22
Mayıs
2024
Çarşamba
SİYASET

Demirel: 'Kontrgerillayı Ecevit kapattı'

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, üzerinden 10 yıl geçen 28 Şubat süreci hakkında Aksiyon dergisine tarihî açıklamalar yaptı. Ankara'da Güniz Sokak'taki evinde görüştüğümüz Demirel, 1997'de Refahyol Hükümeti'nin devrilmesi ile sonuçlanan 28 Şubat sürecinde muhtemel bir darbeyi dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın önlediğini söyledi.

"Karadayı çok dürüst davrandı, altından korkup ikili oynamadı." diyen Demirel, "Darbe olsaydı hükümetle birlikte siz de Çankaya Köşkü'nden gider miydiniz?" sorusuna, "Darbelerin ne yapacağı belli olmaz." cevabını verdi.

Karadayı'nın Çankaya Köşkü'ne gelip askerin rahatsızlığını aktarması üzerine 17 Ocak 1997 günü Genelkurmay karargâhına bir ziyaret yaptığını anlatan Demirel, "Benim o ziyaretim 28 Şubat'ı doğurdu. Askerler bir de MGK'da konuşalım dediler. Kabul ettim." dedi. Demirel, bu ziyaret sırasında komutanların hükümetten rahatsız olduğu konularla ilgili kendisine 55 dosya sunduklarını belirterek şöyle devam etti: "Tahkik ettirdim bunları. 25-30 tanesi dayanaksız çıktı. Rivayetlere dayalıydı bunlar." dedi.

Demirel, 28 Şubat 1997 günü yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra yayınlanan 18 maddelik bildiriyle ilgili de önemli bir bilgi verdi. Buna göre, komutanlar 18 maddelik bu bildiriyi MGK'ya gelmeden önce hazırladı. Ancak Demirel, bu bildirinin bazı sert yerlerini yumuşattı ve bildiriye, "Mütedeyyin vatandaşlar rahatsız edilmeyecek." ibaresini yerleştirdi.

Süleyman Demirel ile Güniz sokaktaki evinde yaptığımız bu konuşma yalnızca 28 Şubat süreci ile sınırlı kalmadı. Kontrgerilla ve derin devlet tartışmaları hakkındaki sorularımıza cevap veren Demirel, "Kontrgerillayı ortaya atan Bülent Ecevit. 1974'te Ecevit hükümet olunca, kontrgerillayı ortaya çıkar dedim. Dışişleri Bakanı Hasan Esat Işık buraya geldi. Bu işi karıştırmayın dedi. Bir daha da kontrgerillayı ağızlarına almadılar." dedi. Süleyman Demirel'in bu sözlerinden şu anlam çıkıyor. Başbakan Ecevit, Dışişleri Bakanı Işık'ı Demirel'e göndererek, "Kontrgerilla dosyasını kapattık." mesajı vermiş oluyor.

Demirel'le yaptığımız ve 28 Şubat sürecinin 10. yılına denk gelen röportaj soru cevap biçiminde şöyle gelişti:

-28 Şubat sürecinin 17 Ocak 1997 günü Genelkurmay karargahına yaptığınız ziyaretle başladığı söylenir.

Doğru.

-Size o gün bir brifing verildi. O brifingi siz mi istediniz yoksa komutanlar mı?

Ben istedim.

-Neden istediniz?

1996'nın sonbaharında Türkiye'de gerginlik vardı. Işıklar söndürülüyordu. Çok sert tartışmalar vardı. Refahyol hükümetinin kadrolaştığı iddiaları vardı. Resmî kişilerin, gayr-i resmî kişilerin beyanatları vardı. Bunlar vahimdi aslında, tedirginlik yarattı. Nihayet Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı bana geldi. Rahatsızlıklarını söyledi. Karadayı, çok medeni bir adamdır. Medeni bir şey yaptı. Bana geldi, derdini söyledi. Yani re'sen bir hareketi de göze alabilirlerdi. İç Hizmet Kanunu'nun 35. maddesine göre 'Cumhuriyet elden gidiyor' deyip koruma ve kollamayı işletebilirlerdi.

-Darbe olabilir miydi?

Olabilirdi, niye olmasın ki? Zaten darbe dediğiniz olay böyle çıkıyor orta yere.

-Bir darbe olsaydı Refahyol hükümeti ile beraber siz de mi giderdiniz?

Darbelerin ne yapacağı belli olmaz. Birinci gün ne yapacağı belli olmaz, ikinci gün ne yapacağı belli olmaz, sonunda ne yapacağı belli olmaz. Çok karışık işlerdir bunlar. Bütün mesele, işi şirazesinden çıkarmamak. Devleti rayının dışına çıkarırsanız adil, müşfik, kanun devletini ararsınız.

-Genelkurmay karargahına gittiniz...

Sayın Karadayı'ya dedim ki, benden istediğiniz şeyler ne ise onları bana bir anlatın. Ben geleyim bir brifing yapalım. Bunlar medeni icaplar. Başka türlü olmaz. İdare konuşarak olur. 17 Ocak günü gittim, orada bana anlattılar. Kendilerini rahatsız eden 55 tane hadise söylediler.

-55 tane irticai olay...

İrticai hadise, keyfi hadise, haksızlık, hepsi dâhil. Onlara dedim ki, verin bana bunları ben tahkik ettireyim. Düzelttireyim. Çünkü bana düşen görev o. Bir şikâyet varsa onu ortadan kaldırmak. Hele askerin bir şikâyeti varsa buna ters dönemezsiniz. Kimin şikâyeti varsa ters dönemezsiniz, ama asker hassas bir müessesedir. Eğer kendisi bir takım şeyler görüyor da, bunların tedbirleri alınmıyorsa konuşur. Konuşması, devletin nüfuzunu, otoritesini azaltır. Onu yapacak olan sivil makamlardır. Bu 55 tane meseleyi alıp hepsini tahkik ettirdim. Gördük ki bir kısmının dayanakları yok.

-30 tanesi yanlış çıkmış.

Evet 25-30 tanesi yanlış. Geri kalanı doğru şeyler. Yanlıştan kastım şu: Dayanağı yok. Biraz rivayete filan dayanıyor. Onları da teker teker değil, gruplar halinde şu şikayetler var, bunları önleyin diye hükümet başkanına (Necmettin Erbakan'a) yazdım. Ben bunu yaptıktan sonra 28 Şubat doğdu. Askerler bir de bu işin 28 Şubat'taki Milli Güvenlik Kurulu'nda konuşulmasını istedi. Ben de gelin konuşalım dedim.

-Dönemin Genelkurmay Başkanı Karadayı için şöyle diyorsunuz: "Çok dürüst davrandı, altından korkup ikili davranmadı."

Doğru...

-Daha önce başka örnekler mi gördünüz?

Var. Alt korkusu 12 Mart'ın sebebidir. (12 Mart 1971 muhtırası) O günkü rahmetli Memduh Paşa altından korktu. Bir de Türkiye'de Erdelhun psikozu vardır. (Orgeneral Rüştü Erdelhun, 27 Mayıs 1960 ihtilali sırasında Genelkurmay Başkanıydı. Erdelhun, Adnan Menderes ile birlikte Yassıada'da idamla yargılandı.) Erdelhun altını tutamadı ve başına o işler geldi, idam sehpasına kadar gitti. Erdelhun'a dönmeyelim diye genelde alt kademelerde bir takım olaylar varsa, geçmiş için söylüyorum, 1960-70'ler için söylüyorum, bir takım rahatsızlıklar varsa, aşağıdan gelebilecek bir hareket yerine; kumanda zinciri bir harekete kalkıyor.

-O zaman aslında şu tez doğrulanıyor. 28 Şubat sürecinde fiili bir darbeyi siz ve Karadayı önlediniz.

Öyle de diyemeyiz. Çünkü darbe olurdu demek çok kolay değil. Olabilirdi de olmayabilirdi de. Bence tarihî hadiseleri tahrif etmeye hiç lüzum yok. Hadise nasıl anlatıldı ise odur. Hiç yoruma tâbi tutma.

-Dönemin Başbakanı Erbakan ve Yardımcısı Çiller için, "Sanki ayda yaşıyorlardı. Uyarılarıma rağmen hiç Ordu'nun nabzını tutmadılar." diyorsunuz.

Maalesef Türkiye'nin ortamını hiç anlamadılar. Yani askerle hiç meşgul olmadılar. Onların gerginliğini anlamadılar. Ben onlara, "Bu gerginliği izale etmek için askerle konuşun." dedim.

-Ama MGK toplantılarında konuşuluyordu.

O başka. Ayrıca da konuşun. Başbakan Genelkurmay Başkanı ile her zaman konuşur. MGK Genel Sekreteri ile her zaman konuşur. Konuşun, nedir sıkıntıları? Ben sordum. Bana bu cevabı verdiler. Sonra onlar bana 18 maddelik bir deklarasyonla geldi. O deklarasyonu MGK düzeltti. Kurul üyeleri, Kuvvet komutanları ve heyetin başı olarak da ben, hep beraber bunu imzaladık. Hadise bundan ibaret. O kararların bir kısmında zaten icraat yapmak mümkün değil. Mesela Cumhuriyet'e, Atatürk'e hakaretler var. Zaten kanunları var onun. Ama o kanunlar icra edilmiyor diye şikâyetleri var.

-Hatta bildiri çok sertmiş. Biraz da sizin etkinizle yumuşatılmış.

Doğrudur.

-Nereleri yumuşattınız?

Şöyle... Mütedeyyin kitleyi incitmeyecek bir üslup lazım. Yani irtica filan dediğinizde bu, dindar insanları hedef almıyor. Onları suçlamıyor. Dini siyasete alet edenler veya aşırı dincilik yapanlar söz konusu oluyor. Nitekim bildirinin içinde mütedeyyin insanlar bu bildirinin hedefi değildir diye not var ki, onu ben söyledim.

-Sizce buna uyulabildi mi?

Geniş çapta. Mütedeyyin insanları rahatsız etmemek için elden gelen her şey yapılmıştır. Ama mütedeyyin insanları rahatsız etmek için mutlaka aksiyon yapmak şart değildir. Bazı söylemler dahi onları rahatsız eder. Din ve vicdan hürriyetinin ortamını biz onun için aradık. Yani hep şunu söyledik; herkes göğsünü gere gere ben Müslüman'ım diyecek. Benim vatandaşım, ben Müslüman'ım, Müslümanlığın icaplarını yapıyorum, acaba bundan dolayı beni muaheze eden, beni suçlayan var mı gibi endişeye hiç kapılmamalı. Ama kapılır.

-O zaman mütedeyyin insanlar da rahatsız edildi...

O dönemde değil, ondan evvel ki dönemlerde de bu tartışmalar, ta Cumhuriyetin kurulduğu günden beri gelir. Laikliğin kabul edildiği günden beri geliyor. Ama gene biz gayet açıklıkla bunu söyledik ki, camiye gidene, namaz kılana, oruç tutana, hacca gidene, zekat verene kimse bir şey demiyor. Onlar İslam'ın şartları...

-1996'daki Susurluk kazası üzerine yeniden derin devlet tartışmaları oldu. Siz "Devlet bazen rutin dışına çıkabilir" dediniz. Oysa 1980 öncesindeki anarşi sırasında Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'e "Benden dört şey istemeyin" diyorsunuz. Bunlar; Dersim Kanunları, Tehcir, Takriri Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri. 1990'larda bu düşüncelerinizde bir değişiklik mi oldu?

Hayır ben onu kastetmedim. Hukukun dışına çıkabilir demiyorum.

-Rutin dışına çıkabilir ne demek?

Rutin dışına çıkmak, yani alışılagelmiş bulunan bir takım şeyleri yapmaz da farklısını yapar. O alışılagelmiş değildir. Ama gene hukukun içindedir. Benim söylediğime dikkat edin. Rutinin diyorum, hukukun demiyorum.

-Deniyor ki Abdullah Çatlı ve arkadaşlarının teröre karşı kullanılması MGK'da kararlaştırıldı. Dönemin Cumhurbaşkanı olarak sizin bundan haberiniz var mı?

Hayır. Böyle bir karar yoktur.

-Bu konu Mehmet Ağar'a sorulduğunda, "Bin tane operasyon yaptık, bunlar hep üst makamların bilgisi dahilinde oldu." dedi.

Başbakan ve cumhurbaşkanı olduğum zamanlarda kimseye cinayet işleyin demedim. Eğer operasyon oysa. Kimseye demem. Devlet cinayet işletemez. Devlet hukukun icabını yapacak. Cinayete gittiğin zaman keyfiliktir o. Karşılaştığı hadiseler ne kadar vahim olursa olsun, devlet ağır başlılığını muhafaza edecek ve hukukun üstünlüğüne uyacaktır. Devlet keyfî harekete tevessül edemez. Başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yaptığım 19 sene zarfında hiçkimse bir tek keyfilik gösteremez.

-Türkiye'de faili meçhuller oldu...

Evet maalesef.

-Uğur Mumcu cinayeti için "Çözmek bizim namus borcumuz." dediniz...

Doğrudur.

-Neden çözülemedi?

Çözüldü canım, hepsi çözüldü. Uğur Mumcu cinayeti çözüldü.

-Ama kamuoyu pek ikna olmuyor.

Onu bilemem. Bir siyasetçi olarak ben çözeceğim demedim ki. Devlet çözer. Devletin istihbarat teşkilatı, devletin polis teşkilatı, savcısı, mahkemesi var; bunlar çözecek. Onlar da çözdüler birçok şeyi. Ama zaman aldı.

-En son Hrant Dink cinayetinde de oldu bu. Genelde bu faili meçhullerde bir derin devlet kavramı orta yerde dolaşıyor.

Ne demek derin devlet? Yani bu cinayetleri devlet işletiyor anlamına geliyorsa... Ne demek derin devlet? Devlet bir tanedir. O da devlettir. Derini, sığı yoktur devletin. Devlet muayyen görevleri yapar. Yalnız devlet cinayet işlettirmez.

-İşte devletin içinde illegal çeteler var deniyor.

İllegal çeteler var diyen o çeteleri bulup çıkarıp tasfiye etmeye mecburdur. Aksi halde devlete iftira yapmaktadır. Şimdi bakın ben size bir şey söyleyeyim. Devlet iyi işler, kötü işler, ama bir demokratik devlettir. Demokratik devlet zulüm yapamaz. Eğer zulüm yapmaya kalkarsa, keyfîlik yapmaya kalkarsa, zaten demokratik olmaktan çıkar. Ama devletin kusurları yok mudur, vardır. Her şeyi iyi mi yapar. Hayır. Her şeyi iyi yapması asıldır. Ama her şeyi iyi yapmaz. Ve devlet kendi içinde gayri meşruluğu barındıramaz. Devletin bakanları var, genel müdürleri var, müsteşarları var, şube müdürleri var, bunların bir yerinde çete var. Olur mu?

-Görev yaptığınız dönemde tespit edip de tasfiye ettiğiniz bir illegalite oldu mu hiç?

O benim işim değil ki savcının işi o.

-Ya da bilginiz dahilinde bir tasfiye oldu mu?

Hayır, bize hiçbir illegalite gelmiş değildir, illegal bir hareket bize hiç gelmedi. Devlet adına bir takım kişiler iş gördürüyorsa, onu devlet gördürüyor değildir. Ne asker ne sivil kişiler keyfî hareket edemez. Nihayet Türkiye'de bir Mustafa Muğlalı hadisesi var. (Orgeneral Mustafa Muğlalı, 1943'te 3. Ordu Komutanı iken Van'ın Özalp ilçesinde 33 kişiyi kurşuna dizdirdiği iddiasıyla Askeri Mahkeme'de 1946'da yargılandı, ölüm cezasına çarptırıldı. Daha sonra 21 yıl hapse çevrilen Muğlalı'nın bu cezası Askerî Yargıtay tarafından bozuldu, ama Muğlalı 11 Aralık 1951'de cezaevinde öldü.) Çünkü açık rejim suçu koruyamaz. Eninde sonunda suçluyu bulurlar. Onun için Mustafa Muğlalı herkes için bir örnektir.

-Abdullah Çatlı ve arkadaşları olayı var.

Onlar kendilerini temsil ediyor. Kim ortaya koyabildi ki, devletin neresinden bunlar bir şey almış? Vara vara bir yere varıyor. O da emniyet müdürü oluyor. Vardığı yer orası. Emniyet müdürü kendini temsil ediyor. Hiçbiri siyaseti temsil etmez. Kusurlu, suçlu, sanık orta yerde iken bunun arkasında devleti aramak kadar yanlış bir şeyi düşünemiyorum. Efendim Hrant Dink hadisesi olmuş. Bunun arkasında devleti arıyorsunuz. Bu ayıp. Devlet Hrant Dink'i niye öldürtsün? Bakın ben siyasi iktidar filan değilim. Bunu kimse yapmaz, yapamaz da zaten. Ama şu haberden, bu haberden geliyorsunuz derin devlete, net olarak söylemiyorsunuz ama. Derin devlet tartışmasını ne üzerinden yapıyorsunuz, niye yapıyorsunuz?

-İşte bu kontrgerilla iddiaları var.

Kontrgerilla iddialarını ortaya atan sayın Ecevit'tir. 1974'te Sayın Ecevit hükümet olduğu zaman ben ertesi gün basın toplantısı yaptım. Başbakansın, ortaya çıkar bu kontrgerillayı. Bir daha yaptım, bir daha yaptım. 10 gün sonra Milli Savunma Bakanı Sayın Hasan Esat Işık bana geldi. Dedi ki efendim bu işi karıştırmayın. Bu hadise de bu odada oldu. Bu işi karıştırmayın.

-Hasan Esat Işık size geldiğinde bu işin üzerine gitmeyin anlamında mı söyledi?

Evet. Gitmeyin. Sonradan tekrarlamadılar o lafları bir daha. Bakın devletten en çok zarar görmüş olan benim. 11 Eylül akşamı ben şurada başbakan olarak oturuyorum. 12 Eylül sabahı Gelibolu'ya gidiyorum. (12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra Başbakan Demirel, CHP lideri Ecevit ile birlikte bir süre Çanakkale'de gözetim altında tutuldu.) Benim devletim bunu yapan. Ama ben devletimi incitmedim. Yanlışları söyledim. Bunu devletin adına yapıyor yapan, ama ben bu işi yapanlar yanlış yapıyor dedim. Devletin hiçbir kurumunu incitmedim... Hayalet taşlarıyla, gölgeli şeylerle, başı ortası sonu belli değil suçlamalarla veya imalarla devleti küçük düşürmemek lazım. Devlet baştır, eskitirseniz sıkıntıya girersiniz. Hükümetler şapka gibidir. Eskirse çıkarır atar, bir tane daha alırsınız.

-1980 öncesinde Özel Harp Dairesi'nin teröre karşı kullanılmasını dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren'den istediniz mi?

Hayır.

-Sayın Evren böyle diyor ama...

Diyebilir, hayır... Sıkıyönetim var orta yerde. Sıkıyönetimin olduğu bir yerde her şey kanunlara göre. Olmadığı zamanlar da var ama, askerler aslında fevkalade kanunperesttir. Kanuna aykırı hiçbir şey yapmak istemezler. Benim Kenan Evren'den istediğim bu kanı durduralım. Ne yapalım?

-Üç komutan istiyorsunuz.

Onu söyleyeceğim. Ne yapalım dediğiniz zaman görevlerini yapamayan gidecek, yapabilen gelecek. Benim 1979'da devlete getirdiğim kararlılık bu. Ankara'da her gün bir olay oluyor. En çok sıkıntısı olan üç vilayet İstanbul, Ankara ve Diyarbakır.

-Üç komutan ismi veriyorsunuz bu iller için, neden o üç komutan?

Ben vermedim komutan ismi. Söylediğim şu. Kaç tane korgeneralin var. Bana dediği otuz tane. Bunlar içerisinden en güvendiğin, en parlak, sana göre kimse tercih yap.

-Ankara için Recep Ergun, Diyarbakır için Kemal Yamak, İstanbul için Necdet Üruğ...

O getirdi bana bunları, ben de kabul ettim.

-O dönemde İstanbul Taksim meydanında miting yapacak olan CHP lideri Bülent Ecevit'e suikast yapılacağına dair bir mektup gönderiyorsunuz.

O hadise şöyle. Devletin istihbarat teşkilatı bize böyle bir haber veriyor. Ben ne yapayım bu haberi?

-MİT'ten geldi haber...

Evet. Ben ne yapacağım böyle bir haberi? Tedbir alın. Ama tedbir o kadar kolay bir şey değil. Meydanın etrafında bir sürü bina, bir sürü insan var; 100-150 bin kişi oraya toplanıyor. Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk'e gittim. Böyle bir ihbar var, ne yapayım? Ecevit'e haber versem belki çok rahatsız olur. Haber vermesem, Allah göstermesin, bir şey olursa o zaman bir sorumluluk altına gireriz. Onunla oturduk bunu konuştuk. Sonra Ecevit'e bunu bildirmeye karar verdik. Kendisine dedik ki böyle bir ihbar var, bilginiz olsun. Devlet gerekli tedbiri almıştır. Hemen Sayın Ecevit mizacına uygun bir biçimde, Allah rahmet eylesin, fırladı kürsülere çıktı. Ben şöyle yiğidim, ben şöyle kahramanım, ben suikasttan mı korkarım deyip beni suçladı.

-Sizin aslında mitingi iptal edin diye bir talebiniz olmadı...

Hayır. Tedbir alınmıştır, ama senin de bilgin olsun, canının sahibi sensin demek istedik. Ben bu çeşit meselelerle çok karşılaştım. Eskişehir'e gideceğim, MİT müsteşarı geldi; efendim Eskişehir'e gitmeyin. Niye? Orada bir ihbar var, bir kötü hareketle karşılaşacaksınız. Başbakan olarak günün Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a gittim. Böyle böyle bir ihbar var, yalnız ben Eskişehir'e gitmek mecburiyetindeyim, giderim. Devlet tedbirlerini alır. Size danışıyorum, bana ne diyeceksiniz? Düşündü, taşındı, git dedi. Bunlar istişare işleri. Kalktım Eskişehir'e gittim, o dedikleri yere de... Orada ahali beni kucakladı. Çıktım geldim. Kimse de en ufak bir hadise çıkarmadı.

-Başbakan olduğunuzda Adnan Menderes'in masasında oturduğunuz anda Menderes'in idam sahnesi gözünüzün önüne gelmiş. Menderes Anayasa'yı ihlal etmekle suçlandığından siz o günden itibaren Anayasa'yı cebinizde taşımaya başlıyorsunuz.

Doğrudur. Cebimde hep Anayasa taşıdım. Çünkü benim gücüm hukuktu, millet iradesiydi, meşrûiyetti. Ben kanunlara, nizamlara aynen uyarım. Eğer iyi değillerse, değiştirmenin yollarını ararım, ama evvela uyarım.

-Ama o endişeyi taşıdınız mı?

Bu endişeyi taşımaya gerek yok. Sizden evvel 10 sene başbakanlık yapmış, ülkenin sevgilisi haline gelmiş, yüzde 57 oy almış bir başbakanı götürüp asıyorsunuz. Yani siz bunu mantıkla, muhakeme ederek, yahut acaba bana da bir sıkıntı verirler mi diye düşünemezsiniz. Orada bu bayrağı kaldıracağım diye ortaya çıktığınız zaman verdiğiniz karar şu olur. Su testisi su yolunda kırılır. Alnınızda ne yazılmışsa o olur.

-Siyasete girmekle bunu kabullendiniz...

Evet. Bütün neticeleri kabullendim.

-1980 öncesinde bir mitingden sonra size bir not ulaştırılıyor. "Menderes'i astığımız gibi seni de idam ederiz" diye.

1966'da Giresun'da oldu.

-Siz o notu alınca tekrar kürsüye çıkıp "Menderes'i asanlar katildir. Elinizden ne geliyorsa ardınıza koymayın" diyorsunuz.

Dedim.

-Korkmadınız mı?

Neyden korkacağım ki? Korkacak adamın orada işi ne? O bir kavga...

-Üstelik o sırada başbakansınız...

Başbakansam hakkını vereceğim.

-Tehdit nereden geliyordu?

Aşağıdan geliyor, adam kâğıt göndermiş.

-Ama kim?

Rastgele birisi. Orada kim bunu gönderen desen, adam çıkmaz orta yere. Binaenaleyh kim gönderdiyse, gönderene, göndertene, öyle düşünenlere toplu bir cevaptır o.

- 1992'de Başbakan olarak Diyarbakır'da, Kürt realitesini tanıyoruz açıklamanız oldu. Ondan evvel aslında Turgut Özal ile Güneydoğu politikası konusunda bir uyuşmanız sözkonusu değildi. Talabani ve Barzani'nin Türkiye'ye gelişlerine sert tepkiniz oldu. Sonra siz de manzaranın vahim olduğunu mu gördünüz de Kürt realitesini tanıyoruz dediniz?

Hiç alakası yok. Türkiye'de ben Kürdüm diyen insanlar var mı? Var. Eğer kişi ben Kürdüm, Kürt etnik menşeinden geliyorum diyorsa, ben Kürdüm demesine mani olabilir misiniz? Ben Kürdüm diyen varsa bu bir realitedir. İlla ki ben Kürt değilim diye zorlamaya gerek yoktur. Ama Türkiye bir ulus devlettir. Ulus devletin tarifi ise, büyük Atatürk'ün yaptığıdır: Misakı Milli hudutları içerisinde kurtuluş savaşını yapan halkın tümü Türk'tür. Türk etnik grubundan gelen insan demiyor. Tümü Türk'tür diyor. Ulus devlet istiyorsanız bir ulus lazım. İki ulus lazım değil. Bu ulus bir tanedir. Türk ulusudur adı. Devletin adı da Türkiye Cumhuriyeti'dir. Dili de Türkçedir. Bayrağı da ay yıldızlı bayraktır. Buna kimsenin bir itirazı yok. Zaten buna itiraz ettiğiniz yerde tekil devlet, üniter devlet, yeknesak devlet kavramından uzaklaşırsınız.

-Bugünlerde MİT yetkililerinin açıklamaları var. Dağdan insinler, ovada siyaset yapsınlar tartışması var. MİT yetkilileri, soruna radikal çözümler öneriyor. Sizce Türkiye artık bu dönüşüm noktasında mı?

O çok tartışıldı. O yorumlara girmem.

-1995'te İran'a yapılan bir sınır ötesi operasyon olayı var. Son anda siz engelliyorsunuz. Dönemin komutanları diyorlar ki, biz tam Şehidan dağına çıkmıştık. Oradaki PKK varlığını imha edecektik. Ama harekât durduruldu. Sonra bu PKK'lılar gelip Hakkari'de karakollarımızı bastı. Birçok şehit verdik.

Türkiye'de sınır dışı harekât yapmak kararını cumhurbaşkanı vermez. Sınır dışı harekât yapacaksanız, MGK kararı alırsınız. Hükümet verir kararı, askerler veremez.

-Ama o sözünüz var. İran'ı bombalayacaktık, ben mani oldum diyorsunuz.

Ben Türkiye Cumhurbaşkanıyım. Bana gelip danıştıkları zaman fikrimi söyleyeceğim. Fikrimi tutmasalardı, eğer müdahale lazım idiyse. 360 senedir Türkiye'nin İran'la çatışması yok; Kasr-ı Şirin'den bu yana. İran büyük devlet. Bugünkü haliyle de... Komşularla meselelerinizi silahla halletmeye girmeden önce siyaset yoluyla, diplomasi yoluyla halledebilirsiniz. En son akla gelecek şey silahlı mücadeledir. Sen İran'a müdahale ettin, o boş duracak mı? Ben kumandanlara sordum. Tamam, biz müdahale ettik. Boş duracak mı? Hayır, o da bize müdahale edecek. Sonra biz de onlara. Sonra? Büyük Atatürk diyor ki, savaş hayatî mecburiyet olmadıkça çılgınlıktır. Ben savaşı önlemişim o kadar. Efendim askerler tepeye kadar çıkmışlar da inmişler. Olabilir. Bunda ne var yani? Herhalde bu, savaş yapmaktan daha iyi bir şey.

-Bazen savaş gerekli değil mi? Abdullah Öcalan 18 yıl boyunca Suriye'deydi. Türkiye savaşı göze alınca bıraktılar. Siz de Çankaya'daydınız.

Ama orada hayatî bir mecburiyet vardı.

-O zaman niye o hayatî mecburiyet için 18 sene bekledik?

Ancak o zaman (şartlar) oluştu. Onu söyleyen de benim. Bardak taşacak dedim; o adamı teslim etmezseniz, oradan çıkarmazsanız biz onun icabına bakacağız. Bu gayet doğal. Çünkü gerçekten bıçak kemiğe dayanmıştı. Her gün beş kişinin cenazesini Türkiye kaldırmamalıydı.

****

AİLE FOTOĞRAFININ ARKASINDAYIM


-Cumhuriyet'in 50 yılında varım diye bir sözünüz var. Bıraktığınız en büyük politik miras nedir?

Demokrasi. Türkiye üç defa darbeden geçti, buna rağmen 15. seçimini yapabildi, 16. seçimi yapacak şimdi.

-Bunda katkınız olduğunu düşünüyorsunuz.

Evet. Birincisi demokrasi, ikincisi hizmettir. Yani kalkınmışlık.

-84 yıllık cumhuriyetin 48 yılı sıkıyönetimle geçmiş; 45-50 bin insanımız terörden dolayı ölmüş. Sizi de bu mirastan sorumlu tutanlar var. Bu tartışma sizinle bir yazar arasında da yaşandı. Nitekim o yazarı Yakup Cemil'e benzettiniz. Bir kısım insanlar "Madem ki Demirel Türkiye'nin 50 yılında var, o halde Türkiye'nin yaşadığı bu sıkıntılardan o da sorumlu" diyorlar. Hiç kendinize pay çıkarıyor musunuz?

Bunlar orta laflardır. Ben kral değilim, padişah değilim, diktatör de değilim. Kanun adamıyım. Eğer bir memlekette başarı varsa o, ülkenin kanunlarının, nizamlarının tam uygulanması ile birlikte iyi idaresine bağlıdır. Türkiye 83 sene zarfında birliğini muhafaza etti ve kalkınmasını geniş çapta yaptı. 1923'te Türkiye'nin ancak bir milyon 200 bin insanı (yüzde 10) okuma yazma bilirken, bugün 67 milyon insan (yüzde 92) okuma yazma biliyor.

-Ama 48 yıl sıkıyönetim biraz fazla değil mi?

Türkiye'nin idaresi zor işte. O çıkıyor oradan. İsyanlar olmuş. Demokrasiye geçildiğinden bu yana darbeler olmuş. Aradığımız şey ne bizim? Rejim normal işlesin. Halkın hür iradesi ile seçilenler işbaşına gelsin. Ve hür iradesi ile gitsin. Benim yaptığım en önemli kavga bu.

-Turgut Özal'ın çocukları çok konuşuldu, sizin de yeğenleriniz (Yahya Demirel ve Yahya Murat Demirel) çok tartışıldı.

Her şeyi yakıştırdılar. Rahmetli Bayar (Celal) derdi ki siyaset kömür ocağına girmeye benzer. Ocağa girersiniz. Kömür tozu üzerinize bulaşır, ama silkelersiniz biter. Benim 50 seneye yaklaşan siyaset ve idare hayatımda genel müdür, parti genel başkanı, başbakan yardımcısı, başbakan, cumhurbaşkanı, muhalefet lideri ve 21 sene Isparta milletvekili olarak bana hiç kimse bir atıfta bulunmadı. 3 defa üstümüzden darbe geçti. Bu darbelerde kimse bana bir tek suali sormadı. Hiç kimse bizi bir kör kuruş, bir damla kan, bir damla gözyaşından sorumlu tutmadı. Sadece beni değil. Benimle beraber görev yapan arkadaşlarımı da... Hükümetlerde, parlamentoda veyahut parti (AP ve DYP) teşkilatlarında bize ithaf edilen ve bizi önümüze baktıracak tek bir hadise yoktur. Yeğenlerim bir suç işlemişse, bunu bana mal etmek aslında demagojidir.

-Bir de aile fotoğrafı çok tartışıldı. İki işadamı (Cavit Çağlar ve Kamuran Çörtük) sizin aile bireylerinizle çektirdiğiniz o fotoğrafta yer aldı ve gazetelerde çıktı. Daha sonra bu iki işadamı çeşitli sebeplerle mahkemelik oldu.

Çıkar canım. Gelin sizinle de fotoğraf çektirelim, aile fotoğrafı diyelim.

-Sonradan keşke aile fotoğrafı deyimini kullanmasaydım dediniz mi?

Hayır, sözümün arkasında dururum. Cavit vardı o fotoğrafta, Kamuran vardı. Her ikisi de bugün hâlâ benim çok iyi arkadaşlarımdır. Ne varmış ki aile fotoğrafı lafında? Nesi kötüymüş bunun, kime ne zarar vermiş?

-İki işadamı da yargıya gitti o yüzden...

İşadamı bu memleketin adamı değil mi? İşadamı kirli birisi mi, vebalı mı, cüzzamlı mı? Siyaset arkadaşım zaten Cavit. Benim bakanım, milletvekilim. Yani siyasete girdik diye ben dostlarımdan, arkadaşlarımdan kopacağım ve bana bir şey derler diye korku içinde olacağım. O ben değilim.

-Yeni nesillerin sizi nasıl hatırlamasını istersiniz?

Nasıl istiyorlarsa öyle hatırlasınlar. Ben vicdan huzuru içindeyim. Bu memlekette cehaletle, karanlıkla, bozkırla, yoksullukla ve haksızlıkla mücadele ettim. Ve bu başarılı bir mücadeledir ki, ben burada oturuyorum. Nasıl isterlerse öyle değerlendirsinler.

-Hayatınızda hiç büyük pişmanlık duyduğunuz bir kararınız, bir konuşmanız, bir olay var mı?

Olmuştur. İnsan halidir. Herşeyi doğru yapmaz insan. Beşerdir, şaşar. Ama ben size şudur diyemem.

-İnşaat mühendisi Demirel'i mi, yoksa politikacı Demirel'i mi daha çok beğenirsiniz?

İkisini de beğenirim.

-Sizce hangisi daha başarılı oldu?

Birinin birinden şikayeti yoktur.

-Cumhuriyetin hafızası denildi sizin için, "Hafızası değil, karakutusu" dediniz.

Ben demedim, Yavuz Donat dedi. Karakutu onun icadıdır. Cumhuriyetin hafızası lafı da Yavuz Donat'ın...

-Hangisini tercih edersiniz?

Bana bunu yakıştırmışlarsa reddetmem. Ortalığa çıkıp ben kara kutuyum demem de, birisi öyle diyorsa ondan rahatsız olmam.


*********

TÜRBAN YASAĞI DOĞRU, ŞAPKA KANUNU GEREKLİ

-'Sırtımızda Arpa tozu var' diyen bir politikacı oldunuz. 'Baba' lakabınız ne kadar meşhursa, 'Çoban Sülü' lakabınız da o kadar size siyasette pozitif değer kazandırdı. Herhalde 'Cumhuriyet köylü için kurulmuştur, ama biz gelene kadar köylü Cumhuriyet idaresinde yoktu' diyen tek politikacı sizsiniz. Yine 'Türk eliti halkı içine sindiremedi. İçinden çıktığı halkı kabuğunu beğenmeyen kestane gibi beğenmedi' sözünüz var. Ama, 28 Şubat sürecinde bir toplantıda Beethoven'ın 9. senfonisi çalıyordu. İyi hatırlıyorum. Ellerinizi kaldırarak "İşte çağdaş Türkiye bu" dediniz.

Doğru.

-Bu bir çelişki değil miydi?

9. Senfoni'nin bunlara bir karşıtlığı yok ki? 9. Senfoni'nin çaldığı yerde onbin kişi vardı. Bir muhteşem manzaraydı. Çok sesli Batı müziği çağdaş Türkiye'nin parçalarından birisidir. Ben 'İşte çağdaş Türkiye' dediğim zaman, Türkiye'yi kötülemedim ki... Bu iyi bir şey Türkiye için dedim.

-İstanbul'da varlıklı insanların oturduğu 200 bin nüfuslu Bahçeşehir'de cami olmadığını öğrenince buraya cami yapılmasını istiyorsunuz. "Cami bir mühürdür" diyorsunuz. Aşkabat'ta cami olmadığını öğrenince Devlet Başkanı'na Aşkabat camisiz olur mu diyorsunuz.

Camiyi yaptık sonra oraya...

-"Yeniden dünyaya gelsem Kur'anı hıfzederdim" sözü de size ait.

Doğru.

-Ama televizyonda, "Başörtüsü ile okumak isteyenler Arabistan'a gitsin" dediniz?

O da doğru.

-Bu sözünüz muhafazakar kesimde şok etkisi yaptı.

Niye şok etkisi yapıyor ki? Başını örtene bir şey dediğimiz yok ki? İşte benim kız kardeşim, Afife hanım, başı örtülü. Anamın başı örtülü. Kız kardeşimin başı hâlâ bugün örtülü. Mesele dinî simge sayılan türbanla... Adı türban bunun, başörtüsü değil. Anadolu kadınını yüzde 60-70'i başını yazma ile yaşmakla örtüyor. O gelenek. Onda siyasî, dinî simge yok. Türbanda ise var. Bunu Türkiye'nin adlî makamları böyle kabul etmiş. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay da... Avrupa'nın önemli kurumları böyle kabul etmiş. Fransız Meclisi de... Dinî simge kullandığınız yerde bir ayırımcılık işin içine giriyor. Eğer türban takmak istiyorsanız, evde sokakta kimsenin dediği bir şey yok. Ama üniversiteye geldiğimiz zaman buna Türkiye'nin en yüksek yargı organları karşı. Üniversite rektörleri karşı, senatolar karşı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi karşı. Şimdi bana soruyorlar, bu durumda türban takmak isteyen kız çocukları ne yapacak? Ben de diyorum ki bu türban meselesini hallederiz diyenler nerede? Çıksınlar, halletsinler bakalım. Halledemezler, çünkü karşı diye saydığım müesseseleri aşamazlar. Onların ortaya koyduğu gerekçeyi de aşamazlar. O zaman ne olacak? Okumak istiyorsa türbana müsaade edilen bir yere gidilecek. Orası neresidir?

-ABD'de de türbanla okunabiliyor, Avusturya'da da okunabiliyor.

Oraya gider.

-Arabistan'ı özellikle mi söylediniz, çünkü o konu dikkat çekti...

Hayır, hiçbir özelliği yok. Arabistan'da okunabiliyormuş. Avusturya'da da okunabiliyormuş. Öyle dedi birisi, oraya gider dedim ben de. Son üç Diyanet Reisi'nin kızlarına nasihatleri var. Kızları diyor ki, 'Baba başımızı mı açalım, yoksa başımızı kapatıp okumayalım mı?' Onların dediği şu: Okuyun, açın başınızı. Çünkü İslam ikra (oku) diye başlıyor. Sonra kapatacaksan kapatırsın. Başına türban koyan kız çocuğu Müslüman da koymayan Müslüman değil gibi bir imayı vererek bir dinî ayrımcılık yapmak dine uygun mu? Bana göre değil. Üniversiteler devletin işyerleridir. Siz mecbur değilsiniz devlette çalışmaya. Devletin koyduğu şartlara uyarsanız orada çalışırsınız. Türkiye Cumhuriyeti devrimi aslında bir kıyafet mecburiyeti getirmiştir. Bunda gerçi kadınlar için çok bir zorlama yok. Ama erkekler için var. Hadi şapka giymeyin de görelim. Şapkanın yerine başka bir şey giyin de görelim. Şapka Kanunu duruyor orta yerde. Çünkü neden? Devrim bu. Senin rızana bağlı değil. Cumhuriyetin getirdiği bir olay.

-Cumhuriyet devrimi dediniz. Aslında Cumhuriyet'in başarılı olamadığı noktaları da söylüyorsunuz. Mesela "Korkutucu devletten yaşama sevinci aşılayan devlete geçemedik" sözünüz var. Bir başka sözünüzü daha hatırlıyorum. "Sabahın alacakaranlığında kapınız çaldığında eğer gelen kişi olarak aklınıza polis değil sütçü geliyorsa orada demokrasi var" diyorsunuz.

Doğrudur. O laf benim değil yalnız Churchil'in.

-Ama Ankara Büyükşehir belediye başkanı, bir sabah alacakaranlıkta evinin kapısı çalınıp gözaltına alındı.

Yanlış, yanlış...

-Ancak sizin devreye girmenizle serbest kaldı...

Bakın bir şey var. Böyle münferit hadiseler genelleştirmeye müsait değildir. O çeşit şeyler keyfî, yanlış.

-Ama başkentte oldu bu olay?

Olabilir, ayıp olmuş. Bu oldu diye Türkiye'de demokrasi yok demek yanlış.

-Siz o zaman devreye girdiniz.

Girdim, gayet tabi. Sabaha kadar bekle. Sabaha karşı niye alıyorsun? İşgüzarlık o.

-Demin dediniz ki, Cumhuriyetin getirdiği bazı şeyler var ki bunlar devrim ve karşı çıkamayız.

Devrimin rızaya ihtiyacı yok. Onu dedim.

-Ama mesela bazı şeyler eskimez mi? Şapka Kanunu'na şu anda Türkiye'nin ihtiyacı var mı?

Var.

-Neden var?

Var. Bana sordun, nedenini sorma. Var.


***


ERBAKAN BİR GECEDE SAÇLARIMI AĞARTTI


-Turgut Özal ve Necmettin Erbakan ile arkadaşlığınız İTÜ'de başladı.

Evet.

-İyi miydi ilişkileriniz.

Çok. Çok iyiydi.

-Hangisini daha çok severdiniz?

Hiç bir tercihim yoktu. İyi arkadaştık, birbirimizi severdik. Hepimiz çalışkan öğrencilerdik.

-Siz mi daha çalışkandınız, Erbakan mı, Özal mı?

Erbakan'la sınıflarımız ayrıydı, o makine ben inşaat mühendisliği okuyordum. Turgut bizden iki sene sonraydı rahmetli. O elektrik mühendisiydi. Kardeşimin arkadaşıdır. Sonra biz rahmetli Özal'la Elektrik İşleri Etüd İdaresinde buluştuk. Ben geldim hizmete başladım, iki sene sonra da o geldi. Sonra uzun süre çok iyi arkadaşlık yaptık.

-Erbakan İTÜ'de iken de dindar bir öğrenci miydi?

Dindar sayılır. Yani çok iyi bir öğrenciydi. Çok parlak da bir mühendis.

-Turgut bey o zaman dindar mıydı?

Evet sayılır. Yani dindardan kasıt cuma namazına gider, ondan sonra dinî meselelerle ilgilenir. O çeşit bir şey.

-Siz kendinizi nasıl tanımlardınız o zaman?

Ben de giderdim cuma namazına. (Gülüyor)

-Turgut Özal'ı hiç milletvekili adayı yapmamışsınız...

Yaptım. Daha doğrusu yapmak istedim. Kayseri'den milletvekili yapacaktım 1977 seçimlerinde. İki gün daha bekleseydi milletvekili adayıydı. İzmir'den senato adayı oldu, Erbakan'ın partisinden.

-Sizden işaret almadığı söyleniyor.

Daha vakit vardı. Yakın arkadaşım. Yapacak mısın yapmayacak mısın diye bana sorabilirdi. Sordu da hayır yapmayacağım demedim. 20 kişilik kontenjan hakkımız vardı. Birisini de oradan koyacaktık. Bakın bütün bunlara rağmen gitti, İzmir'den bizim karşımızdaki partiden senato adayı oldu. 1979'da kendisini göreve çağırdım. Ben ne kadar iyi niyet sahibiyim.

-Erbakan'ın siyaset sahnesine çıkmasından sizi sorumlu tutanlar var. Erbakan'ı o tarihte Odalar Birliği'nden uzaklaştırmasaydınız, milletvekili adayı olurken Adalet Partisi'nden aday olmasına izin verseydiniz Milli Selamet hareketine başlamazdı deniliyor.

Başlamazdı demek mümkün değil. Milletvekili olup gelir, sonra gene başlardı.

-Ayrılır mıydı sizden?

Bütün mesele içindeki kurda bağlı. Erbakan'ın Milli Selamet Partisi'ni kapattılar durdu mu? Bir parti daha kurdu. Onu kapattılar durdu mu? Bir parti daha kurdu. Onu kapattılar durdu mu? Dördüncüyü, beşinciyi kurdu. Kaldı ki siyasi parti ayrı bir olay. Kendi içinde huzur ve sükûnu kollamak mecburiyetindedir. İkincisi, Ben partinin genel başkanıyım ve başbakanım. Orta yerde bir Danıştay kararı var. O gün birisi, nizama aykırı olarak kendisini başkan seçtirmiş (Odalar Birliği'ne) gelmiş oraya oturmuş. Hükümet diyor ki bu gayri nizami. Danıştay diyor ki bu hukuka aykırı. Bırak bu görevi. O tarihe kadar benim çok yakın arkadaşım kendisi. Zaten onu Sanayi Odası Genel Sekreterliği'ne ben getirdim. Bırak bunu, bırakmıyor. O zaman ne yapacak hükümet? Hükümet demek icra demektir, tehdidini ikaya muktedir olmak demektir. Yani yapabilmek demektir. O zaman dedik ki bunu icra edin, icra ettiler. Üç gün sonra geliyor senin partine girmeye. İyi niyet görmedim.

-Bir sözünüz var. Erbakan'ı İsviçre'den alıp getirdiler diyorsunuz. Çünkü öyle bir iddia var. O dönemde Adalet Partisi'nin oyları bölünsün diye Muhsin Batur'un Erbakan'ı İsviçre'den getirdiği ve Milli Selamet Partisi'nin kurulduğu söylenir.

Maalesef. Bizim o zamanki şüphemizdir o. Adalet Partisini parçalamak ve oylarını yeniden toparlanmaz hale getirmek için öyle bir hareket olduğu şüphemiz vardı. Şüphe.

-Bir de Erbakan yüzünden bir gecede saçlarım ağardı diyorsunuz.

Bir zorlukla karşılaşmışızdır. Anlaşamadığımız bir şey olmuştur. Öyle bir lafı dediğimi biliyorum, ama münferit bir hadiseyi bilmiyorum.

-Tansu Çiller'i sevmeyenler de sizi ondan sorumlu tutuyor, çünkü ona başbakanlığı siz verdiniz...Tansu Çiller'i Hüsamettin Cindoruk'a tercih ettiniz. Sonradan pişman oldunuz mu?

Hüsamettin Bey çok güzel görevler yapmıştır. DYP'nin Genel Başkanlığını 1985'te benim ricam üzerine aldı. Çok da güzel yaptı. Meclis başkanlığını da... İstiyorduk ki eğer ben Çankaya'ya çıkarsam, cumhurbaşkanı, Meclis başkanı ve başbakan aynı partiden olur ve daha kolay idare olur. O zaman o kanaatte idik. Ve öyle olsun istedik. Sayın Cindoruk çok onore bir görevi yapıyordu. Öyle bir göreve (DYP'nin başına) kendisi talip olmadı.

-Ama sizden işaret beklediğini, bu işareti vermediğinizi söylüyor.

Olabilir ama, kendisi talip olmadı. Talip olduğuna dair en ufak bir kanaatim yoktu. Cindoruk benim çok değerli bir arkadaşımdır. DYP'yi zaten beraber kurduk Zincirbozan'da.

-Bu süreçte Necmettin Cevheri için kullandığınız rivayet edilen bir söz var. "Necmi beni arkadan hançerledi" diye.

Yok öyle demedim; hani bu genel başkan seçiminde bana bir şey söylemediniz, bana bir şey söyleseydiniz ona göre şey yapardım. Yani o manada söylenmiş bir laf. Necmettin Cevheri benim çok yakın arkadaşım. Hâlâ da öyle. Kader birliği ettiğim yürekli, yiğit ve çok güzel bir arkadaştır. Akıllı, tecrübeli ve her konuda danıştığınız zaman size doğruyu söyler. O meselede biraz şeyimiz oldu.

-Emin Çölaşan, Hüsamettin Cindoruk'a atfen yazdı. Cindoruk, "Baba bana dedi ki Çankaya'daki gidici, iki aylık ömrü var..." demiş. Yani Özal'ın iki aylık ömrü kaldı demişsiniz. Tıp çevrelerinden mi aldınız o bilgiyi?

Hayır, ben öyle bir şey demedim. Yalnız o zaman bize verilen bilgiler iyi değildi. İki ay filan demedim. Bu bilgiler iyi değil dedim.

-Bu bilgiler içerideki makamlardan mı, ABD'deki doktorlarından mıydı?

İçeriden de dışarıdan da. Benim anlayışım, rahmetli Celal Bey'den aldım bu anlayışı. Cumhurbaşkanlarının sağlığından hükümet sorumludur. Ben onu aynen icra ettim.

-Özal'ı uyarıyor muydunuz?

Uyarma meselesi değil. Ne zaman tedavi olacaksa, ne zaman ne yapacaksa herşeyi yaptık.

***

27 MAYIS İHTİLALİ OLMASA SİYASETE GİRMEZDİM


-Sizi Adnan Menderes mi keşfetti?

Nisan 1949'da Elektrik İşleri Etüd İdaresinde göreve başladım. Sonra beni ABD'ye gönderdiler. Döndüğümde Türkiye'de devir değişmişti. 14 Mayıs 1950 seçimleri yapılmıştı. ABD'de bir üniversite bitirmiş kadar çok şey öğrendim. O zaman Türkiye'de elektrik yok. Üretmek için santral yapmak lazım, büyük bir elektrifikasyon yapmak lazım. 1950'de Türkiye'nin 35 bin köyünün sadece 13'ünde elektrik var. Bir kilometre dahi yüksek gerilim hattı yok. Herkes kendi elektriğini temin etmeye çalışıyor. Gece yarısına kadar dizel santraller çalışıyor. Gece yarısı karanlık. Böyle bir Türkiye. Yol yok, okul yok, kışlık yok. Yoksulluk diz boyu. 21 milyon nüfuslu böyle bir Türkiye'yi halkın içinden gelen bir siyasi heyet ele almış. Siyasi irade yüzde 54 oyla Demokrat Parti'yi (DP) iş başına getirmiş. DP iş başına gelince bir arayışa girmiş. Ne yapalım, nasıl yapalım, vaatleri var. Bir elektrifikasyon hamlesi yapılacak, sulama hamlesi yapılacak.

-Siz hâlâ Elektrik İşleri Etüd İdaresindesiniz.

Evet. O zaman henüz Devlet Su İşleri yok. İşte o dönemde tozlu topraklı dosyaları, yapılmış ama icra edilmemiş projeleri önümüze koydular. Onları birer birer ayıklamaya giriştik. 30 kadar ilin hidrolik santraller vasıtasıyla elektrik almasını planladık. Adana ovasını su basıyordu. Seyhan Barajı ile amaç Adana ovasını kurtarmaktı. Beni raporların hazırlanmasına memur ettiler. Ben de o dairenin başında olan rahmetli Emin Ünver'le beraber çalışmalara katıldım. Emin Ünver Washington'a gitti. Türkiye'ye 25 milyon dolar kredi verdiler. Sonra da bana o barajın her şeyine nezaret görevi verildi.

-Barajlar Kralı olayı öyle başlıyor.

Evet. Seyhan Barajı'nın mukavelesi imzalanırken rahmetli Adnan Bey (Menderes) Bayındırlık Bakanlığı'nın salonuna geldi, o mukavelenin imzasında şahit olarak bulundu. Ben o zaman genç bir mühendisim. Rahmetli Kemal Zeytinoğlu Bayındırlık Bakanı idi. Menderes'i benimle tanıştırdılar. O günden (1952) itibaren rahmetliyi tanırım. 1954'te seçim yapıldı. DP yüzde 57 oy aldı. DP'nin hizmete dalması 1954'ten sonradır. O heyetle beraber biz de bürokrasinin içerisindeydik. Ben ABD'de öğrendim barajı. Türkiye'nin üç tane barajı (Çubuk, Porsuk, Niğde'de küçük bir gölet) vardı. Henüz Türkiye su toplamaya başlamamıştı.

-Sonra Menderes sizi DSİ'nin başına getirdi.

Seyhan Barajı ile çok başarılı bir iş yapıldı. Türkiye'de bu kadar hızlı inşaat şimdi bile yapılmıyor. Bir gün bana dediler ki DSİ Genel Müdürü'sün. Ben dedim ki burada çok iyi hizmet yapıyorum, bana idarî görev vermeyin. Israr ettiler. Pekâlâ dedim. DSİ'nin kuruluşunu yaptım. DSİ 1954'te kuruldu. Beş sene DSİ genel müdürlüğü yaptım. Sonra 1960'a kadar koşturduk.

-27 Mayıs 1960 ihtilali olmasa siyasete girer miydiniz?

Girmezdim. Siyaset bilmediğim, tanımadığım bir şeydi. Ben daha çok içinden geldiğim muhit, Orta Anadolu şartları, karanlık, kuraklık, bozkır, onlarla kavgaya giriştim.

-Sizi rahmetli Menderes'in idam edilmesi mi etkiledi?

Çok geniş çapta. O ihtilal aslında, bana göre kalkınma hamlesini durdurmuştur. Rahmetli Menderes bir bayraktı. Ve taşıdığı da Türkiye bayrağıydı, kalkınma bayrağıydı. Yere düştü. Onu memnun edecek en önemli hadise, o bayrağı yeniden alıp burca dikmekti. Ben bunu yapabileceğim kanaatindeydim. 1960'ta 36 yaşındaydım. O zaman askere gittim, askerlik biter bitmez 1962'den itibaren Adalet Partisi (AP) genel idare kurulunda görev aldım. Daha sonra 1964'te AP'nin Genel Başkanı oldum. 1981'e kadar o görevim devam etti. 17 sene içerisinde altı defa başbakan oldum. Sonra 12 Mart muhtırası oldu, 80 ihtilali oldu, yasaklı yıllar oldu. Biz yasaklı yıllarda 7 sene burada oturduk. Şu oturduğumuz binada. Arkasından, onları aştık referandum vasıtasıyla. AP'nin yerine kurulan DYP 1991'de yeniden birinci parti oldu.


ASKERLER CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNE KARIŞMASIN


-12 Mart 1971 muhtırasından sonra Başbakanlıktan ayrıldınız. İki yıl sonra 13 Mart 1973 günü Meclis'te cumhurbaşkanlığı seçimi oldu. Genelkurmay Başkanlığı'ndan istifa edip cumhurbaşkanı olmak isteyen Orgeneral Faruk Gürler'e karşı direndiniz ve onu seçmediniz. O gün, Meclis'in dışında bekleyen bir general; "Tanklar Etimesgut'tan çıktı, Meclis'e geliyor" diye size haber gönderiyor. Siz, "İçeride oturuyorum. Vicdanımızla karar vereceğiz." diyorsunuz. Sonra, 1973'teki bu olayı değerlendirirken, "Çakı gibi durduk. 12 Mart'ın rövanşını aldık. Başka ülkelerde olsa bu parti beş kere iktidara gelirdi." diyorsunuz. Şimdi Türkiye'de şöyle bir tartışma var. Madem Cumhurbaşkanı Başkomutan sıfatını taşıyor. O halde Ordu'nun kimin cumhurbaşkanı olacağı konusunda görüş açıklama hakkı var. Ne diyorsunuz?

Öyle bir şart yoktur. Cumhurbaşkanını seçmek, doğrudan doğruya bugünkü şartlarda Meclis'in işidir. Kimseden izin almaya gerek yoktur. Türkiye'deki yüksek irade, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir ve Anayasa'da tarif edilmiş usullere göre cumhurbaşkanını seçer. Yalnız bu seçimin halkın içine sinmesi lazımdır. Sinmezse ne olur? Tartışma konusu olur. Yani seçildikten sonra olur, seçilirken de olur. Devletin başını tartışma konusu yapmamak lazımdır. Benim hareket noktam şudur: Devleti eskitmeyin, devlet herkese lazımdır. Bir gün demokratik otoriteyi ararsınız. Onun için her kötülüğün faturasını devlete çıkarmayın, zanla, şüpheyle hareket etmeyin. Devlet bir büyük kurumdur. Devletin içinde yanlış yapan insanlar vardır, kim yanlış yapmışsa o suçludur. Yani yanlış ve kusur kurum olarak devlete değil, o yanlış ve kusuru yapanlara aittir.

aksiyon
Yayın Tarihi : 12 Şubat 2007 Pazartesi 17:25:43


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?