19
Mayıs
2024
Pazar
SİYASET

Atatürk'ün Ermeni tehcirine bakışı

Kenthaber kültür/sanat yazarı Teoman Törün,  Hürriyet Genel Yayın Müdürü Ertuğrul Özkök'ün  bu yakında iki gün ard arda yazdığı makalelerinde yer alan bir polemik hakkında görüşlerini kaleme aldı. Törün'ün "Atatürk'ün Ermeni tehcirine bakışı" başlıklı yazısını ilgiyle okuyacağınızı umarız.

"Atatürk'ün Ermeni tehcirine bakışı"

Taner Akçam adındaki yazar ABD’de yazdığı ve ermenilerin soykırım iddialarının desteklendiği “Utanç Verici bir İş” adındaki kitabına, Atatürk'ün 24.Nisan.1924 tarihli Meclis oturumunda aynı anlama gelen “fazahat” sözcüğünü kullanmasına dayanarak ve aynı fikirde olduğundan bu adı verdiğini açıklamış. A.Turhan Alkan ise Zaman gazetesinde, o günün Meclis zabıtlarında böyle bir kayda rastlamadığını yazması üzerine Özkök buna atıfla AKÇAM’ın iddiasının asılsızlığına değiniyor; fakat Şule Perinçek’in, Atatürk tarafından kapalı değil de açık oturumda bu ifadenin kullanıldığını teyid etmesi üzerine, ikinci makalesinde Akçam’dan özür dileyen bir tavır içine giriyor.

Şimdi Meclisde cereyan eden bu olayı değerlendirmek için, öncelikle o sıralardaki politik konjontürü, Atatürkün kişiliğini ve (elbette herkesin düşünce ve beyan özgürlüğüne saygı göstermekle birlikde) kitap yazarının, bu ismi seçmedeki ruhsal dinamiklerini araştırma bakımından biyograsini, saptamamız gerek: 1) Dönem 24.Temmuz.1923’de imzalanmış Lozan Antlaşması sonrası… Musul sorununun askıda kalması üzerine antlaşmanın 3. maddesi, 2.fıkrasına göre “Türkiye ile Irak arasındaki sınır Türkiye ile Büyük Britanya arasında anlaşma suretiyle belirlenecektir” hükmü getirilmiş. Lozan Konferansı sırasında kurulan komisyonlar arasında “Azınlıklar Komisyonu” da vardır. Türkiyeyi sıkıştırma yolunda bahanelerden biri de azınlıkların durumudur. 2) Atatürk olaganüstü dirayet ve yetenekde bir asker, dâhi bir Devlet adamı ve politikacı, özellikle açık konuşmalarında bir tek sözcüğü bile özenle seçen usta bir hatipdir; gücünü ve olanaklarını sonuna kadar kullanır, fırsatlar yaratır ama sınırlarını da bilir; bu nedenle bütün yabancı siyaset adamlarınca “Dünyada ve tarih boyunca hiçbir kararında yanılmamış tek lider olarak tanınır. Anılan Meclis oturumunda “İkinci teklif, memleket dahilinde katliâm yapılmaması ki bu Ermenilere karşı gayrı varittir (asılsızdır) …. Harb-ı Umumî’nin başlangıç safhalarından bahsetmek istemem ve zaten İtilâf Devletlerinin bahsettikleri bittabi maziye ait fazahat değildir.” derken, geçmişdeki bazı yönetim beceriksizliklerinden doğan acı olayların varlığına değinmekde, fakat Antlaşma taraflarının hepsinin bunların küllendiğini kabûl ettiklerini ifade etmektedir. Aşağıda da açıklayacağımız üzere, zaten tehcir ve katil sorumlularına karşı kendi ülkemizde uygulanan bazı yargılamalardan sonra bu olaydan sözedilmez olmuştur; soykırımın ise anlamı dahi bilinmiyordu; cereyan eden olayların sorumluluğunun bütün ulusa sirayet ettiğini iddia eden de yoktu. Ağzından çıkan “fazahat” sözcüğü ne bir soykırım kabûlünü ne de yapılan bazı rezillik ve ayıpların ulusa maledilebileceğini içermektedir. Savaş cehennemi içinde bir meşru savunma önlemi çerçevesinde başvurulan Ermeni tehcirinin “soykırımla” uzakdan yakından ilgisi olmadığı konusunu şimdilik bir yana bırakalım, her şeyden önce, Birinci Dünya savaşına girme çılgınlığı Enver ve Cemal Paşaların gizli bir celsede Sadrazam Sait Halim Paşaya şantajla kabûl ettirdikleri, ulusun bilgi ve iradesi dışındaki bir rezillikdi; Osmanlı kabinesinin öteki üyelerinden gizlenmiş, bu gizli celseden kötü bir koku alan Cavit Bey, endişe ile sorduğu soruya “yeminimiz var, kimseye söyleyemeyiz” yanıtı almıştı; işte bütün belâlar, sadece bu iki paşaya ait olan bu demokrasi fazahati ile başlamıştı. Ulusun hiç haberi olmadan Sıvastapol bombardman edilmişti. “Soykırım” kavramının politika literatürüne girmesine sebebiyet veren Hitler ise 19.Ağustos.1934’de yapılan plebisitte oyların %90’ını alarak “Önder ve Şansölye” unvanını kazandı. Bu biçimsel demokrasiden yararlanarak ilk yaptığı icraaat 18 yaşını dolduran her Alman gencini Nazi Partisi üyesi yapmak ve “antisemitizm, Yahudi düşmanlığı” ilkesini ulusuna kabûl ettirmek, daha barış zamanından itibaren Deutsches Jungvolk (Genç Almanlar) ve diğer milis örgütlenmeleri aracılığı ile Yahudi tasfiyesine başlamak oldu. Sıcağı sıcağına edinilmiş veri ve kanıtlarla Nürnberg davalarının konusu olmuş, Holokost da denilen Yahudi Soykırımı uygulamasının ne olduğunu ise internet sitelerinde referansları verilen sayısız kaynaklardan öğrenebilirsiniz. Bu konuda yayınlanmış ilk yetkin eser, William Shirer’in “The Rise and Fall of the Third Reich – Üçüncü Rayş’ın (Alman Devleti) Yükseliş ve Çöküşü”dür. Sayısız filmlerini gördüğünüz sistematik Yahudi istismarının yanı sıra, Alman doktorlarının bilimsel araştırma (?)
Çerçevesinde, Nazilerin ırkçı bakışı ile aşağılık Doğulu olarak gördükleri Rus esirlerine reva gördükleri işkenceleri bu kitapda tüyler ürperek okursunuz. Modern Jewish History” isimli eserde tüm Avrpa ülkelerinin Yahudi kırımı ile ellerinin kirli olduğunu görürsünüz.

Dönelim Atatürk'ün azınlıklar politikasına… Kurtuluş mücadelesi başlarken, özellikle Ruslar ve Fransızlarla yaptığı anlaşmalarla meşruiyet zeminini ve destek bağlantlarını güçlendiren bu dâhî devlet adamı, her zaman için kaşındırılacağını bildiği azınlıklar konusunda duyarlıkları yatıştıracak beyanları yayınlatıyordu. Ünlü Söylev’inin “Belgeler” Bölümünde yer alıp, Bahriye Nazırı Salih Hulusî tarafından, 21.Ekim.1919’da yayınlanmış 159 sayılı genelgede belirlenen ilkeler içinde “Tehcir dolayısıyla irtikâb-ı cürmedenlerin kanunen mücazatı adlen ve siyaseten elzemdir - Göç ettirme sırasında suç işleyenlerin cezalandırılmaları adalet ve siyaset bakımından zorunludur” maddesi bulunmaktadır. Bu, özellikle o zaman için çok önemli olan politik teyakkuzun gereğidir. Ata’nın daha sonra kullanacağı, zaten ulusumuzu gereksiz yere ateşe atan basiretsiz liderlerin müstahak oldukları “fazahat” sözcüğü de idareten ve siyaseten söylenmiştir.

Atatürk’ün kitap başlığı olacak (ve olmuş) söz ve buyrukları çoktur; bunlar elde edeceğine güvendiği bir sonuca varmak için kararlılığını ifade eder. Bu kitaplardan biri, bir İngiliz subayı Edward J. Ericson’un yazdığı “Ordered to Die – Ölmeleri Emredildi”dir. Atatürk Çanakkalede, Conkbayırında 57. Alay subaylarına, hiçbir başka komutanın havsalasının almayacağı ve cesaret edemiyeceği bir taarruz buyruğu verirken: “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum… Biz ölünceye kadar gececek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler, kumandanlar alabilir” diyordu. Bu emirle 57. alay hiç duraksamamış, ölüme koşmuştu.

3) Şimdi gelelim, Ata’nın idareten söylediği sözü bir vecize imiş gib kitap başlığı yapma küstahlığını gösteren Taner Akçam’ın kişiliğine… Ardahan’ın Ölçek köyünde doğan Akçam ODTÜ İdarî İlimler Fakültesini bitirdi. Devrimci Gençlik dergisinin sorumlu yazı işleri müdürü olarak dergide komünistlik ve Kürtçülük propogandası yapıldığı iddiası ile tutuklandı ve yargılanarak 1977 başında 9 yıl hapse mahkûm oldu. Hapisden kaçarak Almanyada siyasal sığınmacı olarak yaşamaya başladı. Kürt asıllı olduğu anlaşılıyor. Çoğu ermeni olan gazetecilere, “soykırım konusunu gündemine almayan hiçbir girişimin Türklerle Ermeniler arasındaki barışı tesise muvaffak olamayacağı” yolunda ropörtajlar veriyor.

Ben İstanbul Barosunda “Avrupa Birliği Hukuku Komisyonu” çalışmalarına katılırken bir toplantımızda, Abdullah Öcalan’ın avukatlarından Hasip Kaplan da bulunmuş,bir vesile ile, Güneydoğulu olan dedelerinden, Ermeni göçü sırasında, Kürt aşiretleri içersinde, gayrı müslimlerin öldürülmesi gerektiği yolunda Padişah fermanı olduğu şayiası uçurularak, ermenilerin mal ve mülklerine tamaen bu aşiretlerce bir çok ermeninin telef edildiğini öğrendiğini teyid etmişti. Benim bildiğim kadarı ile de, Vehip Paşa (Çanakkale Kolordu Kumandanı Esat paşanın kardeşi) 1916 başlarında II.Ordu Kumandanlığına atandıkdan sonra divan-ı harpler kurdurarak, bu kıtâllerin sorumlularını yargılayıp bazılarını idam ettirmiştir.

Kökenini doğrudan doğruya, 1877-78 Rus-Türk Savaşı sonundaki Ayestefanos antlaşması ve Berlin barış antlaşmasından (hattâ dolaylı olarak 1815 Viyana Antlaşmasının meşruiyet ilkesine aykırı olarak Çar I. Aleksandr’ın önerdiği ve dinler arasına fesat sokan “Kutsal İttifak”dan) alan Ermeni kaynaşması Taşnak ve Hınçak komitelerinin tertiplediği isyanlarla çeşitli evrelerden geçip, devamlı dış tahrikler ve I. Dünya Savaşında ülkenin doğu cephesinde ermenilerin silâhlı birliklerinin Rus saflarına geçmesi ile uç noktaya varmış, “askerî gereklere dayanarak ya da casusluk ve ihanetleri hissedilen kasabalar halkının münferiden veya toplu olarak başka mahâllere sevki ve yerleştirilmesi”ni düzenleyen geçici yasanın çıkarılması zorunluluğu doğmuştu. Savaş sonunda, Talat ve Cemâl Paşaların kaçtıkları ülkelerde ermeni suikastçıları tarafından katledildiklerini biliyoruz. Ayrıca, işgâl altındaki İstanbulda ermenilerin kayıpları ile doğrudan ilgileri olmayan (bir ironi olarak Vehip Paşa da dahil) 63 kişi (şimdiki İstanbul Ü. Siyasal Bilgiler fakültesi olan) Bekirağa Bölüğünde tutuklanarak, (gene bir ironi olarak) Kürt asıllı Nemrut Mustafa Nazım Paşa Divan-ı Hârbinde yargılanmışlardır. Vehip Paşa önce serbest bırakılacak, fakat tekrar arandığını öğrenince İtalyaya kaçacak, fakat Habeşistanı işgâle başlayan İtalyanlara karşı, zûlme uğrayan Habeşlerin saflarında kahramanca çarpışacaktır. Yargılama sonunda ise, özellikle Mülkiye camiasının kâlplerinde hâlâ kanamakda olan bir sonuca varılmış, İttihat ve Terakki Hükûmetince yukarda andığımız geçici yasayı uygulama görevi verilen Boğazlayan Kaymakamı Mehmet Kemâl Bey, kentteki ermenilerin taşkınlıkları ve işgâl kuvvetlerinin baskıları ile idama mahkûm edilmiştir. Masum bir genç görevli olan Kemâl Beyin mahkûmiyetinden önce yapılan baskılara nasıl dayanılacağı Osmanlı kabinesinde çok şiddetli tartışmalara yol açmış; ama o günün koşullarında karşı konulamamıştır. Kadıköydeki Mahmut Baba türbesi yanındaki mezarlığa gömülü “Millî Şehit Kemâl Bey’in başında mülkiyeliler her yıl ihtifâl yapar. Belki bu yazıyı okuyan bir ermeni “Sizin acınız bundan ibaret mi?” diyecek; hayır değil, ben de daha küçük çocukken babamın kitapları arasındaki Ahmet Cevdet’e ait “Tarihde Ermeni Mezalimi” isimli eserden etkilenmiş, Taşnak, Hınçak haydutlarının, dağdaki çobana kadar işkence ile öldürdüğü onbinlerce Türkün dramlarını okumuştum. Daha yeni, Asala haydutlarının, çağdaş Dünyanın gözleri önünde işedikleri cinayetlere tanık olduk. Hümanist eğitim almış hariciyecilerimizden 40 kadar şehit verdik. Fakülteden tanıdığım hayat dolu sportmen Sidney Başkonsolosu Şarık Arıyak’ın, anacığının felce uğradığına tanık olduğum gencecik Oktar Cerit’in, Paris Büyük Elçisi iken şehit edilen büyüğümüz İsmail Erez’in acıları da yüreğimi dağlıyor. Bu cinayetler sürüp giderken ülkemizdeki ermeni yurttaşlarımız endişeden ve utançdan ezim ezim eziliyorlardı. Bankada çalışmakda olan eşim, bir ermeni arkadaşının her Asala cinayetinde, kimsenin yüzüne bakamadan mosmor girdiğini, onu rahatlatmak içim yapmadığı şaklabanlığın kalmadığı anlatırdı. Bir gün Baromuzun yukarda andığım komisyonunun başkanınca Hrant Dink davet edilmişti; ölçülü fakat dramatik konuşmaları ile etkilendik. Ben, sonradan kendisini telefonla arayarak, onu, eşimin bir şan konserine davet ettim; davetiyeyi hangi adrese göndereceğimi sordum. Eşime bir genç ermeni piyanist eşlik ediyordu ama bunu kendisine iletmedim; Dink bir şeyler hissederek davetiyenin kendisine faksla iletilmesini istedi; bu arada ağzından nezaketen hiçbir teşekkür lâfı çıkmadığı gibi, davete de gelmedi, bunun için bir mazeret de beyan etmedi. Demek ki misyonu Türk-Ermeni barışından başka bir şeymiş. Devşirdiği gençleri, savaş alanından aldığı esirleri kaptan-ı deryalığa, seraskerliğe, sadramzamlığa kadar yükselten, Taşnak, Hınçak haydutlarının en azgın dönemlerinde bile, Ohannes Nuryan, Serovpe ve Gavril Serviçen, Agop ve Neşaş Kazazyan, Neşaş ve Hameyak Safen, Ekmekçibaşı Kirkor oğlu Artin, Gabriel ve Hrant Noradunkyan isimlerini, ülkenin en duyarlı, güvenirlik gerektiren konumlarına, Cemiyet-i Tıbbıye reisliklerine, Hariciye müsteşarlık ve nazırlıklarına, Ticaret ve Nafıa nazırlıklarına, Bab-ı Seraskerî Hastanesi başhekimliğine, Hazine-i Hassa nazırlığına, Mekteb-i Harbiye tabipliğine, Şura-i Devlet, Ayan azalıklarına getirmelerinden bir ders alamamış olanlar var. Ve hâlâ, ne yazık ki, tüm Dünyada lobileri Türk lobilerinden güçlü Ermeni diasporası ve Ermenistan liderleri maddî ve siyasî rant peşinde “Türkler için soykırımdan çıkış yok” diyorlar. Yahu bir asır boyunca kışkırtıcılık yapan Ruslar “Gümrü” anlaşması ile sizi sattılar; 1965’de “Soykırımın 50.yılı”dan itibaren bu işin peşine düşelim dediğinizde, Ermeni asıllı Sovyet generali Bagramyan bile sizi yatıştırmaya çalışıyordu. Zaten, Mehmet Perinçek’in ortaya çıkardığı ilk Sovyet Ermenistan Başbakanı (üstelik Taşnak Partisi başkanı) Hovannes Kaçaznuni, günah çıkardığı 1923 tarihli raporu ile Türkler ve Ermeniler arasındaki bütün hesapları kapamış oluyor. Ne diyor Kaçaznuni: “Dünya Savaşı öncesi Ermenilerin silâhlı birlikleri ile kayıtsız şartsız Rusyaya bağlanmaları hata idi; Türkiye savunma içgüdüsü ile hareket etti; Ermeni terörizmi Batı’da (aynen bugünkü gibi) sempati ile karşılanıyordu; 1918’de İstabuldaki İngiliz işgâli Taşnakların iştahını kabartmış, “denizden denize Ermenistan” ülküsü ile müslüman katliamına girişilmişti. Taşnak yönetiminden başka suçlu aranmamlıdır.” Artık militan Ermenilerin yapacağı tek şey “Kutsal İttifak” icadını çıkaran Çar I.Aleksandr’ın mezarına çömelip onun müstahakı olan ürünü çıkarmaktır. Fransız Asamblesinden 100 kişi ile çıkarılan, Senatodan geçemiyeceği kesin olan “Soykırım Yasası” bir hukuk rezaleti olarak tüm akademisyenlerce tescil edildi. Artık Türklerin eli rahattır.

Sen de artık , boyunu aşan kitaplar yazmaya kalkma, “Utanılacak Şey” asıl senin yaptığın Taner Akçam.
Teoman Törün/Kenthaber
Yayın Tarihi : 5 Kasım 2006 Pazar 18:34:03


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?