Yeni kitabı 'Öfkeli Yıllar'da 1950'lerin Türkiyesi'ni anlatan gazeteci Altan Öymen, 64 yıllık demokrasi tecrübesine rağmen Türkiye'de tahammülsüzlüğün arttığını düşünüyor. Öymen'e göre o yıllarla şimdiki öfkeli yıllar çok yönden benziyor.
Altan Öymen, Türkiye'de gazeteciliğin gerçek anlamda duayenlerinden... 1952'de Ulus gazetesinde başladığı gazetecilik hayatını, bugün Radikal'de aynı heyecanla sürdürüyor. Öymen'in kısa süre önce yayımlanan 1950'lerin Türkiyesi'ni anlattığı kitabı, "Öfkeli Yıllar" bugünün Türkiyesi'ni anlamak isteyenler için bir kaynak kitap niteliğinde. Manisa'da Romanlara yönelik şiddet eylemlerinin yaşandığı anlarda Öymen'le, 1950'lerin öfkeli yıllarını ve şimdiki öfkeli yılları konuşmak üzere buluştuk.
Altan Öymen, kitabında gazeteciliğe başladığı dönemde Ankara güzeliyle konuşmak gibi ilginç, tapu kadastro haberi yapmak gibi daha az ilginç işlerle ilgilendiğini yazıyor. Geçen hafta Hürriyet'te Çağla Şıkel'le röportaj yapan Öymen'in bahtına, bu kez bizim sorularımızı yanıtlamak düştü...
1950'lerin öfkeli yıllarıyla bu öfkeli yıllar ne kadar benziyor?
Hakikaten benziyor. Bir gazeteci arkadaş, "Bu yılları yazsanız adını ne koyarsınız" diye sormuştu. Ben de "Öfkeli Yıllar 2" demiştim. Mesela son dönemde şehirlere adam sokmama durumu 1950'lerin Türkiyesi'ne çok benziyor. 1952'de İsmet Paşa ve CHP milletvekilleri, o dönemde Balıkesir'e sokulmamıştı. Sebep olarak da halkın galeyana gelebileceği, güvenliğin sağlanamayacağı söylenmişti.
Bugünkü Edirne, İzmir'deki manzaraları andırıyordu.
Peki siyasette kullanılan dil de bugünkü gibi sert miydi?
Kullanılan kelimeler biraz farklıydı. O zamanlar biraz daha Osmanlıcanın etkisinde bir dil vardı. Mesela Menderes'in İnönü için kullandığı "Profesyonel bir cani gibi" sözü ve baykuş benzetmesi, o dönemin en tartışılan siyasi çıkışlarından biriydi. Şimdiyse "vatan hainliği", "namussuzluk" gibi ithamlar siyasilerin ağızlarından düşmüyor.
O dönemde böyle ağır ithamlar olmuyor muydu?
Bazen böyle ağır kelimeler kullanılırdı. Fakat sonra birden bire, bahar havası esmeye başlardı. Menderes, İsmet Paşa'yı över, o da Menderes'in başarılı olmasını istediğini söylerdi. Bugünkü öfkeyse daha yoğun ve daha uzun sürüyor. Asıl önemli olan şu: Demokrasi, 1946'da başlıyor. Takrir-i Sükûn'u sayarsak, 20 yıl demokrasi tecrübesi yok. Demokrat Parti'nin kurucuları da zaten tek partinin eski üyeleri. Dünyada da başarılı bir demokrasi örneği neredeyse yok. Onun etkisiyle tahammülsüzlük oluyordu. Sonuçta demokrasinin ilk 10 yıllık döneminde bunun etkisi vardı. Ama aradan 60 küsur yıl geçtikten sonra hâlâ bu tahammülsüzlüklerin devam etmesi, bazen ilk yıllardakinden de fazla oluşunun izah edilebilir bir tarafı yok.
Bu da Türkiye'de demokrasinin tam oturmadığı anlamına mı geliyor?
Demokrasiye geçişte en büyük hata, ona uygun bir anayasa yapılmamış olması. 1946 yılında demokrasiye geçilirken, 1924 Anayasası'yla yola devam ediliyor. O anayasada teminat müesseseleri yok. Mesela "Basın kanun çerçevesinde özgürdür" diyor. Kanunda "Hükümet isterse gazeteleri kapatabilir" denirse ancak o kadar özgür olabilir. Takrir-i Sükûn dönemi geçirilmiş bir anayasayla demokrasiye geçilmiş.
Bugün de 12 Eylül darbe yönetiminin hazırladığı anayasa yürürlükte. Aynı sıkıntı hâlâ geçerli değil mi?
Şöyle bir şey var. Türkiye, büyük ölçüde Alman Anayasası'ndan yararlanılarak hazırlanan 1961 Anayasası'nı da gördü. Zamanın modern anayasaları içinde en iyilerinden biriydi. Anayasa Mahkemesi gibi teminat makamlarını kurdu. 1982 Anayasası o anayasaya göre geri gidiştir. Yine de teminat müesseseleri korunmuştur. 50'lerde bunlar hiç yoktu. Yani şu anda yaşanan öfkelerin olmaması gerekiyor.
Peki bu 64 yıllık tecrübe ışığında, "Türkiye'de demokrasi kültürü yerleşti" diyebilir misiniz?
Yürümekten koşma aşamasına gelemedi. Emekleyip yürümeye başladı. Arada ayağı tökezledi. Tolerans, empati gibi kavramlar toplumun bir kısmında yerleşti. Bazı kesimlerde ise yerleşmedi. Hâlâ demokrasiyi seçimden ibaret sayanlar var. "Milli iradenin ürünüyüz, seçilerek geldik. Öyleyse her şeyi yaparız." Bu 1950'lerin Türkiyesi'nde söylenirken çoğu kimse gerçekten öyle zannediyordu. Bugün de aynı nokta olmamız vahim bir şey tabii.
AKP ile Demokrat Parti (DP) siyaseten çok benzetiliyor. Bu benzetmede AKP'nin, tıpkı DP gibi ikinci seçimde oyunu artırarak tek başına iktidarda kalmayı başarmasını örnek gösterenler var. Siz iki partiyi kıyasladığınızda bir benzerlik görüyor musunuz?
Demokrat Parti, 1950'de yüzde 52, 1954'te yüzde 57 oy aldı. İkinci zaferi bu kadar büyük farkla kazandıktan sonra, DP'nin kendisine büyük güven duyması gerekirdi. Ama öyle olmadı. Mayısta seçim oldu, hemen ardından ilk icraat olarak Kırşehir'i ilken ilçe yaptılar. Çünkü Bölükbaşı'nın Millet Partisi'ne oy çıkmıştı Kırşehir'den. Menderes, Kırşehir'in ilçe yapılmasına ilişkin eleştiriler karşısında "Velev ki siyasi bir karar, yine de bu vilayette bir anormallik vardır" dedi.
AKP de 2002'de yüzde 33 oy aldı. Seçim sistemindeki gariplikten üçte bir oyla üçte iki temsil hakkı kazandı. 2007'de yüzde 47'ye çıkardı oyunu. Yine "Daha fazlasını isterim" tavrına girdi. Anayasayı değiştirmek istedi, HSYK girişiminde bulundu. Başbakan Meclis Başkanı'nı azarlar duruma geldi.
Yani siyaset açısından iki dönem arasında bir benzerlik var. Benzemeyen taraf ise bugün Türkiye'de artık çok şükür askeri müdahale ihtimali olmaması.
O zaman cumhurbaşkanının 2010 için verdiği mesaja katılıyorsunuz...
Katılıyorum. Askeri müdahale olabileceğine de askerde böyle bir istek olduğuna da inanmıyorum.
Peki 64 senedir iktidarlar sadece kendine güven problemi yaşadığı için mi "her şeye hâkim olmak" istiyor? Bu durumda darbelerin de etkisi var mı?
1950'lerde zaten darbe olmasına kimse ihtimal vermiyordu. Bunun tahammül eksikliğiyle ilgisi olsa gerek. Bugün ordu müdahalesine karşı önlem alalım diyorlarsa, buna zaten gerek yok. 1980'den bu zamana dünya çok değişti. Arada beyannameler, muhtıralar oluyor ama onlara da "Aferin, iyi yaptınız" diyen çıkmıyor. Yani ortada ciddi bir şey yokken böyle tedbirler huzursuzluk yaratır.
Örneğin 1950'lerde "9 Subay" hadisesi vardır. 9 subay, kendi aralarında darbe planları yaptıkları bir arkadaşları tarafından ihbar edildi. Böyle bir şey planlamış olsalar bile delil olmadığı için serbest bırakıldılar. Kamuoyunda bu subaylara haksızlık yapıldığı zannı doğdu. İsmet İnönü de o zaman "Her mahfelde bir masada ihtilal konuşması yapılır, ertesi sabah da unutulur" demişti.
Ergenekon davası sürecini de mi bu bağlamda algılıyorsunuz?
Burada gömülü silahlar, krokiler ortaya çıkıyor. Bu, çok ciddi bir şey. Bu silahları kimin, ne sebeple oraya koyduğunun açıklığa kavuşması çok önemli bir şey. Hukuki açıdan darbe suçlaması için cebir ve şiddet şartı vardır. Burada silah önemli bir unsur. Ama bu sorun doğru dürüst tahkik edilmedi.
Bazı ciddi unsurlar var. Bunların ortaya çıkarılması gerek. Ama hiç silahla alakası olmayan, gazeteci Mustafa Balbay'ı, akademisyenleri örgüt üyeliğiyle tutuklamak ciddi değil. Türkan Saylan'ın evinin aranması artık muhalif olan herkesin "Ergenekoncu" diye etiketlenmesi izlenimini uyandırıyor. Kurunun yanında yaş da yanar denilebilir. Ama bu, tam tersi yaşların yanında kuru da yanmaz durumuna gidiyor. Yani ciddi olarak bunları planlayanları da suçsuz çıkartacak bir durum olabilir.
Kitabınızda 6-7 Eylül olaylarına değindiğiniz bir bölüm var. O dönemde bu şiddet eylemlerinin nedenlerinin çeşitli olduğunu söylüyorsunuz. Bugün Türkiye'nin çeşitli yerlerinde gördüğümüz şiddet eylemlerinde bunun izi var mı?
Hepsinin ortak paydası, bir düşman gösterilmesi. Soğuk Savaş döneminde başta komünistlerdi düşman olarak gösterilenler. 1945'te bunun tezahürüyle Tan Matbaası baskını oldu. Bu, hükümet tarafından da desteklenmişti. 6-7 Eylül'de Kıbrıs meselesi olduğu için yeni düşman olarak İstanbul'daki Rumlar ilan edildi. Hükümet bu olayları yapanların komünistler olduğunu iddia etti. Halbuki olayların içinde yer alanların bir kısmı hem komünistlere hem Rumlara karşıydı. Daha sonra Maraş'ta Sünni-Alevi meselesinde yeni düşmanlar belirlendi. Bugüne bakarsak da Kürtler bu öfkenin unsuru haline geliyor. Sonuçta düşmanın adı değişiyor.
Destekleyeni abat, desteklemeyeni berbat ederim
1950'lerin medya tartışmaları da bugünkülere benziyor gibi...
İki dönemde de havuç-sopa politikası uygulandığı düşünülebilir. "Beni destekleyenleri abat ederim, beni desteklemeyenleri berbat ederim" deniyordu. DP zamanında hükümetin elinde daha direkt imkânlar vardı. Mesela resmi ilanların dağıtımı hükümetin elindeydi. Hükümet bu ilanları kendini destekleyenlere verirdi. Bunun yanında kâğıt da hükümetin kontrolündeydi. Kâğıdı canı istediği gibi dağıtabiliyordu. Ayrıca daha sonra örtülü ödenekten para verildiği de anlaşıldı.
Karşıt görüşleri bastırmak için de gazeteciler cezalandırılıyordu. Basın kanunu değiştirilince gazeteciler hapis cezası almaya başladı. Bunu yanı sıra ağır para cezaları ve sürekli vergi denetimleri gibi şeylere maruz kaldılar.
Kulağa hiç de yabancı gelmiyor...
Hiç yabancı gelmiyor. Hapse atılsa da yine de ortaya muhalefet çıkıyordu. Şimdi medyada daha çoğulcu bir yapılanma olmasına rağmen tahammülsüzlük sürüyor. Başbakan çıkıp "Okumayın bu gazeteleri" diyor. Ben 1950'lerde böyle bir kampanya hatırlamıyorum. Bir tarafta 4.7 milyar lira vergi cezasından bahsediliyor... Memurlara yapılan zammın bütçeye maliyetinin 3 milyar lira olduğu düşünülürse, rakamın ne kadar büyük olduğu anlaşılır. Bu kadar orantısız bir ceza hiç görülmedi.
Demirel hâlâ bizim telefonu kullanıyor
1950'lerde bir süre Ankara'da oturduğumuz apartmanda genç DSİ mühendisi Süleyman Demirel'le komşuyduk. Yıllar sonra Kardeşim Örsan Öymen'le uçakta karşılaşan Demirel eski evin telefonunu söylediğinde Örsan çok şaşırmış. Ben de Demirel'in hafızasının kuvvetli olduğunu bilirdim ama eski komşusunun telefonunu bilecek kadar kuvvetli olmasına şaşırdım. Meğer bizimkiler taşınırken evin telefonunu Demirel'e devretmişler ve o telefonu hâlâ kullanıyormuş. Bir arkadaşım sadece numaranın başına "4" geldiğini söyledi. Ben de çevirdim aynı numarayı ve gerçekten Süleyman Bey'inmiş. Konuştuk, şimdi Ankara'ya gittiğimde ziyaret edip kitabı vereceğim.
1950'lerde siyaset futboldan çok ilgi görüyordu
1950'lerin başında ulusal lig yok. Gazetecilik hayatımın ilk günlerinde Urfa'ya gitmiştim. Gittiğim yerde iki tane kahvehane var. Birine girdik. Ben CHP'nin gazetesi Ulus'ta muhabirim. Kahve sahibi de Demokrat Partiliymiş. CHP kahvehanesi öbür taraftaymış. Günlük hayat böyle bir rekabetin içinde geçiyor. Bu rekabet bazen şakalaşmayla bazen de ciddi kavgalarla sürüyordu. Ama benim kahvehaneci konuk etmişti beni. Gerçi CHP'ye verdi veriştirdi ama sineye çektik. O zaman futbol, siyasetin çok gerisindeydi. Şimdiyle kıyaslanamaz tabii.
İlkokul arkadaşlarımı kartla tanıdım
Ben kolay kolay kâğıt atmam. Gittiğim toplantılarda bile not tutarım. Onları bir kenara koyarım. Sonra bulunabilir. Ama hafızayı takviye edici metotlar var. Mesela gazete koleksiyonu. Çok eski dönemden beri koleksiyon yapıyorum. Bazı anı kitapları yine önemli. Bir de o dönemi yaşayanlarla konuşmak çok önemli. Mesela ilk kitabı yazarken ilkokuldan 15 tane arkadaşımı bulup bizim evde topladım. Birbirimizi tanımadığımız için yakamıza Amerikalıların yaptığı gibi isim kartları yazdık.