14
Haziran
2025
Cumartesi
YAŞAM

80'lik bebek 18'lik ihtiyar!

13 dalda Oscar adayı Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi cuma günü vizyona giriyor. Filmin hikayesi karmaşık ama mesajı kısa: Keşke demeyin

'80 yaşında doğup peyderpey 18'imize gelsek, hayatımız son derece mutlu olurdu' dedi Mark Twain ve F. Scott Fitzgerald'ın 1922'de yazdığı 'Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi'ne ilham verdi. O da 2008 yapımı ve bu yılın 13 dalda Oscar adayı aynı isimli şaheser filmine...

Başrollerini Brad Pitt ve Cate Blanchett'in paylaştığı, yönetmenliğini 'Se7en' ve 'Dövüş Kulübü' gibi kült filmleri bize kazandıran David Fincher'ın yaptığı filmde, 80'li yaşlarında doğup geriye doğru yaşlanan bir adamın hayatı anlatılıyor. Filmin, 'Forrest Gump'a benzediğine dair laflar dönüyor ve senarist Eric Roth (Kendisi Forrest Gump'ın da senaristi) eleştiriliyor.

Politik söylem yok
Bu yersiz eleştirileri yapanlara, Almanya'da ortaya çıkan 'bildungsroman' yani 'oluşum romanı' denilen tür neymiş okuyup araştırmalarını tavsiye ediyorum. Kahramanın çocukluktan yetişkinliğe geçişi, bu esnada çıktığı hayat yolculuğunun önemli bir sebebi olması, olgunluğa erişmenin kademe kademe olması ve uzun sürmesi zaten türün özellikleri arasında. Dolayısıyla, bu eleştirilere maruz kalması doğru değil. Zaten Benjamin, Forrest gibi zihinsel problemli değil ve filmde Forrest Gump'ta olduğu gibi politik söylemler yer almıyor.

Yaşlanmayı kabul etmek, etmemek!
FİLME gelince... Oğlunu I. Dünya Savaşı'nda kaybeden bir adam, New Orleans'ta tren istasyonuna asılması için bir saat yapıyor. Açılış töreninde, bakıyoruz ki saat geriye doğru gidiyor ve adam, 'Bilerek yaptım, belki böylece savaşta kaybettiğimiz evlatlarımız ayağa kalkıp aramıza döner' diyerek en baştan aslında filmin günümüzle de alakalı olduğunun sinyallerini veriyor. Savaşın son günü dünyaya gelen Benjamin Button'ın hayatıyla olan paralelliği gösteriyor.

Tuhaf görüntüsü yüzünden babasının bir yaşlılar evine bıraktığı Benjamin, bakıcı Queenie tarafından büyütülüyor. O evde kalan babaannesini ziyarete gelen özgür ruhlu, geleceğin bohem dansçısı Daisy (Cate Blanchett) ile de ömür boyu sürecek arkadaşlığı bu şekilde başlıyor.
Çocukluğundan beri ömrünün çok uzun olmadığı kendisine açıkça anlatılan Benjamin, hayatını dolu dolu yaşamaya çalışıyor. Filmin teması da bu zaten: Yaşamak. Çok geç olmadan hayatın tadını çıkarmak, 'Keşke' dememek.

'Başına gelenler seni kuduz köpek gibi çıldırtır. Küfredersin, kaderine lanet eder, yaptığın her şeyden pişman olursun. Ama son yaklaştığında. Boş vermeye mecbursun' diyor bir sahnede Benjamin, babasıyla güneşin doğuşunu izlerken...

Bir yerde karşı koymayı bırakmalı insan çünkü aslında yaşamın kendisi bir mucize. Yaşlanıyoruz ve bunu kabul etmeliyiz ama insanoğlu için zor şey kabul etmek. Filmde Daisy'nin bir noktada 'Yaşlanmak hoşuma gitmiyor' demesi gibi.

Teknoloji, zaman ve varlık algımızı aslında nasıl da tahrip etmiş. Çünkü Daisy gibi yaşlanmaktan hoşlanmayan 60-70 yaşındakiler 20 yaşında gibi şimdilerde. İfadesiz bir sürü insan etrafta...
Filmde etkisini görmediğimiz ama adı sık sık geçen Katrina kasırgasına engel olmayacağımız gibi, zamanın da akışına engel olamayız.

Her anın kıymetini bilin
FITZGERALD, 'Caz Çağı'nda, melon şapkaların, yeleklerin, inci kolyelerin zamanında yazmıştı hikayesini ve bildiğimiz üzere Caz Çağı, Büyük Buhran'la sona ermişti. Aynı şekilde film de, sonuna dek görmesek de Katrina Kasırgası'yla son buluyor. Yani her karesinde 'engel olamazsınız' diye fısıldıyor kulağımıza.

Zaman beklemiyor kimseyi. Filmin gerçek aşk olmak, kaybetmek ve pişmanlık dışında verdiği esas mesaj bu; anın kıymetini bilmek. Daha fazla güzelliği bozulmasın, gelir gelmez gidip izleyin...

Akşam
Yayın Tarihi : 5 Şubat 2009 Perşembe 03:56:39


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?