13
Haziran
2025
Cuma
POLİS/ADLİYE

BAĞIMSIZ YARGI MI DEDİNİZ?

Özgürlük alanı dışında konumlanmış bir yargı, hakkın yorumunda tarafsız kalamaz. Onun tarafı, egemen tarafından çoktan dikte edilmiştir

Bağımsız yargı diye diye gerçekte olmayan bir temaşadan söz ediyoruz. Bunu en çok bilenler de kuşkusuz yargı mensupları. Yargıçlar, savcılar ve avukatlar yargının bağımsız olmasından öcüden korkar gibi korkulduğunu, bu olasılığı ortadan kaldırmak için ne dümenler çevrildiğini yakından bilir, bilmiyorsa bile her durumda hisseder. Kendimize söylediğimiz yalanların en inanılanıdır yargı bağımsızlığı.
Yargı bağımsızlığı, kurulu resmi çemberin içinde dolananlar için gerçekten çoğu durumda vardır. Ancak hukuk alanının kestirilemezliği karşısında mahkemenin ne diyeceği egemen iktidar ve kurulu düzen için çok önemlidir. Özellikle adaleti sürekli kendine yontan iktidar odakları için mahkeme gerçek bir engeldir. Bu yüzden “mahkemenin herkese ayrımsız dağılabilen bir adaleti araması” riskine karşı özellikle yargıçlar sanal bir bağımsızlıkla sarmalanarak, gerçekte egemen ideolojik çıkara tam bağımlı kılınmanın tertiplerine kusursuzca alet edilir.

Böyle oluşturulan bir yapısallık özünde yargıyı güdük bırakıp onu ergenlik çağına özgü kişilikte tutarak hakların egemen çıkara uygun yontulmasını garantiye alır. Çoğu yargı mensubu bu yontulmayla açık veya kapalı, bilerek veya bilmeyerek işbirliği yaptığından (başka türlüsü olmaz) sonuçta büyük oranda egemen düzenin çıkarlarına amadedirler. Bu kusursuz işleyiş Führer’in yargısından tutun da, Doğu Bloku veya Batı Bloğunun yargısına dek genişletilebilir. Bu yüzden yargı hemen her yerde egemen çıkara hizmet eder. Peki, bu nasıl olur?

Gri yalanlar
Gerçekte tüm toplumlar, nihayetinde insanlar, öyle ya da böyle ele geçirildiklerinden, (yani işgal edildiklerinden) ele geçirenin yalın propagandasının dikteleriyle biçimlendirilirler. Çocukluğumuzdan başlayarak bütün koşullanmaların eşitlik ve özgürlük dışı istem ve söylemlerle şekillendirildiğini bilir ve görürüz. İnsanın gerçeğine çok az vurgu yapılarak, propaganda sonucunda elde edilen yegâne refleks tutucu, kıskanç ve yılışık bir inat olur. Gerisi ego hezeyanlarına, koltuk kapma yarışına ve tüm nimetlere sahip olma açlığına, kısacası “kibrin saadetine” endekslidir.

Bu koşullanma zorunlu olarak yalana başvurmak zorundadır. Bu yalana ilk inanan doğası gereği her zaman işgalcidir. Önce o kendini ötekileştirecek ve bütün masumları ustaca kendine benzetmeye koyulacaktır. Büyük sözlerin ardına gizlenerek, yalanlarını sıralayacak basit, azgın ve kaba farklılıklarını gerçekmiş gibi abartarak, yalın kaba gücün ve korkunun esaretinde bütün dimağları sömürecektir. Ve herkes can, mal, ırz, namus ve geçim korkusundan resmi yalanlarla işbirliği yapmaya zorlanacaktır.

“Gerçeğin özgürleştirici gücünden yoksunluk” koca bir toplumu sürüye dönüştürerek tedavisi olmayan paranoyalara saplar. Bu durumda sağaltıma yol açacak hakikate, özeleştiriye ve yüzleşmeye geçit yoktur. Böylece kamusal hayat kısır bir döngüye bağlı tutulup tüm nesiller içinden çıkılamaz dogma ve yalnızlıkla kuşatılarak, “bireyin gücü” sürü içinde yok edilir. Kamusallığın bu denli kuşatılması ile eşitlik ve özgürlük boş bir hayale, ütopyanın buğulu hülyalarına terk edilir. Burada bireye değil sürünün, daha doğrusu, çobanın direktiflerine yer vardır.

Bağımsızlık korkusu
Korku insani bir duygudur. Korkunun hayatta kalma stratejilerinden biri olduğunu yakından biliriz. Bazı durumlarda korkunun hayatta kalmaktan çok sürüyü gütmeye yaradığını, korku yoluyla egemen bir iktidarın savlarına tapınmaya itildiğimizi görürüz. Sürüden ayrılanı “kurt”un kaptığı yerde birlik ruhu canımızı koruyabilir. Ancak bu korunmanın bedelinin ne anlama geldiği de iliklerimize işlenmiştir. Bu koruma her zaman bizden canımızı, malımızı, eşitliğimizi ve özgürlüğümüzü ister. Bunu almak için elinden gelen her şeyi yapar.

Bu koşullanma altında bağımsız davranma ve tutum geliştirme olanaksızlaşır. Bunun yerini yandaşlıklar alır. Böylece birey tipik bir “devşirme sürecinden” geçirilerek, iktidarın savlarıyla uyumlu hale getirilir. Bunun dışındaki olasılıklar düşman ilan edilerek kamusal hayat kuşatılır. Böylece bağımsızlık olarak adlandırılan yegâne tavır iktidar elitinin, eli sopalının iradesine uymak ve onu baştacı etmektir. Mevzu devlet ise onun maaşını ödediği görevlisinin emre itaat etmesi, resmi ideolojiyi içselleştirmesi kaçınılmazdır. Aksi durumda kapı önüne konması, dışlanması an meselesidir.

Gerçek bir kamusal yarar ile kişisel çıkarın bu denli karşıtlaştırılması kasıtlı olarak yapılır. Egemen her daim şunu bilir: “İnsan hep yalın kişisel çıkarının peşinden gider.” Eğer kamusal doğruluk için bir bedel ödenecekse o bedeli “memur” asla ödemek istemez. Çünkü o egemenin eli ayağı olarak kendini “konformizmin” ılık sularında konumlamıştır. Bu zihniyet aktarımı ve işbirliği olmadan ne otorite sağlanabilir ne de baskı aygıtı işleyebilir.

Prangalı yargı
Yargı söz konusu olduğunda da durum pek farklı değildir. Ancak hukuk alanı görmezden gelinemeyecek birçok toplumsal çatışmayı kamusal ve resmi alana taşır. Bu durumda “adalet önünde eşitlik”, yalın haliyle kendini gösterir. Adalet önünde eşitlik tartışması yargıya bir “özgürlük alanı” ister. Bu özgürlük alanı olmadan kamusal vicdani kanı, kurulu resmi çemberin içinde debelenmeye yazgılıdır. Bu nedenle özgürlük alanı dışında konumlanmış bir yargı hakkın yorumunda tarafsız kalamaz. Onun tarafı egemen tarafından çoktan dikte edilmiştir.

Yargının tarafı ideolojik resmi söylemin güdümünde şekillenir. Daha olmazsa yerel kürsünün yarattığı hukuklar çoğulluğu yüksek mahkemelerin bellediği kanıya daha doğrusu “görüşe” yamanarak önceden belirlenmiş içtihat şablonuna uydurulur. Bununla yetinmeyen hukuksal hiyerarşi, kendi ezberini kürsüye dayatarak yargısal olanı hukuksal seçeneklerde tartışarak kamusallaştırmak yerine, bütün kürsüyü kişisel liyakat oyunlarıyla sulta altına alarak tipik bir “kast” oluşturur. Kürsünün hukuk yaratma işlevine bu kadar müdahale etmek nihayetinde yargıyı kendini bilmez, kendine yabancı hale getirir. Bu yabancılaşma yaşayan hukukun oluşumunu engelleyip hukuku teknik formüllere indirgeyerek sosyal adaletin toplumsal ve bireysel zeminini tahrip eder.

Yargıdan beklenen “tarafsız üçüncü kişi konumu” netameli hukuk alanlarında, siyasal ve sosyal hakların yorumunda, özellikle insan hakları ve bireysel hakların tanınmasında görünmez olur. Oysa bu alanlar gerçekten hukuksal korumanın gerektiği, toplumsal barışın, insan onurunun hukukun eylem gücüne bağlı olduğu alanlar. Hangi egemen iktidar bu hukuksal bağlılığı geliştirerek yaşatıp korur, yeryüzünde bunları gerçekten dert edinen bir siyasal iktidar var mı?

Devletler çoğu coğrafyada vasat bir hak alanına geçit vererek resmi söylemin dışındaki bütün istemleri yasadışı ilan ederler. Türkiye’de yaşanan Kürt sorunu veya ifade özgürlüğü kısıtlamaları gibi birçok hak isteminin siyasal olmaktan çok hukuksal olduğunu, bu hukukun da resmi ideolojinin ve çoğunluğun keyfine göre nasıl eğilip büküldüğünü biliyoruz. Böyle konumlanan bir hukukun ve yargının kendine dahi faydasının olmadığını, en temel sorunu, “güven sorununu” dahi, aşamadığını görüyoruz. “Bumerang etkisi” denen bu sapmanın maliyetinin ne olduğunu görmek için insan hakları sorunları, soyulup içi boşaltılan bankaların faturası, yolsuzluk batağının maliyetleri, çeteleşme, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tazminatlarına bakmak yeterli gelmez. Çünkü halkın, daha çok da “bireyin” sırtına daha büyük bir yük yüklenmiştir: Hukuk güvenliğinden yoksunluk.

MUSTAFA TALAT KUTLU: Yargıç, Sincan Adliyesi

Radikal
Yayın Tarihi : 9 Kasım 2009 Pazartesi 20:14:53
Güncelleme :9 Kasım 2009 Pazartesi 20:25:34


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?