27
Mayıs
2024
Pazertesi
SİYASET

Almanya seçimleri ve Türkiye

Almanya'da yapılan seçimler bu kez Türkiye medyasının büyük ölçüde ilgi alanına girmiş durumda; bu ilginin nedeni de herhalde Almanya gibi büyük bir iktisadi gücün bünyesinde yaşanan siyasal gelişmeler, bu siyasal gelişmelerin dünyayı, AB'yi nasıl etkileyeceği ya da dünyanın, AB'nin Almanya'yı nasıl etkilediği değil de Angela Merkel başkanlığında kurulacak yeni merkez sağ koalisyonun Türkiye'ye, Türkiye'nin AB sürecine nasıl baktığı olsa gerek diye düşünüyorum.


Aslında, bizim dışımızda yaşanan her iktisadi ya da siyasal gelişmeye hep bu gelişmeler bizi nasıl etkiler diye bakmak yerine bu gelişmelerin bizzat kendisiyle, Türkiye'ye kaçınılmaz etkilerini ikinci planda tutarak, doğrudan ilgilenirsek sanki bu gelişmeleri ve etkilerini daha iyi kontrol edebiliriz kanısındayım.

Çok önemli bulduğum bu ayırımı şimdilik tartışma dışına alalım ve Angela Merkel başkanlığında kurulacak yeni merkez sağ koalisyonun Türkiye'nin AB sürecine bakışını ve Türkiye'nin bu Alman pozisyonu karşısında alması gerektiğini düşündüğüm tavrı tartışalım.

Seçim sonuçları açıklandıktan sonra bizzat Angela Merkel'e Türkiye politikasına ilişkin sorular yöneltildi ve Merkel de bu sorulara çok açık cevaplar üretti.

Angela Merkel verdiği cevaplarda Türkiye'ye ilişkin iki nokta üzerinde ısrarla durdu; bunlardan birincisi Türkiye'nin müzakere sürecinde ilgili dosyaların ve hiçbir zaman geride kalamayacak olan Kopenhag Kriterleri'nin gereklerini yerine getirme zorunluluğu idi.

Merkel'in üzerinde durduğu ikinci nokta ise Türkiye'nin AB'ye tam üyelik durumunda AB'nin bu işe hazır olup olamayacağı, yani daha teknik bir tabirle absorpsiyon kapasitesi idi.

Merkel'in gündeme getirdiği bu iki konuyu da Türkiye çok derinlemesine tartışmak durumundadır.

2004 senesi İlerleme Raporu Türkiye'nin Kopenhag Kriterleri'ni "yeterince" yerine getirdiğini ifade etmiş ve arkasından toplanan zirvede de müzakerelerin açılması kararı alınmış idi.

Bu kararın yani Türkiye'nin Kopenhag Kriterleri'ni yeterince yerine getirdiği saptaması sonrası müzakerelerin açılması kararından sonra Türkiye çok çalkantılı dönemler yaşadı, 27 Nisan muhtırasını, 367 kepazeliğini, yüzde 47'lik seçim zaferini, Gül'ün cumhurbaşkanlığını, yüzde 47'lik çok net kamuoyu desteğine karşın yeni bir anayasa için yaşanan tıkanmayı, yüzde 47 oy alan bir partiye açılan kapatma davasını gördü.

Ve maalesef bu çalkantılar içinde Türkiye, Kopenhag Kriterleri doğrultusunda reform sürecini devam ettirmeyi de ikinci plana attı ve hatta bazı alanlarda gerileme bile gösterdi; reform sürecinin tavsamasının sonuçlarının neler olacağını hep beraber göreceğiz.

Yukarıda belirttiğim gibi Angela Merkel'in Türkiye'ye ilişkin gündeme getirdiği iki noktadan birincisi Kopenhag Kriterleri'nin ve müzakere dosyalarının gereklerinin yerine getirilmesi yani Türkiye'nin yükümlülüklerini üstlenmesi.

Angela Merkel'in bu konuyu bu kadar yalın bir şekilde neden söylediğinden bağımsız olarak kanımca bizlerin yapması gereken, hiç ama hiç vakit geçirmeden Kopenhag Kriterleri'nin ve müzakere dosyalarının gereklerinin eksiksiz olarak yerine getirilmesi.

Kopenhag Kriterleri denen şey demokrasi ve hukuk devleti kavramlarından başka şey değil; bu kriterlerin gereklerinin her geçen gün daha fazla mesafe alarak yerine getirilmesi Merkel'le alakalı bir konu değil, ortalama Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının daha demokratik, daha hukuk devleti koşullarına uygun bir ortamda yaşaması demektir.

Daha fazla demokrasi ve daha fazla hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının kısm-ı azamının çıkarlarına uygun bir gelişmedir; daha fazla hukuk ve demokrasiden rahatsız olacak, çıkarları zedelenecek, ayrıcalıkları törpülenecek küçük bir grubun da varlığı muhakkak ama bu grubun avantalarının devamı için de ülkenin çok büyük çoğunluğunun tartışılmaz çıkarlarını ikinci plana atmak akıl alır bir konu olmasa gerek.

Çok net ve iddialı söylüyorum, Kopenhag Kriterleri'nin, katılım ortaklığı belgelerinde ifadesini bulan taleplerin, ilerleme raporlarında getirilen eleştirilerin tümü, evet istisnasız tümü doğru konulardır, gereklerinin yerine getirilmesi ortalama vatandaşın refahını yükseltecek konulardır.

Aynı iddiamı müzakere dosyalarının gerekleri için de tekrarlıyorum; ne Kopenhag Kriterleri'nin ülke bazında geliştirilmiş talepleri ne de müzakere dosyalarının gerekleri arasında yerine getirildiğinde yurttaşlarımızın yaşam koşullarını olumsuz etkileyecek bir nokta bulunmamaktadır.

Tam da bu nedenden, müzakere sürecini bir pazarlık süreci olarak değil de dosyaların içeriklerine uyum süreci olarak görmek ve talepleri eksiksiz yerine getirmek lazım; bu eksiksiz uyumdan rahatsız olacak kesimler, ihale ağaları, rekabetten kaçan sektör temsilcileri falan olacaktır ama bu kesimlerin sistemden elenmesi de yine ortalama yurttaşın çıkarına uygun bir gelişme olacaktır.

Merkel'in ilk koşulunda hiçbir sorun yok, hatta Merkel bunları hatırlatmadan çok daha önce bizlerin atak bir tavırla bunları çözmemiz gerekiyordu.

Gelelim Merkel'in ikinci pozisyonuna, yani AB'nin Türkiye'yi içine almada karşılaşacağı iddia edilen zorluklar meselesine; bu konu gerçekten önemli ve herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir konu. İlk yapmamız gereken saptama, Türkiye'nin Kopenhag Kriterleri'nde ve müzakere dosyalarının içeriğinde mesafe almasına paralel olarak Angela Merkel, Nicholas Sarkozy gibi AB liderlerinin itirazlarında hem sübjektif hem de objektif olmak üzere zemin kaybı yaşanacağı.

Türkiye, Kopenhag Kriterleri'nde ve müzakere dosyalarında atak olduğu ölçüde AB içinde Türkiye yanlılarının sesi daha gür çıkacak, Merkel, Sarkozy gibi liderler de bu kadar rahat davranamayacaklardır; Türkiye'nin AB üyeliğine itiraz edenlerin sübjektif zemin kaybı dediğim budur.

Daha da önemli olmak üzere, Kopenhag Kriterleri'nde ve müzakere dosyalarında ilerlemeler gösteren Türkiye'nin AB entegrasyonunda AB'ye yükleyeceği iddia edilen yüklerde de muazzam azalma olacak ve AB'deki muhalifler de böylece "objektif" zemin kaybına uğrayacaklardır.

Çok daha önemli başka bir teknik konu da, imtiyazlı ortaklık gibi ne olduğu bile bilinmeyen bir statü yerine tam üyelik durumunda Türkiye'nin bütçe, nüfusa dayalı temsil ve işgücünün serbest dolaşımı konularında makul ve mantıklı bir pazarlığa açık olacağını diplomatik bir üslupla AB yetkililerine duyurmaktır.

AB Komisyonu daima Merkel ve Sarkozy'ye oranla Türkiye'ye büyük destek vermektedir; yapılması gereken şeyler, Kopenhag Kriterleri'nde ve müzakere dosyalarının içeriğinde AB'yi şaşırtacak ölçüde atak olmak ve tam üyelik perspektifinden zerre kadar taviz vermeden AB halklarını kısmen de gerçekçi nedenlerden ürküten konularda pazarlığa açık olunduğunu hissettirmektir.

AB tam üyeliği gerçekleşmeden Türkiye'nin gündeminden iki temel belanın, sivil-asker ilişkilerindeki çarpıklık ve din-devlet ilişkilerindeki korkuların geri dönüşsüz olarak tasfiye olması mümkün değildir.

Bu iki konu da çözülmeden sürdürülebilir büyüme perspektifi gerçekçi değildir.

AB dışında kalmak 27 Nisan'ların, 367 kararlarının, yüzde 47 oy almış bir partiye açılan kapatma davalarının, Melih Gökçek referandumlarının olağanlaşması demek olacaktır.

 

zaman-eser karakaş
Yayın Tarihi : 2 Ekim 2009 Cuma 02:56:23


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?