25
Mayıs
2024
Cumartesi
POLİS/ADLİYE

FİŞLENMELER YENİ DEĞİL Kİ...

O vakit (1940'lar) bugünün gelişmiş dinleme aletleri yoktu. Sizi takip ederlerdi. Biz takipçilere meraklı vatandaşlar derdik. Hepsi aynı kalıptan çıkmış gibiydi. Siyah gözlük takarlar, ceplerinde bir gazete taşırlardı. Birden arkanıza dönerseniz hemen gazeteyi cebinden çıkarır, yüzlerini örter, duvara dayanır okumaya başlarlardı...

(Sayın Başbakana ve sayın ana muhalefet partisi genel başkanına saygıyla)
Sayın Bülenç Arınç’ın, izlenmesi iddiaları ile beraber vatandaşların, Milli Emniyet, Askeri Emniyet (adlar değişik olabilir bugün) ve daha bilmem ne emniyet tarafindan fişlenmesi günün konusu oldu. Basında yer alan yorumlar vatandaşların, fişlenmesini yeni bir şeymiş gibi sunuyor.

Kimine göre 1980’den, kimine göre 1972den sonra bu gizli fişlemeler başlamış. Çok yanlış. Fişlenmenin bizde tarihi daha eskidir, 1930 lara kadar gider. Belki de daha evvel Şeyh Sait ayaklanmasının hemen ardında görülür. Ordu ayaklanmayı bastırır, ama savaş hali sona erince Doğu’nun kontrolü Milli Emniyete ve Askeri Haber Alma’ya veya İçişleri Bakanlığı’na kalır. Onlar da bilinen metodlarla vatandaşı gizli defterlere kaydetmeye girişir. Cumhuriyetin güvenlik sorunu ile doğrudan ilgili olduğu için bu haber toplamayı hoş görebilirsiniz.

1930’lardan sonra, bu fişlemeler ve gizli izlemeler, ülke için hiçbir tehlike arzetmeyen alanlara kaydırılıyor. Bu görevi İçişleri Bakanlığı, Asker İstihbarat Örgütleri ve ne bileyim başka hangi örgütler yükleniyor. 1930’lardan itibaren, Silahlı Kuvvetler’den sonra en büyük ödenek, İçişleri Bakanlığı (Dahiliye Vekâleti) bütçesine ayrılır oluyor. İlkin öğretmenler izlenmeye ve fişlenmeye başlıyor. O öğretmenler ki kendilerini Cumhuriyetin en bilinçli koruyucuları sayıyorlar. Mustafa Kemal, Bursa nutkunda (1922) onlar için diyor ki: “Öğretmenler! Bizim kazandığımız zafer sizin ordularınızın zaferi için yalnız temeli hazırladı...

Gerçek zaferi siz kazanacaksınız. Ben ve bütün arkadaşlarım sarsılmaz bir imanla sizi takip edeceğız. Sizin karşılaşacağınız her engeli kıracağız.” Mustafa Necati’nin bakanlığı zamanında, öğretmenlik pek saygın bir meslek haline geliyor. Onun ölümünden (1929) sonra ilkin Öğretmenler Birliği kapatılıyor. Bazı ilkokul öğretmenleri süpheli kişiler arasına alınıyor, gizli izlemeler çıkıyor ortaya. Bunlar elbet gizli kalmıyor. İsmail Hakkı Tonguç yazıyor: “Bunu duyan ve anlayan öğretmenler, pedagojik nitelikte bile olsa, her türlü yenilik hareketlerinden el etek çekerek meydanı günlük menfaat peşinde koşanlara bıraktılar.” (Bak. Ilhan Başgöz, Türkiyenin Eğitim Çıkmazı ve Atatürk,s.105, Pan yayınları.)

1940’lar
Ben Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne 1940 yılında girdim. 1944 yılına kadar bir gizli izlenmeye ve fişlenmeye konu olduğumu sanmıyorum. 1945 yılında folklor dersimizi veren Prof. Pertev Naili Boratav’ın yanında doktora yapmaya karar verdim ve Fakültenin ‘ilmi yardımcı’ kadrosuna atandım. İkinci Dünya Savaşı Demokrasi cephesinin zaferi ile bitmişti...

Ben Fakülte’nin kontrolünde çalışan bir öğrenci cemiyetinin başkanı idim. Bütün dünya çılgınlar gibi faşizmin yıkılışını ve barışın gelişini kutluyor. Biz de bir barış günü kutlamaya karar verdik. Ben bir konuşma hazırladım. Ama Fakülde idaresi barışı kutlamamıza müsaade etmiyordu. Bin güçlükle müsaade aldık ve ben faşizmin yenildiğini ve dünyaya artık demokrasilerin hâkim olacagını belirten heyecanlı bir konuşma yaptım.

Yanılmışım. İlk fısıltılı haberler gelmeye başladı. “İlhan tehlikeli bir yola giriyor, faşist lafını kullananların da, hocasının da kim olduğunu biliyoruz, ayağını denk alsın.” Ayağımı denk almadım ve izlemeleri hissetmeye başladım. O vakit bugünün gelişmiş dinleme aletleri yoktu. Sizi takip ederlerdi. Biz takipçilere meraklı vatandaşlar derdik. Hepsi aynı kalıptan çıkmış gibiydi. Siyah gözlük takarlar, ceplerinde bir gazete taşırlardı. Birden arkanıza dönerseniz hemen gazeteyi cebinden çıkarır, yüzlerini örter, duvara dayanır okumaya başlarlardı. Devir İnönü devri idi. Kahveye giderdiniz, yakındaki masaya bir meraklı vatndaş otururdu, meyhaneye giderdiniz meraklı vadandaş bir yerlerde birasını içerdi...

Fakültedeki odanıza gitmek için sivil polis Emin efendinin, kapısı açık duran odasının önünden geçerdiniz. İsmet Paşa 1945 ile 50 arasındea kimleri fişletmemiş ki? Bunların arasında, o vakit emekli olan Mareşal Mareşal Fevzi Çakmak bile var. Onu, evine yerleştirilen yeğeni yoluyla kontrol etmişler. Yeni kurulan Demokrat Parti’nin bazı üyeleri fişlenmiş, gazeteciler haydi haydi fişli. 1950’de demokrat Parti iktidara gelince, yeni bakanlardan bir kısmının Milli Emniyet’teki dosyaları bulundu ve kaldırıldı. Bunlar arasında bakan Sıtkı Yırcalı da vardı.

Bu gizli takipler ve fişlenme devri bitti sanıyorduk... Menderes demokrasisinde daha kötüsü ve daha hızlısı başladı. Sadık Aldoğan Paşa’nın meşhur deyişiyle: “Eski hamam eski tas, yalnız tellaklar değişti.”

Ben 1949 da doktoramı bitirdim ve asistanlık görevimden alındım, öğretmen olarak Tokat lisesine sürüldüm. Benden evvel dosyam gitmiş. Bir komünist geliyor diye. Gittigimin ertesi günü Ögretmenler Birligi başkanlığına seçildim. Milli eğitim idaresi birbirine girmiş. Milli Egitim müdürü, vali beye koşmuş,”Aman vali bey dün bir komünist geldi, bugün başkan seçildi, bunun arkasında nasıl güçlü bir örgüt var? filan.” Gerçek şu ki, öğretmenlerin benim fişimden henüz haberleri yoktu. Bir edebiyat doktoru idim ve seçim günü çok etkili bir konuşma yapmıştım. Vali aklı başında biri olmalı ki, “ne iyi”, demiş “eline güç geçti, bekleyin ne mal olduğunu göstersin.” İki yıl beklediler. Benim hayatımın en zevkli iki yılı oldu Tokat’taki görevim. Ne mal olduğumu anlayamadılar. Benim için iki lise müdürü, özel gönderilen üç müfettiş, iki vali çok güzel ve olumlu raporlar verdiler. Fakat, eski solcu ve Nâzım Hikmet hayranTevfik İleri yeni Demokrat Parti’nin Milli Eğitim Bakanı idi. .İşime son verdi. Zamanın Bakanlık Müsteşarı Nuri Kodamanoğlu’nu ziyaret ettim, Bu haksızlığın neden yapıldığını sordum. “İlhan bey! Biz Milli Emniyet’in raporlarını yok sayamayız ki!”dedi. Yani Milli Eğitimi de Milli Emniyet idare ediyordu. Ikisinin adında da milli sözcüğü olduğu için her halde.

Şifreli mesajlar!
İşsizdim, Vakıflar Bankası’na bir reklamn programını kabul ettirdim, 24 program için anlaşma yaptık. Haftada bir milletvekili maaşı kadar para alıyordum. Milli Emniyet bankaya yazmış ki: “İlhan Başgöz, bu programda Moskova’ya şifreli mesajlar gönderiyor.” Programı kestiler. Asker oldum levazım, yedek subay olarak Kars’ta 14’üncü Süvari Tümeni’nde göreve başladım. Dosyam elbet benden daha hızlı gitmiş. Levazım Albayı Rami Papakçı beni çağırdı, O vakit asker Menderes’e çok kızıyordu, “Bu pezevenkler öküz altında buzağı ararlar, sen otur tercümelerini yap, hiç merak etme İlhan bey” dedi. Ben “Le Dogme et la Loi de’Lislam” adlı kitabı orada Fransızca’dan tercüme ettim. ‘İslamda Fıkıh ve Akaid’ adı ile Ardıç yayınlarından basıldı.

Gelelim 1960 yılına. Amerikan Ford Vakfi bana bir burs Verdi. Kaliforniya Üniversitesi’ne gidecek, orada Eğitim Fakültesi dekanı, Howard Wilson’la beraber Türk Eğitimi ve Atatürk adlı bir kitap yazacaktım. Uçak biletim geldi, bursumun ilk aylığı 450 dolar geldi, Üniversite kitaplığına bu konu ile ilgili kitaplar satın almam için 1000 dolar da para gönderildi bana. Pasaport almak için Ankara Valiliği’ne başvurdum. Bekle bekle cevap gelmez. Cevabı sormak için valiliğe gittiğim bir gün, küçük bir memur, yanlışlıkla, arkası üç kırmızı aylı (çok gizli demek) bir.zarfı elime verdi, açtım, okudum. “Yurt dışına çıkması tehlikelidir” yazıyor. Sebepleri “Çukuorova’dan komünist Yaşar Kemal’e çın çın diye şifreli bir telgraf çekmiştir. Parise kaçan (Hoca kaçmamış devletin pasaportu ile gitmiştir.) komünist mefkureli Pertev Boratav buna bir mektup göndererek, demişki “Şimdi Türkiye’de vaziyet müsait görünüyor, bundan gayemiz için istifade edelim”.

Uydurma, bunlar, yalan. Gerçek şu, Yaşar Kemal’in ‘İnce Memed’ romanı bir ödül kazamıştı. Biz Fikret Otyam’la Çukurova’dayız. Nereye baksak Yaşar’ın romanındaki Çukurova’yı görüyoruz. Bir telgraf çektik “Çukurova’da nereye gitsek sesin kukalarımızda çın çın ötüyor.” Bereket şifreyi çözememişler. Boratav Hoca gerçekten bana bir mektup gonderdi, “1960 devriminden sonra hava yumuşamış görünüyor, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı
gör. O sana bir asistanlık verebilir...” Tanpınar’a gittim. Bana bir asistanlık vaad etti. Bir hafta sonra Tanpınar öldü.

Amerika’ya giderken
1961, Milli Birlik Komitesi memleketi idare ediyordu. Fikret Otyam bana randevu aldı. Komite üyelerinden albay Sami Küçük’ü ziyarete gittim. Yıllar sonra bu dürüst asker bana olanları anlattı. Kapıdan girmişim, kitaplarımı masasına atmış, “bu kitapları ben yazdım”demiş, ağlamaya başlamışım. Sami Küçük beni teskin etmiş, bir çay ısmarlamış. “Madem zararlı bir insanım Amerika düşünsün, fena mı benden kurtulmuş olurlar, bıraksınlar gideyim,” demişim. Sonra Komite benim dosyamı getirtmiş, suç olacak bir şey yok, emniyetin raporu da yalan. İçişleri bakanına telefon etmişler. Pasaportumu aldım. Ertesi gün uçağa bineceğiz. Bir arkadaşımın Milli Emniyet’te çalışan bir arkadaşı, ona demiş ki: “İlhan gideceğini zannediyor ama, onu uçaktan indireceğiz.” Telaş içinde, elim ayağım titreyerek Sami Küçük’e telefon ettim. “İlhan Bey seni uçaktan indirecek hiçbir kuvvet yoktur, yolun açık olsun” dedi. Bu asker desteği benim hayatımı değiştirdi. Biz böylece Amerika yolunu tuttuk.

Yıllar sonra Sami Küçük dedi ki: “İlhan bey senin olay bizim gözümüzü açtı. Kaymakam tayinleri yapılacak. Adaylardan yirmisi için ‘Bunlar komünisttir’ diye emniyet raporu geldi, ama biz dinlemedik artık, hepsinin tayinini yaptık... Onların arasında Kadirli halkının sevgilisi olan Mehmet Can da vardı.”

Kaliforniya Üniversitesi’nde göreve başladım. Merakli vatandaşlar boş durur mu? Dekana mektup üstüne mektup “Bu komünisti niye davet ettiniz?” Dekan da saf ve temiz bir Amerikalı. Ürkmüş, mektupları almış, üniversite başkanı o vakit General Eisenhower’di... Ona götürmüş mektupları. Amerikan sağduyusu: “Bu adama State Department vize vermiş mi? Evet. Biz polis değiliz sen o mektupları yırt at”, demiş Eisenhower.

Kaliforniya Üniversitesi’nde şu eşektir, bu kuştur diye İngilizce öğreniyorum. Elimden alınan haklarımın iadesi için Ankara’da askeri mahkemede dava açtım. (Bu uzun hikâyeyi bir gün anılarımda okursunuz). Milli Emniyet’in her yerde, gözü, kulağı var ya! Hemen haber almışlar, mahkemeye bir yazı, “İlhan Başgöz orada, Amerikan gizli Komünist Partisi ile temas halindedir, davanın reddine.” Amerika’da komünist Partisi gizli değildir ve herkes bilir ki bu küçük parti hiç büyümez. Üyelerinin de büyük kısmı FBI üyesidir. Uzun yıllardan sonunda Askeri Mahkeme Genel Kurulu toplandı ve beni haklı bularak bu suçlamalar zincirine son verdi. Yani ben şimdi başbakan olabilirim.

Amerika’da profesör oldum, Indiana Üniversitesi’nde Türkçe programının başına getirildim. Başarım büyüdü. Cumhurbaşkanı Korutürk beni bir resepsiyona devet etti. Mektubunu hâlâ saklarım.

Siz başıma gelenlere uzun ve hazin bir hikâye, komedi veya trajedi diyebilirsiniz.. Ama bu fişler makinesi binlerce vatandaşı, genç ihtiyar demeden, gözünün yaşına bakmadan, çarklarının arasında ezdi, posasını çıkardı, attı, mahvetti. Ben şanslı çıkan bir avuç insandan biriyim.
Yeni aramalar gerçekten bu devr-i daim makinesini kıracaksa, kırmaya girişenlere selam ederim. Elleri dert görmesin. Ama içimde bir korku da yok değil. Gene eski hamam eski tas olacak da, yalnız tellaklar değişecekse, yazık olacak memleketime. Görecegiz..

İlhan Başgöz: Profesör Emeritus Indiana Universitesi.USA. OTDÜ konuk profesörü

Radikal
Yayın Tarihi : 17 Ocak 2010 Pazar 01:41:50


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?