1950-80 arası yıllarda siyasetin kinli, öfkeli olduğundan şikâyet edilirdi. İnönü'nün sözüyle, 'Hırçın siyasi üslup bir başarı yöntemi olarak siyasi hayatımızda yer etmişti.' Bunun devletin düzgün işleyişini engellediği ve toplumda beraberliği bozduğu söylenirdi. Demokrasi sorunların bastırıldığı değil, farklı anlayış ve beklentilerle tartışıldığı bir yaşam şeklidir. Onun tartışmaları için de genelde makul, kabul edilebilir bir uzlaşma olur
Anayasa Mahkemesi Başkanımız sayın Haşim Kılıç, eski bir şikâyetimizi günümüz için söylemişti: “Türkiye’nin terörden daha beter bir sorunu var; o da diyalogsuzluk. Yüz yüze... gelip konuşmayı beceremeyenler hangi sorunu çözebilir... Her adımı ihanet olarak değerlendirenler, dolayısıyla kin ve nefret üreten iktidar, muhalefet, yargı, medya hangi sorunu çözebilir...” (Hürriyet; 4 Eylül 2009)
Ülkemizde üç yıl görev yapan bir büyükelçi, “Değişik ülkelerde görev yaptım, bu kadar nefret dolu bir ülke görmedim” demişti.
1950-80 arası yıllarda siyasetin kinli, öfkeli olduğundan şikâyet edilirdi. İnönü’nün sözüyle, “Hırçın siyasi üslup bir başarı yöntemi olarak siyasi hayatımızda yer etmişti.” Bunun devletin düzgün işleyişini engellediği ve toplumda beraberliği bozduğu söylenirdi. Neredeyse herkesin ‘öteki’ saydığı vardı; nefret duyma da doğal sayılırdı. “Ne olacak bu memleketin hali” denir, kederlenilirdi.
‘Ne olacak bu memleketin hali’ yine konuşmalarda. Ama zamanın konuşmaların içeriğine, niteliğine getirdiği bir fark var: Memleketin haline, eskinin-ideolojinin öğretileri ile değil de, zamanın sözleriyle de bakmak. Çözümü de memleketin halinden (olgulardan) çoğulcu demokrasi anlayışı ile oluşturmak.
Aklınla yaşa; öfkene sahip ol
Penguin Psikoloji Sözlüğü, nefreti şöyle tanımlar: “Bir şahsa, gruba ya da nesneye yönelik kin, öfke ve düşmanlık ifade eden derin, devamlı, şiddetli duygu”. Bu tanıma göre nefret, gelip geçici duygusal bir durum değil, devam eden bir tavır ya da kişisel bir mizaçtır.
Bunun nedeninin de değişik açıklamaları var: Antik Çağ’ın ve Aydınlanma Çağı’nın akılcı öğretisine göre insan, kendine özgü akla, iradeye, tabiyata ve ahlaka sahiptir. Yaptıkları, söyledikleri onun akılcı seçimidir.Yaşına, sosyal şartlarına uymayan davranışlar, normalden, doğal olandan sapmadır. Liberal felsefenin söylediği buydu.
Psikoanalitik görüşe göre kişinin ruhi özellikleri, çocukluk yıllarında çevresiyle olan ilişkiler içinde şekillenir. Kişinin bilincinin dışında, bilemediği bir ruh âlemi vardır; hoşlanmadığı duygularını, eğilimlerini bu bilinç altına iter; onları orada tutabilmek içinde değişik ruhi savunma mekanizmaları kullanır. Bu bilinçaltı kişinin düşünce ve duygularını, davranışını etkiler. Kişinin akıllı görünmeyen ya da aşırı duygusal görünen davranışlarının nedeni bu bilinç dışında bastırılmış, bilemediği duygulardır: Çoğu insan, çoğu durumda yaptıklarının, söylediklerinin gerçek nedenini, ne anlar ne de bilir.
Sosyal antropoloji ise kişinin davranışını onun çevresindeki sosyal ölçülerin, öğretilerin ve beklentilerin belirlediğini söyler. Kişinin davranışlarının bir bölümü bir grubun üyesi kimliğiyle oluşur. Değişik ‘hayat sahneleri’ içinde davranırlar; davranışlarını grubun beklentilerine göre düzenlerler.
Çoğu akıllı, doğru-iyi insan grubunun baskısına, tavrına uyar. Grubunun aşırılıklar, yanlışları karşısında sessiz kalır; İçine döner (İnner immigration).
Öfkenin nedeni ne olursa olsun, öfkeyi akıllı bildiklerimize, önderlerimize pek yakıştıramayız. Siyasetimizin önderlerinin TV’deki öfkeli görüntülerinden, üsluplarından şikâyetler bilinir.
Şu da bilinir: Konuşmada öne çıkan konunun değerlendirilmesi değil de, onun öznesinin aşağılanması olursa görüntü itici olur. Yine konuşmada öfkenin dozu-şekli o kültürün ölçülerine göre kabul edilir olmazsa, bu eşik aşılırsa yine konuşma itici olur; anlamlı olmaz.
İnsanın benzer doğası; farklı çevresi
İnsanlar akıl-duygu yapıları yönünden benzerdir. Bu anlamda eşittirler, eşit doğarlar. Ama değişik toplumların insanlarının akıllarıyla, oluşturdukları kurumlar, değerler, bilgi, teknoloji farklı olmuştur. Oluşturdukları sorular ve cevaplar da farklı olmuştur. Bu çevre de, insanın tavrının, yaşama ve düşünme şeklinin oluşmasında belirleyici olmuştur.
İnsan hakları, egemenlik, laiklik kavramları Aydınlanma Çağı’nda İngiltere, Fransa’da oluşmuştu. Bu kavramlar, tarihi bir süreç içinde o toplumların siyasi düşüncesi, kurumsal değerleri oldu; siyasi-sosyal statünün belirleyicisi oldu.
Aydınlanma Çağı’nın bir başka değeri milliyetçilik, millet-millet egemenliğiyle ilişkili olarak özellikle Almanya’da oluşturuldu; bir anlamda da Fransa karşıtlığıydı.
Millet ne idi: İngiltere, Amerika’ da millet var olan halktır; onun kimliği ise ne-nasıl hissediyorsa o’dur. Bağlayıcı olan değerlerdir; bağlılık bunlara, vatanadır. Öncelik bağlılıkta değil, bireysel haklardadır.
Alman Romantizmi millet anlamına radikal bir değişim getirmişti: Millet özel, farklı, kökleri tarihte olan bir varlıktı. Her milletin kendi tarih süreci, coğrafyasıyla ilişkili belli ve farklı özellikleri vardı; farklı değerler, alışkanlıklar ve kurumlar oluşturmuşlardı.
Millet tartışması
Sorun şuydu: Milletin hangi özellikleri öne çıkartılacaktı; tarihi nasıl yorumlanacaktı? Millet egemenliğinin anlamı neydi, nasıl kullanılacaktı? Bunun ideolojisi oluşturulacaktı; oluşturuldu: Milliyetçilik oluşturulmuş bir düşünce,
anlayış şekliydi. Aynı zamanda, bu ideolojiye bakışın duygusuydu.
Birbirinden radikal olarak farklı iki milliyetçilik oluşmuştu: İngiltere, Amerika örneklerinde bireysel-liberal milliyetçilik; Almanya, Rusya’da otoriter-homojen (collectivist) milliyetçilik.
Fransa’da ikisinin karması.
Milliyetçilikle ulaşılmak istenen de değişik olmuştu: Bağımsızlık, dil-soy birliğine dayalı milli devlet, kültür-dil birliğinin korunması... Milli devlet fikri genelde ülkelerin sosyal gerçeğine uymamıştı: Her ülkede etnik, dini azınlıklar vardı. Soya, dine, dile dayalı milli devlet, milli kimlik tanımı sosyal gerçeğe uymuyordu; kapsayıcı olamıyordu. ‘Ötekilere’ yönelik bir dışlama, öfke ve dışlananlarda da ‘öteki’ ne karşı bastırılmış ya da açık bir öfke, husumet oluyordu. Milliyetçilik gizli-açık kavgacılıkla beraberdi. Tüm bunlar toplumda güvensizliğe, huzursuzluğa, kavgalara neden oluyordu. Gereğine,haklılığına inananlar, savunanlar azaldı.
İlkelere göre
Cumhuriyet yeni bir devletin kurulmasıydı, aynı zamanda kültürel mühendislik projesiydi: Düşünce ve yaşayış şeklinin, sosyal statünün ilişkilerin, kadının sosyal statüsünün çağdaş örneklere, göre düzenlenmesiydi. Altı ilke düzenleyici, yönlendirici olacaktı, oldu. Bunlar 1937 Anayasası’na Cumhuriyet’in ilkeleri ve niteliği olarak girmişti. Laiklik, milliyetçilik temel ilkeler oldu; geçen 80 yılın siyasi tartışmaları, bu iki ilkeyle ilişkili oldu.
Tarihçi Prof. Feroz Ahmet Cumhuriyet’in milliyetçilik ideolojisinin oluşmasıyla ilgili şunları der: “Başlangıçta... Bütün unsurlar eşit haklarla entegre olacak... Yurtseverlik şeklinde olacak... İdeali vardı. Bu ideal ne zaman daha milliyetçi bir niteliğe büründü... Ne zaman değişti. Belki Şeyh Sait isyanıyla, belki, Almanya ve İtalya’dan gelen milliyetçilik fikriyle, bunları bilemiyoruz, açık değil... Atatürk bence yurtseverdi; milliyetçi değildi... 1920’lerde milliyetçilik için geçerli, gerekli dil ve kavramlar yoktu. Tek tük milliyetçiler vardı belki. Cumhuriyet’in bile başlangıçta sembolleri büyük ölçüde İslami’ydi...” (Milliyet; 27-07-1998)
Milliyetçilik ideolojisiyle amaçlanan, homojen-dili Türkçe, düşünce ve yaşama şekliyle Batılı bir millet oluşturmadır. Eğitim milli olacaktı. Tarih ideolojiye göre yorumlanacaktı. Statü, laiklik, milliyetçilik ilkesine göre düzenlenecekti. Bunlar ve Cumhuriyet’in diğer ilkeleri kurumların değerleri olacaktı. Uygulama da özellikle karizmatik dönemde böyle oldu.
Uygulama Sünni-Türk’e siyasi, sosyal, ekonomik üstünlük ve ayrıcalık tanıma şeklinde oldu. Milliyetçilik ideolojisinin doğasında dışlama, dışlanana öfke-ve bunun öğretisi, yönlendirmesi de- vardı.
İç-dış düşmanlar vardı
Günümüz vatandaşlarının hemen hemen tümü Cumhuriyet döneminin insanlarıdır; eğitimleri Cumhuriyet’in okullarında olmuştur. Kimliklerinin oluşmasında eğitim, resmi söylem, Cumhuriyet’in ortamı değişik şekilde etkili olmuştu. Ama zamanın başka öğretileri, etkileri de vardı.
Toplumun tarihinden gelen sosyal yapısı vardı. Kürt, Kürtçe vardı. Alevi, azda olsa Hıristiyan, Yahudi vatandaş vardı. Bu vatandaşların da adetleri kendilerine-başkalarına bakışları vardı. Toplum, cemaat önderlerinin söyledikleri vardı. Öteki oldukları için bazı acıları yaşamışlardı; bunların bastırılmış öfkeleri vardı. Kimlikte tüm bunların yeri ve etkileri vardı.
Tüm bunlar grup değerleri, ölçüleri anlamında sosyal gerçeklerdi.
Olgu değişir, anlayış değişir
Eskiler ‘zaman değişir, ahkam değişir’ demişler. Zaman, değişen iç ve dış şartlar, belli konuları başka değerlerle, referanslarla ilişkili olarak öne çıkarır. Zaman ırmağı geçen yıllarda da içinde olan ‘Kürt gerçeğini’ üste ve öne çıkartmıştı; değişmiş anlamı ve referanslarıyla çıkartmıştı. Bu zamanın sosyal gerçeğiydi.
Hayatta sosyal bir gerçeğin varlığı kendiliğinden sorun oluşturmaz. Bu gerçekten şikâyetin, rahatsızlığın olması gerekir. Ve bu sosyal gerçeği ve şikâyeti seslendiren, yönlendiren güçlü siyasi, sosyal aktörlerin olması gerekir.
Zamanımızda Cumhurbaşkanımız sayın Gül, Başbakanımız sayın Erdoğan partisi, grubu- ‘Kürt gerçeğini’ demokratik açılım söylemi ve kavramıyla ilişkilendirerek anlatıyorlar; yönlendiriyorlar. Meclisimizde, Kürtlerle özdeştirilen bir parti ve grubu var... Yazılıyor, konuşuluyor.
‘Kürt gerçeği’ne bakış
İki muhalefet partimizin sayın genel başkanları Baykal, Bahçeli ‘Kürt gerçeğine’ başka bir anlayışla bakıyorlar: Başbakan’ın demokratik açılım söyleminin, süreci yönetme şeklinin sonucunun ‘ülke-millet bütünlüğünü’ bozulacağını söylüyorlar.Bu görüşe endişe ile katılan milyonlarca vatandaşımız var. Bunların öfkeleri, tepkileri var. Bunlar da zamanın sosyal gerçeği.
Hiçbir hesaplama bizi sıkıntılı tercihlerden kurtaramaz. Hayatta hesabımıza, tedbirimize güvenimiz ne olursa olsun öngörülmeyen vardır. Ve değerler, çıkarlar, amaçlar çatışır. Belli değerler belli tarihi, sosyal şartlarda geçerlidir. Eskilerin dediği gibi, ‘Zaman değişir, ahkam değişir.’
Zamanın tartışmalarındaki sorun konuda ‘ahkamın’ ne olacağı ile ilgili görünüyor. Kürt gerçeğini anlamlandırmada, ona çözüm oluşturma-uygulamada yerleşik ideoloji onun öğretisi mi yönlendirici olacaktır. Ya da sosyal gerçek ve çoğulcu demokrasinin değerleri mi yönlendirici, düzenleyici olacaktır. Bunun tartışmaları, ‘resmi söylem’ denilen konuları, sembolleri, alışkanlıkları gündeme getirecektir. Geçmişin belalı, acılı konuları konuşulacaktır.
Yerleşik inanmaları sonuçlarına göre sorgulama, değerlendirme kolay olmaz; adım adım olur. İnsan hoşuna gitmeyen bilgiye, olguya kapalıdır. Gerçeği kabullenmenin süreci vardır. İnsan birbirine uymayan görüşleri aynı anda kafasında korur; şartlara göre bunlardan birini öne çıkartır (congnitive dissonance). ‘Kafa karışıklığı’ doğamızda vardır.
Demokrasi değerlerle, sosyal gerçeğin karşılıklı bağımlılık içinde olduğu bir süreçtir. ‘Kürt gerçeği’de çoğulcu demokrasinin değerleriyle karşılıklı ilişki ve bağımlılık içinde tartışılacaktır. Demokrasi sorunların bastırıldığı değil, farklı anlayış ve beklentilerle tartışıldığı bir yaşam şeklidir. Onun tartışmaları için de genelde makul, kabul edilebilir bir uzlaşma olur. Bu mükemmel olan değildir; mümkün olandır; onunla yaşanır. Bazan çözüm oluşturulamaz; onunla sabır ve hoşgörü ile yaşanır. Geçmişte böyle oldu. Zaman ırmağı akışı içinde olumsuzu-zamana uymayan alışkanlıkları değerleri- kıyıya itti; olumlu için de can suyu oldu; o yönde aktı. Gelecekte de öyle olması mümkündür; öyle olacaktır.
Dr. Cevdet Aykan: Psikiyatr; eski Köyişleri ve Sağlık Bakanı.