19
Mayıs
2024
Pazar
SİYASET

Çok sancılı bir süreç başlıyor

AKP'nin kapatılması istemiyle başlayan süreç köşelere nasıl yansıdı...

ERGUN BABAHAN/Sabah

Yine aynı kriterler
Cumhurbaşkanlığı seçimi için en az 367 oy aranacağını seçimden çok önce ilan eden Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, bir süredir AK Parti'nin laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı haline geldiğini, bu nedenle kapatılması gerektiğini savunuyordu.
Kanadoğlu, Atatürkçü Düşünce Derneği Kadıköy Şubesi'nin şubat başında düzenlediği panelde şöyle demişti:
"Siyasi partiler, Anayasa'nın ve yasa hükümlerinin içinde faaliyette bulunmak zorundadır. Siz bu zorunluluğu bir kenara bırakıp, laiklik ilkesine aykırı eylemde bulunursanız, siz kapatılmayı hak edersiniz."
Başsavcı, Kanadoğlu'nun beklentisini boşa çıkarmadı ve dün piyasaların kapanmasının ardından kapatma davasını açtı.
Karar istendiği gibi çıkarsa, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Çankaya'dan inip partinin başına geçmesin diye olsa gerek, ona da 5 yıl siyaset yasağı istenmiş.
Demokrasiler tarihinde bir ilk de bu olsa gerek.
Bugün pek çok şey belirsiz.
Belli olan bir şey var, TBMM'de grubu bulunan iki parti hakkında "kapatma davası" açılmış olması gerçeği.
Kapatılmış parti mezarlığına dönen Türkiye'de bugüne kadar 30'dan fazla parti mahkeme kararıyla siyasi yaşama veda etti.
AB reformları çerçevesinde Anayasa'nın parti kapatmayı düzenleyen 69'uncu maddesinde köklü değişiklik yapıldı. Maddenin son hali kapatma kararı için Anayasa Mahkemesi'nde beşte üç çoğunluk arıyor.
Bu koşullar bir parti hakkında kapatılma kararı verilmesini son derece zorlaştırıyor.
Ancak unutmamak gerekir ki, 367 şartı da "Bu kadarı da olmaz" denmesine rağmen büyük çoğunlukla alınmıştı.
Biz yine de Türkiye'de siyasetin mahkeme kararlarıyla değil de, halkın serbest iradesiyle belirlenmesi gerektiğine inanıyoruz.
Siyasete doğal olmayan yollarla müdahale, Meclis'teki AK Parti Grubu'nun aynı çoğunlukla yoluna devamını engelleyemeyeceği gibi, önümüzdeki ilk seçimde planlananın çok dışında bir tabloyla karşı karşıya kalmanıza yol açabilir.
Tarih, bize bunun hep böyle olduğunu gösteriyor.
Bu işin birinci yönü.
İkincisi ise cumhurbaşkanının bile kapatma davasında siyaset yasağına konu olabilmesi, rejimin ciddi bir sarsıntıdan geçtiğini gösteriyor.
Dileriz, Türkiye bu büyük kavgadan yara almadan çıkar.

 

MUSTAFA BALBAY /Cumhuriyet

Çok Sancılı Bir ıSüreç Başlıyor...

Özellikle son birkaç ay içinde yaşananlara bakıp, o Anadolu deyimini şöyle uyarlayabiliriz:

Görünen dava hukukçu istemez!

Başbakan Erdoğan' ın Madrid dolaylarında 14 Ocak günü yaptığı türban çıkışının ardından 17 Ocak'ta Yalçınkaya sert bir açıklama yapmıştı. 3 sayfalık açıklama, kökten AKP'ci medya dışında şöyle yorumlanmıştı:

"Başsavcı, acımam kapatma davası açarım, dedi!"

Öyle oldu...

Gazeteler Yalçınkaya'nın iddianame için bilgi-belge biriktirdiğini bile açıkça yazdılar. AKP'liler güçlü olmanın getirdiği körlükten olsa gerek, buna pul biriktirmekten farksız bir koleksiyon çalışması umursamazlığıyla baktılar.

Yaklaşık bir ay kadar önce vurguladığımız gibi, bu aşamadan sonra Türkiye'nin gündemi, siyasetle yargı arasında ilerleyecek...

***

Kulislerden, kendisini yakından tanıyanlardan aldığımız bilgiler ışığında Yalçınkaya için şu değerlendirme yapılabilir:

"Kararlıdır... Son adımı görmeden ilk adımı atmaz... Yerine göre, değil yoğurdu, dondurmayı da üfleyerek yer ama, yer!"

Bu aşamadan sonra söz Anayasa Mahkemesi'nin... Davanın sonucuyla ilgili bağlayıcı bir değerlendirme yapmak yanlış olur. Ancak AKP çevrelerinden gelen yorumlar, davanın içeriğinden çok biçimine ve konumuna ilişkin... Şöyle buyuruyorlar:

- Yüzde 47 oy almış bir parti hakkında dava açılır mı?

Eğer bu mantık doğru ise Meclis önümüzdeki günlerde yeni bir çalışma yapsın ve yasaların kimler için geçerli olduğunu, kimlerin her türlü yasanın dışında hareket etme hakkına sahip olduğunu açıklasın!

Yine bu mantıkla hareket ettiğimizde, halkın büyük çoğunluğunun sevdiği bir kişi suç işlemişse yargılanmaması gerekir, sonucuna da varırız!

Aynı çevrelerden gelen bir başka soru-yorum da şu:

- Parti kapatmak çözüm mü?

Soruya soruyla karşılık verelim:

- İnat etmek çözüm mü?

***

AKP'ye yönelik davanın özü şu:

Laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak!

Ders kitaplarından üniversiteye giriş kıyafetine... Yargının aldığı türban kararlarına "ulemalı" çıkışlardan dini değerlerimizi siyasetin her yerine bulaştırmaya... Belediye başkanlarının varlık nedeni olarak düşündüğü eylemlerden Meclis'ten çıkan yasalara...

Önümüzdeki günlerde davanın ruhuna ilişkin bir dizi bilgi-belge tartışılacak.

Davadan sonra ilk açıklamayı bütün gerilimli durumlarda olduğu gibi Dengir Fırat yaptı. Genel merkezdeki uzun değerlendirmenin ardından yapılan açıklama, AKP'nin demokrasi, milli irade, güven ve istikrar ortamı gibi kavramlara sığınarak "mazlum" rolüne yeniden soyunacağını gösteriyor.

AKP yerine göre ya saldırgan ya mazlum... Mazlum saldırgan...

Biz bu sütunlarda her şeyden bağımsız olarak AKP'nin Türkiye'leşemediğini, ülkeyi her alanda yabancılaştırdığını vurguladık...

Vurgulamaya devam edeceğiz!

Fehmi Koru/Yenişafak

Bu da oldu ya…
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya'nın Ak Parti'nin kapatılması için dava açması insanın ağzını açık bıraktıran sürpriz bir gelişme.

Türkiye bir demokrasi; demokrasilerde parti kapatma olağanüstü istisnai bir durumdur. Ülkede her iki kişiden birinin oyunu almış, Meclis'te biraz destekle anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip, altı yıldır iktidarda bulunan bir siyasi örgüt Ak Parti. Ve kapatılması isteniyor... Hayret ki, ne hayret!

Şimdi emekli bir üst düzey devlet görevlisinin henüz koltuğunda otururken, Meclis'in seçtiği cumhurbaşkanına suikast yapılabileceğini sanki doğal bir şeymiş gibi anlattığı biliniyor. Bir üst düzey yargı mensubu da, 27 mayıs darbesi için övgüler düzdü ve siyasi idamları savundu. Bunların her biri Türk Ceza Yasası'na göre 'suç'; oysa bu suçların üzerine giden tek bir savcı çıkmadı.

Buna karşılık ülkeyi yöneten Ak Parti'nin kapatılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı harekete geçti.

Bu da oldu ya! Ne diyebilirim?


* * *
Bu defa yanlış yapmamalıyız

Demokratik Toplum Partisi (DTP) Başbakan Tayyip Erdoğan'ın istediği üzere PKK'yı lânetlese elbette fevkalade iyi olurdu. DTP grup başkanvekilinin soyadı 'Kürt' değil, Türk; o da herhalde soyadının etnik kimliğini yansıtmasını isterdi.

Türkiye söz konusu olduğunda siyaset dünyasında herkesin istediği -maalesef- olmuyor, olamıyor. Böyle bir durumda yapılması gereken, var olanla yetinmek, hatta var olandan var olduğu biçimiyle yararlanmak olmalı. Belki de, bir bakmışsınız, şikâyet ettiğiniz konu, sırf öyle olduğu için, işinize daha fazla yarayabilmiş...

Şu sırada herkesin arzu ettiği ne? Daha doğrusu herkesin arzu ettiğini varsaymamız gereken ne? Çeyrek yüzyıldır nefesimizi tükettiğimiz, kanımızı kurutan, ülkemizi geri bıraktıran ayrılıkçı terör belâsından kurtulmak değil mi? Bugüne kadar 30 binin üzerinde insanın hayatına mal oldu ayrılıkçı terör, bir hesaba göre 100, diğerine göre 200 milyar dolardan fazla maddi kaynağımızı tüketti. 25 kez kendi topraklarımızı geçip elin (Irak'ın) topraklarına sınır-ötesi operasyonlar düzenlememiz gerekti.

Hakikaten artık yeter. Bu ayrılıkçı terör bitmeli.

Bitmeli de nasıl bitmeli? Yeniden binlerce insanımızı kaybetmeli, kalkınmamıza yarayabilecek çok değerli kaynaklarımızı terörle mücadeleye ayırmaya devam etmeli, her kafamıza estiğinde sınırın Irak tarafına asker mi göndermeliyiz? Şehit cenazeleri eksik olmamalı, geri kalmışlığımız sürmeli, Irak'la aramızda her zaman gerilim mi yaşanmalı? Daha da kötüsü, dostumuz-düşmanımız, “Çözün şu sorunu” diye kapımıza mı dayanmalı?

Sorular cevaplarını içinde barındırıyor zaten, hiçbirini gerçekten sizlerden cevap bekleyerek kurmadım o cümlelerin... Tek bir can bile şehit düşmemeli, ölmemeli, tek bir kuruşumuz kurşuna harcanmamalı, sınırlarımız gerilim değil mutluluk ve huzur kaynağı olmalı.

Bunun için de elimizden ne geliyorsa yapmalıyız. Ülkemizin sorunlarını çözmekle görevli olan siyasiler, bırakın kapılarına kadar gelip görüşmek isteyenleri kabul etmeyi, milletin rahat ve huzuru için Çin-ü Maçin'e gitmeleri, Drakula ile pazarlık etmeleri gerekiyorsa, gitmeli ve pazarlık etmelidir.

Bizdekine benzer bir sorunla karşı karşıya kalmış her ülke bunu yaptı çünkü. Siyasiler “Gitmem” dedikleri yerlere gittiler ve “Görüşmem” dedikleri kişilerle görüştüler. Sorun çözülene kadar da arayışlarını sürdürdüler...

Bugün İngiltere'de o eski bildik türden IRA terörü kalmadıysa, bunun sebebi, akıllı siyasilerin düne kadar Drakula yerine koydukları kişilerle görüşmeleri ve “Yapmam” dedikleri türden pazarlıkları yapmalarıdır. Vaktiyle görüntüsünün televizyonlara yansıtılmasına ve ağzından çıkan sözlerin kendi sesinden yayınına izin verilmezdi Sinn Fein'in eşbaşkanı Gerry Adams'ın; bugün İngiltere'de en çok bilinen siyasi figürlerin başında o geliyor.

Siyasiler için durum bu; ancak Ahmet Türk ve DTP'li arkadaşlarının da, kendilerini peynir-ekmek gibi nimetten saydırmak istiyorlarsa, yapmaları gerekenler var. TBMM Başkanının, Cumhurbaşkanının DTP grubuyla görüşmelerini doğru değerlendirmek bunun başında geliyor. En önemlisi de doğru cevap vermeleri gereken şu nokta: “Sorunun bir parçası mı olacaklar, yoksa çözümün bir parçası mı?”

IRA İrlanda'yı ve İngiltere'yi kana bulamıştı, ama Sinn Fein her zaman tedhişe karşı çıkıp çözümün siyasetten geçtiğine vurgu yapmıştı. Kendisinin IRA'nın da yetkililerinden olduğuna dair iddiaları, güçlü kanıtlar ileri sürüldüğü zaman bile, her zaman reddetti Gerry Adams; IRA'yı kınamadı belki, ama terör eylemlerini sahiplenmekten de kaçındı, yanlışlığını her zaman belirtti.

Bize de 'vizyon sahibi' siyasetçiler lâzım.

 

Enis BERBEROĞLU/Hürriyet

Otomatik pilot riski


ANKARA AKP’yi kapatma davasında zamanın bu parti lehine işleyeceği aşikár. Türkiye, Avrupa Birliği yörüngesinde ilerledikçe parti kapatmanın anlamsızlığı daha iyi anlaşılacak.

Ne var ki, kapatma davasının zamanlaması ilginç.

Anayasa Mahkemesi’nin son türban paketine ilişkin kararına yön verecek raporun eli kulağında.

Diyelim ki, Meclis’ten geçen, Köşk’ten onay gören değişikliğin Anayasa’nın temel/değişmez hükümlerine aykırı düştüğü yolunda rapor verilirse...Dahası Yüksek Mahkeme’den bu yönde karar çıkma ihtimali artarsa... O zaman kapatma davasına ilişkin algılama da değişir. Anayasa Mahkemesi’nin türban değişikliğini iptalinin AKP’yi kapatma davasına en güçlü kanıtı oluşturacağı ortadadır. Türkiye’de işlerin otomatik pilota geçmesi riskinden kastımız da budur.

Oktay EKŞİ/Hürriyet

AKP yargı önünde


TÜRKİYE aynı güne sığdırılan olayların sayısı yönünden herhalde eşi olmayan bir ülke.

Dün sabah Sosyal Güvenlik Kurumu ile ilgili yasal düzenleme gündemdeydi. Akşam saatlerinde karşımıza Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) "laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği" iddiasıyla kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açması çıktı.

Önce belirtelim, bir demokraside siyasi parti kapatma, o demokrasinin iyi işlemediğinin ilk göstergesidir.

Türkiye bu açıdan hayli kabarık bir sabıkaya sahiptir.

Özellikle "parti kapatma" yetkisinin bir Sulh Ceza Mahkemesi kararıyla mümkün olduğu 1960 öncesi bu açıdan hiç de iyi olmayan örneklerle doludur. Kaderin cilvesi, Millet Partisi’ni bu şekilde kapattıran Demokrat Parti’nin de 27 Mayıs ihtilalinden üç ay sonra aynı şekilde bir Sulh Ceza Mahkemesi kararıyla tarihe karışmasıdır.

Ülkeyi yönetme yetki ve sorumluluğunu üstlenen partilerin daha ciddi güvencelere kavuşturulması ihtiyacı, onlarla ilgili davaların Anayasa Mahkemesi’nde görülmesini ve kapatma yetkisinin de sadece bu mahkemeye ait olmasını gerektirmiş ve bu güvence 1961 Anayasası sayesinde hukuk sistemimize girmiştir.

Ne var ki, 1969’dan sonra siyasi yaşamımızda "Anayasal düzene karşı" faaliyet yoğunlaşmış, bu da parti kapatma kararlarını yine sıkça karşılaştığımız bir sonuç olarak karşımıza çıkarmıştır.

Özellikle de Cumhuriyetin temel değerlerinden "laikliğe" karşı eylemler önce Milli Nizam Partisi’nin, sonra Milli Selamet Partisi’nin, onun ardından Refah Partisi’nin, daha sonra Fazilet Partisi’nin yine Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına yol açmıştır.

Bu tablonun siyasi partilere yeterince özgür şekilde siyaset yapma olanağı vermediği, hatta onları kapatılma tehdidi altında tuttuğu gerekçesiyle, bilindiği gibi Anayasa’nın 69’uncu maddesine 2001’de bir cümle eklenmiş ve "bir siyasi partinin kapatılmasını gerektirecek eylemlerin odak noktasını oluşturduğunu" iddia edebilmek için, onun "büyük kongre veya genel başkan veya merkez karar ve yönetim organları veya TBMM’deki grup genel kurulu veya grup yönetim kurulunca zımnen (kapalı şekilde) veya açıkça benimsendiği yahut bu fiiller doğrudan doğruya anılan parti organlarınca kararlılık içinde işlendiği takdirde, söz konusu fiillerin odağı haline gelmiş sayılabileceği" hükmü eklenmiştir.

Şimdi AKP’nin eylemleri bu hükmün ışığında değerlendirilecektir.

Kuşkusuz yüksek yargının ne diyeceğine ilişkin kanaat ileri sürmek bizim -veya başkasının- hakkı ve haddi değildir.

Ancak Türkiye’de yaşanmış öteki örneklerin ve özellikle Refah Partisi’nin başına gelenlerin ışığında bir değerlendirme yapılacak olursa, "laik sistemle" oynamak, onu koruyormuş gibi görünüp sistemin altını oymaya çalışmak görülür ki hep aynı sonucu veriyor.

Son olarak Refah Partisi bu nedenle kapatılmasının haksız olduğunu ileri sürerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) de gitti ama kapatma kararının hukuka uygun olduğunu orada da gördü.

 

EKREM DUMANLI /Zaman

Yeni bir demokrasi sınavı başladı...

Yine günlerden cuma, akşam saatleri, Borsa kapanmış, yine siyasete dışarıdan bir müdahale. 27 Nisan Cuma gecesi bildiri ile yapılan, bu sefer de yargı yoluyla yapılmak isteniyor.
21. yüzyılın başında Türkiye'de hâlâ bir siyasî parti, üstelik neredeyse halkın % 50'sinin oyunu almış bir parti kapatılmak isteniyor. Dünya kamuoyuna rezil olmak anlamına gelecek bu durum asla kabul edilemez. Zaten bu ülke bir parti mezarlığına dönüşmüş durumda ve benzer müdahaleleri Türk demokrasisi defalarca yaşadı. Türk siyaseti parti kapatmalarının faturasını çok ağır bir şekilde ödemiştir. Sanki geçmişte hiçbir şey yaşanmamışçasına açılan parti kapatma davası, Türkiye'nin imajına dünya çapında büyük zarar vermiştir. Dışarıdan ülkemize bakanların Türkiye'nin kozmetik bir demokrasiye sahip olduğu, aslında yargı-bürokrasi-asker üçlüsünden oluşturulan bir kadro tarafından yönetildiği hissine kapılmamaları oldukça zor. Bu tablo, Türkiye'ye yakışmıyor. Bu konuda yeni bir sınavdan geçtiğimiz, siyasî hayatımızda yeni bir sayfa daha açtığımız ortada. Siyasî partiler ne kadar demokrat; sivil toplum ne kadar sivil ve yargının kendi sınırlarını ne kadar bildiği yeni açılan bu sayfada ortaya çıkacak.

Senegal'de parti kapatma davasını Cumhurbaşkanı Gül'e sorduk. Büyük bir soğukkanlılık ve devlet adamlığına yakışır sağduyuyla önemli bir çağrıda bulundu ve, "Herkesin çok çok dikkatli düşünmesi gerekir, ben şu anda siyaset üstü bir insanım. Türkiye'nin birliğini, bütünlüğünü temsil ediyorum ve Türkiye'nin kısa, orta, uzun vadeli çıkarlarını düşünürüm. Türkiye'ye ne kazandırıp ne kaybettireceği hakkında herkesin çok iyi düşünmesi gerekir." dedi.

Türkiye Cumhuriyeti, bir muz cumhuriyeti değildir. Yargının, ideolojik davranışları çağrıştıran her türlü imajdan sakınması gerekir. Türk demokrasisi orta oyunundan ibaret bir şov haline dönüştürülemez. Yargı, adalet demektir; sağduyu demektir; siyasetten arınma demektir. Eften püften olaylarla, yalan yanlış gazete kupürleriyle yargı yönlendirilemez.

Daha önce de demokrasiye yapılan müdahaleler istisnasız ters tepmiştir. Yeni bir siyasî müdahale (kim eli ile yapılırsa yapılsın) millet vicdanında çok daha büyük bir tepkiye yol açacaktır. Daha olay duyulur duyulmaz dünya kamuoyu önünde ne kadar mahcup bir duruma düşürüldüğümüz ortaya çıktı. Dünyanın en zor coğrafyasında 50 yılı aşkın bir süredir devam eden demokrasi tecrübesi, temelsiz mazeretlere sığınılarak yok edilemez. Böyle bir durumu ne dünyaya anlatabiliriz ne de Türk milleti buna teslim olur. Türkiye'de "yargı diktatörlüğü" varmış gibi göstermek en başta yargıya zarar verir, sonra da bütün kurumlar bundan zarar görür.

Yargı yoluyla siyasetçinin dövülmesi bazılarını çok sevindirebilir. Nitekim daha önceki siyasete müdahaleler bir kısım dar çevrelerce memnuniyetle karşılanmıştı. 27 Nisan gecesi ve 367 meselesinde zafer çığlıkları atanlar, o sarhoşluğun faturasını çok ağır ödemişlerdir. Hayatında AK Parti'ye oy vermeyi düşünmeyen birçok kişi siyasete yapılan müdahaleyi protesto etmek için AK Parti'yi desteklemiştir. Benzer bir hata bu desteğin büyümesine sebep olacaktır. Herkes asli görevine dönmelidir. Türkiye'yi dünya nezdinde küçük düşürmek kimsenin çıkarına değildir. Hepimizin tek bir çıkarı vardır, o da her şeye rağmen demokrasinin yaşatılmasıdır.

Ruşen Çakır / Vatan
Yedi soruda kapatma davası
  


1) Dava şaşırtıcı mı?
Hiç değil. Şaşıranlara şaşırmak lazım. Çünkü Yalçınkaya’nın AKP hakkında dava açmayı düşündüğü çok uzun zamandır Ankara kulislerinde dolaşıyordu. Başörtüsü düzenlemesiyle birlikteyse Başsavcı’nın dava açmasının kesinleştiği söylenir olmuştu.
2) AKP davayı bekliyor muydu?
Ummuyordu ama kesinlikle bekliyordu. Özellikle türban düzenlemesi konusunda iktidar partisini caydırmak isteyen kişi ve çevreler, bunun kapatma davasına kapı aralayabileceğini ısrarla vurguluyorlardı.
3) Bu dava RP’ye açılan davaya benzetilebilir mi?
Bazı açılardan evet. Öncelikle bugün AKP’de etkili olan isimlerin büyük bir bölümü o tarihte RP saflarındaydı. Bir diğer benzerlikse her iki partiye de iktidardayken dava açılmış olması. Ancak RP koalisyonun ana ortağıydı ve hükümet olalı bir yıl bile olmamıştı. AKP ise 2002 sonundan beri ülkeyi tek başına yönetiyor. RP son seçimde yüzde 21 oy almıştı, AKP ise yüzde 46’yı aşmış bir parti.
Aslında AKP olayını Fazilet Partisi’nin kapatılma davasına benzetmek daha doğru olur. FP de AKP gibi Milli Görüş çizgisinden farklı bir rota izlemeye çalışıyordu. Örneğin AB üyeliğini, ABD ve hatta İsrail’le normal ilişkiler kurmayı savunur olmuşlardı. FP hakkındaki dava, tıpkı bugün AKP’ye olduğu gibi, RP’ninkine kıyasla çok az sayıda ve zayıf iddialar üzerinde temelleniyordu.
4) AKP kapatılabilir mi?
Normal şartlarda çok ama çok zor. Ancak FP’nin zayıf gerekçelerle kapatıldığı düşünülürse bu ihtimali tamamen yok sayamayız. Buna karşılık, Anayasa’da, parti kapatmayı zorlaştıran değişiklikler yapılmış olması; Yüce Mahkeme’nin son olarak HAK-PAR’ı kapatmaması AKP’nin artıları.
5) AKP nasıl bir savunma yapar?
AKP’nin çok fazla gürültü çıkarmayacağını, davayı “basit bir teknik konu” olarak ele alacağını sanıyorum. Yani iktidar partisinin davadan hareketle “siyasi bir meydan okuma” içine girmesi pek mümkün görünmüyor.
FP davasında savunmayı Cemil Çiçek yapmıştı. Yine Çiçek’in ön plana çıkması şaşırtıcı olmaz. AKP bu sefer, parti dışı hukuk çevrelerini de aktif olarak savunma sürecine katabilir.
Savunmanın kabaca üç ayak üzerinde yükseleceğini öngörebiliriz: a) Partili bazı milletvekili, belediye başkanı ve yöneticilerin zaman zaman yaptıkları açıklama ve uygulamalar münferit olarak tanımlanır ve parti disiplin kurullarının devreye girdiği söylenir; b) Başörtüsü sorununun çözüm çalışmaları laiklik değil, bireysel hak ve özgürlükler temelinde tarif edilir; c) AKP’nin icraatının laikliği yıpratıcı, yıkıcı değil, tam tersine daha güçlendirici olduğu ileri sürülür.
6) Kapatma davası türban düzenlemesini nasıl etkiler?
Başsavcı’nın daha süreç tamamlanmadan türban konusunu kapatma gerekçesi yapması işleri iyice karıştırdı. Artık bu iki konu tam anlamıyla iç içe geçmiş durumda. Mahkeme’nin türban konusunda vereceği karar AKP davası için de ipuçları içerecek. Eğer anayasa değişiklikleri, laiklik ilkesini kaldırmaya yönelik görülüp “yok hükmünde” sayılırsa o zaman Başsavcı’nın iddiaları kuvvetlenmiş olur. Mahkeme değişiklikleri geçersiz saymazsa da tersi bir durum ortaya çıkar, yani AKP rahatlar.
7) Davanın siyasi sonuçları ne olur?
Kesinlikle son tahlilde bu işten AKP kazançlı çıkar. Tıpkı 27 Nisan sonrasında olduğu gibi toplumun geniş bir kesimi tarafından yine “mağdur” olarak görülür ve destek alır. AKP kapatılsa bile, yerine kurulacak olan parti arkasında daha da artmış bir oy desteğiyle ülkeyi yönetmeye devam edecektir. Tabii kapatmaya ek olarak Erdoğan başta olmak üzere bazı kilit isimlere siyaset yasağı gelirse -ki sanmıyorum- işin rengi değişebilir.
Öte yandan dava sonuçlanana kadar hükümet ve AKP’nin ciddi olarak yıpranacakları da kesindir. Buna bağlı olarak devletin kurumları arasında zaten varolan uyumsuzluk, güvensizlik daha da derinleşir. Daha önemlisi demokrasimiz ve dolayısıyla bir bütün olarak Türkiye bu davadan olumsuz etkilenecektir.

 

Gazeteler
Yayın Tarihi : 15 Mart 2008 Cumartesi 05:42:03


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?