29
Mayıs
2024
Çarşamba
YAŞAM

Çocukluğumun oyunları

Çocukluğumuzdaki oyunlarımızın hangilerini hatırlıyorsunuz? Zaman'dan Selim İleri yazdı...

Bu kez sokak arasındayız, köşe kapmaca oynuyoruz. Durmadan köşelerden köşelere koşuşturuluyor. Ben ebe olmuşum, bir türlü o köşelerden birini kapamıyum! Köşe kapmaca, git git, korktuğum bir oyun olacak. Aptalcaydım herhalde; arkadaşlarımın şaşırtmacalarına, yapmacıklı hareketlerine bakakalır, bir türlü köşe möşe kapamazdım. 

Yaşlandıkça, geçmiş, ne tuhaf!, büsbütün ışık çakımlarında beliriyor, çıkageliyor. Dün ne yaptığımı, kiminle buluştuğumu, görüştüğümü zorlukla hatırlarken; yarım yüzyıl öncesini daha dünmüşçesine hatırlayabiliyorum. Hem, yalnızca hatırlayış da değil. Çok zaman var ki, çocukluğum, yeniyetmeliğim rüyalarıma girer oldu. Daha geçen gece rahmetli anneannem sesleniyordu:

Açıl kilidim açıl / Açılmaz / Anahtarı nerede? / Suya düştü / Su nerede? / İnek içti / İnek nerede? / Dağa kaçtı / Dağ nerede? / Yandı kül oldu / Külü nerede? / Savruldu...

Anneannemle ikimiz Şifa'daki Bakla Tarlası Apartmanı'nın en üst katındaydık. Vakit öğle, mevsim yazdı. Anneannem gülümsüyordu. Ama ben öğle uykusuna yatırılmış çocuk değildim; şimdiki yaşımda, yorgun ve bıkkındım.

O zamanlar, çocukluğumda masal tekerlemesi sandığım söz dizisini sevgili anneannem söyledikçe, aradan geçen onca yılın yükü sanki hafifliyor; çocuk olamasam bile, bir çocuğun duygularına, küller savrulurken, kavuşuyordum. Küller savruluyordu; koskoca dağın yanıp kül olduğuna inanmıştım yine...

Meğer bu söz dizisi, "Açıl kilidim açıl" oyununda geçermiş. Bir gün, Mehmet Halit Bayrı'nın değerli eseri İstanbul Folkloru'nda okumuştum.

Çocukluğumun İstanbul'undaki oyunlar, hâlâ geçmiş zamandan bir şeyler söylerdi. Anne babalarımızın oynadıkları oyunlardan bazıları, bizim günlerimize kalmıştı. Gerçi annemin anlattığı "Fış fış kayıkçı"yı biz oynamazdık ama, onun da söz dizisi şimdi rüyasız yankıyıp duruyor:

Fış fış kayıkçı / Kayıkçının küreği / Tıp tıp eder yüreği / Akşama fincan böreği...

Ben hep akşama sahiden fincan böreği yiyeceğimizi hayal ederdim. Kotarılması ıncıklı cıncıklı fincan böreği sofraya bazan gelir, bazan gelmezdi.

Çocuk oyunları arasında bana en hüzün vereni "Yağ satarım"dı. Oyunlar hüzün mü vermeli, niye verirdi, unutmuşum. Bununla birlikte Cihangir İlkokulu'nun küçücük avlusu gözümün önündedir. Yere çömelmişiz. Ebenin elinde düğümlü mendil, "Yağ satarım / Bal satarım / Ustam öldü / Ben satarım..." diye dönenip duruyor. Ahenk mi, ustanın ölümü belki de, yaralayıp geçiyor.

Yine Cihangir. Fakat bu kez sokak arasındayız, köşe kapmaca oynuyoruz. Durmadan köşelerden köşelere koşuşturuluyor. Ben ebe olmuşum, bir türlü o köşelerden birini kapamıyorum! Köşe kapmaca, git git, korktuğum bir oyun olacak. Aptalcaydım herhalde; arkadaşlarımın şaşırtmacalarına, yapmacıklı hareketlerine bakakalır, bir türlü köşe möşe kapamazdım.

"Saklambaç" daha Ajda Pekkan'ın şarkısı olup çıkmamıştı. Cihangir gibi apartmanı bol bir semtte bile saklambaç için saklanılacak köşe bucak vardı, boş arsalar, ağaç arkaları, kapısı hep açık apartman girişleri.

Saklanıp, "Oldu!" diye bağırdıktan sonra büsbütün saklanır, ebeyi gözetlerdik. Bizi bulamıyorsa, kahkahalarımızı koyuverir, kahkahalarımızdan yakalanırdık.

Yazın, demin andığım Şifa çevresinde de saklambaç oynadığımızı hatırlıyorum. Şifa zaten bahçelikti, hele göze alıp, Yoğurtçu Park'a doğru inerseniz, handiyse ağaçlıklar çıkardı karşınıza.

Bu geçmiş zamandan arta kalmış oyunlar sürüp giderken, 1955'lerde ya da biraz sonrasında bütün İstanbul'u sarıp sarmalayan, çocukları büyükleri ardına takan "Hulahup" saltanat kurdu. O ne tuhaf kauçuk çemberdi! Hiçbir zaman beceremedim; gelgelelim çemberi, bazan ikişer üçer çemberi beline geçiren öteki çocuklar, çemberi, çemberleri fırdolayı döndürürlerdi boşlukta. Benimkisi ilk döndürüşte yere düşerdi.

Kırmızılı, mavili, Çingene pembeli çemberler, "Hulahup" sağlığa zararlı mı dendi, ne olduysa, saltanatı kısa sürdü. Çok geçmeden ortalıktan kayboldu.

Körebeyi sevmezdim. Hele, Beyoğlu'ndaki Saray sinemasında Memduh Ün'ün Üç Arkadaş filmini seyrettikten sonra, körebeden büsbütün soğudum. İçli Üç Arkadaş'ta Muhterem Nur, bir sahnede, "Görmeyen gözlerimden ümitsiz gözyaşları akar..." diye bir şarkı söylüyordu...

Çember çevirmek galiba en başarılı olduğum oyundu. Ne ebesi var, ne gözünüz bağlanıyor. Saklanmak zorunda değilsiniz. Hulahupun ürkünç çemberlerine benzemiyor. Ağaçtan, telden, madenden çemberinizi çevirip duruyorsunuz. Sanki hep o çıngırak sesini işitebilmek için çevirirdim çemberi.

İstanbul Folkloru'nda Mehmet Halit Bayrı diyor ki:

"İki tel şeritle sabitlenmiş olan bu çemberlerin şeritlerinin birbirini kestiği noktaya dayanan bir ahşap kolu ve yine bu noktada bir çıngırağı bulunur. Çocuk, kolu tutarak çemberi sürer. Çemberin her devrinde kolun üzerindeki çıngırak çalar. Çemberin bu şeklini çocuklar ancak üç dört yaşına kadar kullanır."

Beş altı yaşımdayken de çıngıraklı çembere bayılırdım.

İp atlama daha çok kız çocuklarının oyunuydu. Ne var ki, ip atlama, bizim evde sabah sporuydu. İp atlama, babamın yüksek öğretim için gittiği Zürih'ten kalma alışkanlığıydı. Birkaç kez bana da denettirmiş, her atlamaya kalkışımda ipe dolanışım umutsuzluğa düşürmüş, beni artık kendi halime bırakmıştı.

Ah bu çocuk oyunları! Çıngıraklı çember dışında, galiba hepsinde başarısızdım. Meselâ, eskilerin "Kafa karış" dediği oyunda, nice güzelim misketimi kaptırmışımdır.

Yeri gelmişken kafa karışı anlatayım: Misketlerinizi alın, bahçeye çıkın. Yan yana duracaksınız. İlk çocuk misketini atar, ikincisi, kendi misketiyle ilkininkini vuracak. Vurursa, ilk çocuğun misketi onun! Misket de derdik, bilye de. Bilyelerin bazıları ebruli renkler kuşanmıştı; günlerce seyredebilirdim.

İp atlama kız çocuklarının oyunuydu dedim; "Uzun eşek" ise, erkek çocuklarının oyunuydu. Ebeler dizilirler, ebe olmayanlar onların sırtına atlar. Bel incitmek için bire bir.

1950 sonrasının İstanbul'unda Gülhane Parkı bugünkünden çok başka bir düzenleme içindeydi. Yaz başlangıcından güz ortasına, Gülhane'de panayır, luna park havası eserdi. Söylemem yersiz; ateşsiz silâhlarla oynanan poligonların görüp görebileceği en başarısız atıcıydım. Fakat hevesim geçmezdi.

Gülhane'deki kukla tiyatrosunu unutamam. Belki bir gün o kukla tiyatrolarının da rüyasını görürüm. Şimdi ayırt ediyorum: Bende sanat heyecanlarının ilklerinden kukla tiyatrosu. Bir çocuk oyunu değildi ama, çocuğu sanata alıp götüren eşsiz bir dünyaydı.

Kuklacının kuklalarından birinin benim olması en büyük arzularımdandı. Hiç olmadı.

Arnavut'un "Ha mori, mori!" haykırışları, Gülhane Parkı'nda gördüğüm kukla tiyatrolarında hâlâ dinmemişti. İbiş, korkudan titrer, "Bırrrrrrr!" diye bağırır, gelip Arnavut'a vurur, sonra hemen kaçardı. İbiş'in kocaman burnu vardı, fesi hep çok uzun püsküllüydü.

İstanbul'a kukla, on sekizinci yüzyılda gelmiş. İtalyanlar getirmiş. Sokak sokak dolaşıp, çağrıldıklarında, paravanayı çarçabuk kurarlarmış. Sonra gösteri başlıyor!

Dedem çok severmiş kukla tiyatrosunu. Göksu'da seyretmiş. Def ve kemençe eşliğindeymiş şu şarkı:

"Sürü sürü cezveler kaynasın

Rabiyemin göbeği oynasın

Yarında çarşıya varayım

Rabiyeme bir hotoz alayım"

Başta çıngıraklı çember, o çıngırak sesi, şimdi hepsi Fellini filmi gibi...

ZAMAN-SELİM İLERİ
Yayın Tarihi : 19 Ekim 2008 Pazar 00:43:10


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?