13
Haziran
2025
Cuma
YAŞAM

YOKSULLUĞUN PANZEHRİ DEMOKRASİ

Ülkeler arası eşitsizliğin nedenini coğrafya, iklim veya tarihte arayanlar yanılıyor. Bir ülkedeki yoksulluğu azaltmanın yolu, hukukun üstünlüğünü tesis etmek ve vatandaşların korku duymadan yaşamasını sağlamaktır. ABD baskıcı rejimlere karşı koymak konusunda pasif davranmamalı.

Biz zenginiz, hali vakti yerinde ve gelişmiş olanlarız. Ve geri kalanların büyük kısmı, yani Afrika, Güney Asya ve Güney Amerika’dakiler, dünyanın Somalilileri, Bolivyalıları, ve Bangladeşlileri zengin olmayanlar. Her zaman böyleydi, zenginlikle yoksulluk, sağlıkla hastalık, gıdayla kıtlık arasında bölünmüş bir küreydi bu; fakat günümüzde ülkeler arasındaki eşitsizlik inanılmaz boyutlarda: Ortalama Amerikan vatandaşı, ortalama Guetamalalı’dan 10 kat, ortalama Kuzey Koreli’den 20 kat ve Mali, Etiyopya, Kongo veya Sierra Leone’de yaşayanlardan 40 kat daha zengin.
Toplumbilimcilerin asırlardır boğuşup yanıtını bulamadığı soru, ‘niye?’. Fakat asıl sormaları gereken soru, ‘nasıl?’. Çünkü eşitsizlik önceden belirlenebilir değildir. Ülkeler çocuklara benzemez - yoksul veya zengin doğmazlar. Hükümetleri onları böyle yapar.

‘Montesquieu ekolü’ temelsiz
Eşitsizlik üzerine bir teori arıyorsanız, Fransız filozof Montesquieu’ye bakabilirsiniz; kendisi, 18. asrın ortasında çok basit bir açıklama ortaya atmıştı: Sıcak bölgelerdeki insanların doğasında tembellik vardır. Bunu toptancılıkta aşağı kalmayan açıklamalar takip etmekte gecikmedi: Ekonomik başarının gerçek itici gücü Max Weber’in Protestan çalışma ahlakı olabilir mi? Ya da en zengin ülkeler eski Britanya sömürgeleri olabilir mi? Veya belki mesele, hangi ülkenin en fazla Avrupa kökenli nüfusa sahip olduğuna bakmak kadar basittir. Bütün bu teorilerle ilgili sorun, belli bazı örneklere gayet uygun düşseler de, diğer örneklerin bunları radikal biçimde boşa çıkarması.

Bugün ortaya atılan teorilerin de pek farkı yok. Columbia Üniversitesi’nin Yeryüzü Enstitüsü direktörü iktisatçı
Jeffrey Sachs, ülkelerin nispi başarısını coğrafya ve iklime bağlıyor: En yoksul bölgelerdeki çorak tropikal topraklar tarımı zorlaştırıyor ve tropikal iklimler hastalığı, özellikle de sıtmayı tetikliyor. Belki de bu sorunları çözecek olsaydık, bu ülkelerin vatandaşlarına daha iyi tarım teknikleri öğretir, sıtmayı ortadan kaldırır veya en azından bu ölümcül hastalıkla savaşmaları için onları artemisininle donatırdık. Böylece yoksulluğu da yok edebilirdik. Ya da daha da iyisi, belki bu insanları başka yere taşır ve netameli topraklarını tamamen terk etmelerini sağlardık.

Meşhur çevrebilimci ve çok satan kitapların yazarı Jared Diamond’ın farklı bir teorisi var: Dünyadaki eşitsizliğin kökü, bitki ve hayvan türlerinin tarih içindeki kullanımına ve teknolojinin ilerlemesine dayanıyor. Diamond’ın açıklamasına göre, ekip biçmeyi ilk öğrenen kültürler sabanı kullanmayı ve böylece diğer teknolojileri benimsemeyi de ilk öğrenenlerdi, ki her başarılı ekonominin motoru buydu. Demek ki dünyadaki eşitsizliğin çözümü teknolojiye bağlı olabilir - o zaman gelişmekte olan dünyayı internet ve cep telefonuyla donatalım.

Ve Sachs ile Diamond yoksulluğun belli veçhelerine dair iyi fikirler öne sürüyor olsa da, Montesquieu ve onu takip eden diğerleriyle ortak bir tarafları var: Özendirme unsurunu görmezden geliyorlar. Yatırım yapıp gelişmek için insanların özendirilmeye ihtiyacı var; sıkı çalışırlarsa para kazanabileceklerini ve bu parayı
gerçekten ellerinde tutabileceklerini bilmeleri gerekiyor. Ve bu tür özendirmeleri sağlamanın anahtarı da oturmuş ve sağlam kurumlar -hukukun üstünlüğünün ve güvenliğin yanı sıra, başarı ve yenilik fırsatları sağlayan bir yönetim sistemi. Zenginleri yoksullardan ayıran şey bu - coğrafya, iklim, teknoloji, hastalık veya etnik köken değil.

Basitçe söyleyelim: Özendirme meselesini çözerseniz, yoksulluğu da çözersiniz. Ve kurumları düzeltmeyi istiyorsanız, hükümetleri düzeltmek zorundasınız. Kurumların ülkelerin zenginliği ve yoksulluğu açısından bu kadar merkezi olduğunu nasıl biliyoruz? Meksika-Amerika sınırındaki dikenli telle bölünmüş Nogales’le başlayalım. Bu kentin iki yarısı arasında coğrafi farklılık falan yok. İklim aynı.

Rüzgarlar, topraklar aynı. Coğrafya ve iklimden kaynaklı yaygın hastalık türleri ve sakinlerin etnik, kültürel ve dilsel kökenleri de aynı. Mantık gereği, kentin iki tarafının ekonomik bakımdan farksız olması gerekir. Ama hiç öyle değiller.
Sınırın Arizona, Santa Cruz tarafında ortalama hane başına gelir 30 bin dolar. Birkaç adım ötedeyse 10 bin dolar. Bir tarafta gençlerin büyük kısmı devlet liselerinde ve yetişkinlerin çoğunluğu lise mezunu.

Diğer taraftaysa bırakın üniversiteyi, liseye gidenler bile çok az. Arizona’dakiler nispeten daha sağlıklı ve 65 yaş üzerindekiler sağlık güvencesine sahip; yeterli bir otoyol ağı, elektrik, telefon hizmeti, güvenilir bir kanalizasyon ve kamu sağlığı sistemi olduğunu söylemeye gerek yok. Diğer taraftaysa bunların hiçbirini göremiyorsunuz. Yollar kötü, yenidoğan ölüm oranları yüksek, elektrik ve telefon hizmeti hem pahalı hem kalitesiz.

Botswana çarpıcı bir örnek
Kilit fark şu: Sınırın kuzey tarafındakiler hukuk, düzen ve güvenilir devlet hizmetlerinin tadını çıkarıyor - hayatları, güvenlikleri veya mülkiyet hakları için korku duymadan günlük faaliyetlerine ve işlerine gidebiliyorlar. Diğer taraftakilerse suç işleyen, yolsuzluk yapan ve güven sağlayamayan kurumlarla baş başa.
Nogales en açık örnek olabilir, fakat tek örnek değil. Vaktiyle sefalet içinde tropikal bir ada olan ve Britanyalı sömürgeciler mülkiyet haklarını dokunulmaz hale getirip ticareti teşvik ettikten sonra Asya’daki en zengin ülke haline geliveren Singapur’u ele alalım. Veya Çin’i. Bu ülkenin durgunluk ve kıtlıkla yazılan kaderi, ancak Deng Şiaoping tarımda ve sanayide özel mülkiyet haklarını devreye soktuktan sonra tersine döndü.

Ya da Afrika’nın kalanı yoksulluktan kıvranırken, seçilmiş ilk liderlerinin hayata geçirdiği güçlü kabile kurumları ve ileri görüşlü ulus inşa süreci sayesinde son 40 yılda ekonomisi geliyip serpilen Botswana.

Şimdi de ekonomik ve siyasi başarısızlık örneklerine bakalım. Sierra Leone’yle başlayabiliriz; bu ülkede işleyen kurumlar yok ve muazzam elmas rezervleri yıllardır süren iç savaşı, çekişmeyi ve bugün de öne alınamayan yolsuzluğu ateşledi. Ya da komünist Kuzey Kore; kapitalist güney komşusunun coğrafi, etnik ve kültürel bir aynası olmasına rağmen ondan 10 kat yoksul. Ya da en büyük medeniyetlerden birinin beşiği olan Mısır; görkemli mazisine rağmen, Osmanlılar ve sonra Avrupalılar tarafından sömürgeleştirilmesinden beri durgun bir ekonomiye sahip. Ekonomik faaliyetlerin ve piyasaların kısıtlandığı bağımsızlık sonrasındaysa durum sadece daha da kötüleşti. Aslında bu teori, dünyanın büyük kısmındaki eşitsizlik örneklerine ışık tutmak için kullanılabilir.

Diktatörlere destek kesilmeli
Ülkelerin niye yoksul olduğunu biliyorsak, bundan onlara yardım etmek için ne yapabileceğimiz sorusu çıkıyor. ABD’nin Afganistan ve Irak’ta yaşadıklarının gösterdiği üzere, dışarıdan kurumlar dayatma yeteneğimiz sınırlı. Fakat çaresiz de değiliz ve birçok örnekte yapılabilecek bir sürü şey var. Dünyanın en ağır baskı altındaki vatandaşları bile, kendilerine fırsat verildiğinde tiranlara karşı ayağa kalkacaktır. Bunu son dönemde İran’da gördük, birkaç yıl önce de Ukrayna’daki Turuncu Devrim’de.

ABD bu tür hareketleri teşvik etmek konusunda pasif davranmamalı. Dış politikamız, baskıcı rejimleri ticaret ambargoları ve diplomasiyle cezalandırarak bu hareketleri cesaretlendirmeli. ABD’nin kısa vadeli dış politika hedeflerine uyuyor diye diktatörleri destekleme dönemi (sözgelimi Pakistan’daki Ziya ül Hak’a verdiğimiz gizli destek ve 1965’den 1997’ye dek Mobutu’nun Kongo’daki hırsızlığa dayalı rejimiyle yaptığımız yasadışı anlaşmalar) sona ermeli.

Zira bu politikanın uzun vadedeki sonuçlarının bedeli, yani ülkelerin sefalet içinde vatandaşlarla, aç çocuklarla, teröre yönelmesi işten bile olmayan mutsuz gençlerle dolması, fazla ağır. Bugün bu, Pakistan, Gürcistan, Suudi Arabistan ve Afrika’daki sayısız ülkeyi, terörle savaşta kısa vadeli müttefikimiz olup olmadığına bakmaksızın daha fazla sorumluluk, daha fazla açıklık ve daha fazla demokrasiye itmek anlamına geliyor.

Mikro düzeyde yabancı ülkelerin vatandaşlarına onları eğiterek ve aktivizmin modern araçlarıyla (bilhassa internetle ve hatta belki, bilginin gücünden korkan Çin veya İran gibi baskıcı hükümetlerin devreye soktuğu engelleyici duvarları ve sansürü aşabilmelerini sağlayacak şifre kırma teknolojileri ve cep telefonu platformlarıyla) donatarak yardım edebiliriz.

1000 yıldır bizimle olan ve son 150 yılda inanılmaz boyutlara varan küresel eşitsizliği ortadan kaldırmak kuşkusuz kolay olmayacak. Fakat başarısız hükümetlerin ve kurumların yoksulluğu üretmekteki rolünü anlayarak, bunu tersine çevirmek için bir mücadele şansı elde edebiliriz. (ABD’deki Massachussetts Teknoloji Enstitüsü’nde (MIT) görevli ekonomi profesörü, 2005’te Amerikan Ekonomi Birliği’nin iki yılda bir verdiği John Bates Clark madalyasına layık görüldü
 

Daron Acemoğlu - Radikal
Yayın Tarihi : 21 Kasım 2009 Cumartesi 17:24:17


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?