölgede ve İslam dünyasında etkinliğimiz kalmaz.

Hukuk devleti olma yönündeki reform iradesi sarsılmayan bir Türkiye Ortadoğu ülkeleriyle sıkı ilişkiler geliştirmekle bir Orta Doğu ülkesi olmaz. Ama You Tube’u yasaklayan, yazarlarını ve çevirmenlerini yargılayan, siyasi partilerin kapatılmasına ve edebiyatçıları ve siyasetçileri hakkında soruşturma açılmasına kolaylıkla imkân
veren yasalarını değiştiremezse o zaman bir Ortadoğu ülkesi olur. O zaman dış politikası çok boyutlu olmaktan çıkar.

Pragmatizm

Türk dış politikasını ekonomik ve stratejik çıkarları tayin eder. İdeoloji, kimlik, din veya mezhep, duygusallık veya maceracılık Cumhuriyet dönemi dış politikamızda hiçbir zaman görülmemiştir. Gerçekçilik dış ilişkilerimizin yönetilmesinde hâkim unsur olma karakterini her zaman muhafaza etmiştir. Dış politikamızın bu geleneğini terk ettiğimiz takdirde, bu uzaklaşmanın bedelini, yalnız dış ilişkilerimizde değil iç siyasette ve demokratikleşme ve özgürlükler alanında da öderiz. Çünkü dış politika iç politikayı sıkı biçimde etkiler. Türk dış politikasının öncelik ve yön kavramları, ülkenin önceliklerini ve yönünü belirleyen parametrelerden farklı düşünülemez.

Baskıcı rejimlerin etkisi

Türkiye’nin ortak uygar değerleri paylaşma emelinde bulunduğu Batı toplumundan, otoriter yönetimlerin egemen olduğu Ortadoğu ve İslam dünyasına doğru bir kayma içinde bulunduğu izlenimleri gerçekleşecek olursa, o zaman değerler alanında da bir savrulma yaşanması kaçınılmaz. Son 10 yıl içinde, bilhassa Bush yönetiminin de etkisiyle, çoğulcu demokrasi, insan hakları ve ifade özgürlüğü gibi değerlerin dünyada genel bir zemin kaybına uğradığı ve Ortadoğu ve Avrasya bölgesinde otoriter rejimlerin güçlendiği düşünülünce Türk dış politikasında öncelik kavramı çok daha ciddi bir nitelik kazanmaktadır. Çünkü önceliklerimiz açık ve net olarak görülmediği zaman karşımıza çıkan soru şu olmaktadır:

Dış ilişkileri Ortadoğu ve İslam ülkeleri üzerinde yoğunlaşan bir Türkiye’nin, birey hak ve özgürlükleri ve kadın erkek eşitliği temelinde, insan onurunu ve ifade özgürlüğünü ön planda tutan sosyal içerikli liberal demokrasi reformlarını gerçekleştirme çabaları, 2004’ten bu yana kaybettiği hızını, bu coğrafyada tekrar yakalayabilir mi?

Reformlara öncelik

Türkiye’nin bölgesinde bir güç ve dünyada nüfuz sahibi bir ülke olması ancak içerde demokratik, istikrarlı, sürekli kalkınma hızını yakalamış ve kişisel gelir farklarını ve bölgelerarası dengesizlikleri azaltmış, ortak değerlerde belli mutabakatlar sağlamış, kutuplaşmaları asgariye indirmiş, adil yönetime sahip bir ülke olması ile mümkündür. Bu da Avrupa Birliği reform sürecinde ilerlemekle kabildir.

AK Parti hükümetinin dış politikada önceliği Avrupa Birliği hedefi yerine, bölgesel ve hatta küresel güç olma hedefi üzerine yoğunlaştırması bizi ancak, karar süreçlerinde yer almadığımız fakat güvenlik, refah ve istikrarına katkıda bulunduğumuz Transatlantik Dünyası’nın bir tampon ülkesi mesabesine indirir.

Tek alternatif

Türkiye’nin önündeki alternatifler bir tarafta Avrupa Birliği bir tarafta Amerika veya Rusya veya Çin veya Ortadoğu değildir.
Bu gün süratle değişen dünyamızda Türkiye’nin önünde iki seçenekli bir süreç bulunuyor:

Birinci seçenek dünyadaki koşulların gösterdiği değişime uymayı gerektiriyor. Eğer Türkiye dünyada gerçekten bağımsız, saygın, ve etkili bir ülke olmak istiyorsa, değişime ayak uydurmama alternatifi yoktur. Türkiye Avrupa Birliği üyesi olsa da, olmasa sosyal içerikli katılımcı demokratik kurumlara sahip, laik ve modern bir ülke olmak zorundadır. Bu hedefe erişmek ise iç ve dış politikada önceliğin modernleşme reformlarına devam edilmesi üzerinde odaklanmasını zorunlu kılar. Avrupa Birliği hedefi kendi reform dinamiklerimizi doğal bir süreç içinde harekete geçirdiği için önemlidir. Değişim bilinci sırf iktidara ait bir sorumluluk olamaz. Muhalefet de bu sorumlulukta pay sahibidir.

İkinci seçenek ise çağdaş değerlere ve dünyadaki değişime uyum zaruretini göz önünde tutmadan Ortadoğu veya Avrasya’da veya küresel düzeyde güç olma hedefidir. Hukukun üstünlüğü ilkesinin geçerli olduğu toplumların dışında hangi coğrafyayı alternatif seçersek seçelim, yeni dünya hiyerarşisinin çevresine savrulan, merkeze bağımlı bir ülke oluruz. İstikrar, refah, güvenlik ve tam bağımsızlık hedefine de erişemeyiz.
Dış politikada da iç politika da öncelik kavramının yaşamsal rolü işte tam da
burada yatmaktadır.

Avrupa’nın tekeli iki lidere ait değil

Dünyada değişim bütün hızıyla devam ediyor.Türkiye’nin dış politikada tek alternatifi değişen dünyayı anlamak ve önceliklerini ve yönünü bu değişimi izlemesine, hatta yönlendirmesine olanak sağlayacak şekilde belirlemektir. Temennimiz yeni Dışişleri Bakanımızın Türk dış politikasının önceliklerini ve rotasını aynen 2002 - 2004 yılları arasında olduğu gibi yeniden açıkça teşhis edilebilen biçimde modernleşme hedefine kilitlemesidir. Bu hedefin ete kemiğe bürünmesi Avrupa Birliği sürecidir. Unutmayalım ki Avrupa da değişiyor ve Avrupalılığın tekeli sırf Fransa ve Almanya’nın bu günkü liderlerinin elinde bulunmuyor.

Özdem Sanberk: Emekli büyükelçi
 

Radikal
Yayın Tarihi : 22 Mayıs 2009 Cuma 17:11:35


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?