Şimdi, 'yabancı' olmadığım tek yerdeyim. Kadın olduğumun bilinmemesi için ağzımı kapalı tutmam faydasız. Ve asıl şiddet şimdi
Polisiye yazanlara hep mi sorulur, bilmiyorum, benim en sık maruz kaldığım soru şu: “Gerçek hayattaki cinayetlerden ilham alıyor musun?” Ne ilhamı? Gerçek hayat, berbat bir şey. Gazetelerin üçüncü sayfalarına bakamıyorum. Durmadan kadınlar ölüyor. Adamın biri, komşu kadını taciz ediyor. Mağdure, gidip tacizcinin kız bebeğini öldürüyor. Kafası testereyle kesilen de kadın, yüzüne kezzap atılan da. Kendine sevgili yapan kadın da öldürülüyor, usanıp adamı terk eden de, gün ortası sokağa çıkmak isteyen de...
Benim sinirim bozuluyor. Bir kadın arkadaşım, “Gücü yetene” dedi, neredeyse anlayışla. Nasıl yani? Hani, devlet aygıtının temel işlevi güçsüzü korumaktı; jandarma, polis, üst yapı kurumları bu işe yarıyordu. Bu memlekette orman kurallarına tabi olacaksam, vergi de vermek istemiyorum bundan sonra.
Kadınların eskiden beri öldürüldüğünü, namus cinayetlerinin de hep işlendiğini ama bunların yeni yeni gazetelere haber olduğunu söyleyenler de var.
Liberalleştiğimize delalet ediyormuş bu durum. Yani, iyi bir şey. Çünkü, liberal. Bir kadının evden çıkıp bakkala gidemediği bir toplum nasıl liberal oluyor, ben anlayamıyorum. Hem, bu liberalleşmekse de, böyle liberallik istemiyorum.
Kadınların öldürülmemesi için hiçbir şey yapılmayacaksa devlet, kolluk gücü, meclis, toplum yan gelip yatacaksa, ben de elime her gazete aldığımda bu cinayetlerden haberdar olmak istemiyorum. İs-te-mi-yo-rum. Kadın cinayetlerinin gazetelerde yer bulmaya başlamasının maksadı ne olabilir diye düşünüyorum, mesela. Sabahları elime gazeteyi aldığımda, “Direnişin 15,043. günü: Kadın olmama rağmen bugün de hayattayım, yaşasın!” diyerek, sevinçlere gark olmam mı bekleniyor? Nedir yani? Ciddiyim. Epey de gergin. Eh, geriliyor insan, haliyle.
Kadınlar saçından sürükleniyor, bıçaklanıyor, tecavüze uğruyor, öldürülüyor... Bir kısım arkadaşım, öldürülen kadınların katillerinin “yakınlarındaki erkekler” olduğunu söyleyip beni teskin etmeye çalışıyor. İşte bu iyi bir argüman. Rahatlar gibi oluyorum. Ne de olsa “yakınımda” katil ruhlu bir erkek yok. Babam cani olsa, işi bu kadar uzatmaz, 18 yaşımdayken falan beni temizlerdi. Amcam, rahmetli oldu. Dayım? Bir an durakladım, fark etmişsinizdir. Pek tanımıyorum da kendisini. Senede bir bile görüşmeyiz. Annemi arıyorum. “Delirdin sen” diyor. “Adam keman çalıyor, üniversitede edebiyat dersi veriyor. Ne cinayeti, elini kana bulaması? Sen sakallı eski kocana bak. Hatta, asıl eski sevgiline...” Yutkunuyorum. “Ne oldu? Sesin çıkmıyor bakıyorum” diyor annem derin bir zevkle, adeta huşu içinde. İkisini de bir an olsun sevmemişti, biliyorum. “Sen, onları hiç sevmedin zaten” diyorum. Bu kez annemin sesi çıkmıyor. Konuşmaya bir başlasa, bu telefonu kapatamayız, ikimiz de biliyoruz. Neyse ki artık telefonda böyle önemli konuları konuşmaktan hazzetmiyor. “Benim eski kocam da, eski sevgilim de Marksist, canım anneciğim” diyorum muzaffer bir tonlamayla.
Cihangir’de de mi?
Madem bu kentin sokaklarında kendime yönelik bir tehdit algılıyorum, açık saçık giyinmekten vazgeçmemi salık veriyor bazı tanıdıklar. Bu fikri de değerlendirmeye alıyorum. Ne de olsa bu memlekete kalmaya geldim. İki frikik uğruna canımdan olacak halim de yok. Gene de tereddütlüyüm. Bir kere, giyim kuşamımın duygusal ve düşünsel gelişimimle olan ilgisinin boyutunu kestiremiyorum. Ya, sandığımdan fazlaysa?
Kapalı kadınlar, başörtüsünün beyinlerini değil, sadece saçlarını örttüğünü söylüyor ya, onlara inanıyorum. İyi hoş da aynı şey benim için geçerli olmayabilir. Kapanmamak, benim beynimin açık olmasının nedeni olabilir. Ya da şöyle söyleyeyim: Giyimim, benim kişiliğimin dışa yansıması olabilir. Bilmiyorum. Düşünmedim bu konuyu daha önce. Şimdi de düşünmek istemiyorum. Sadece, içimden geldiği gibi, canımın çektiğini giymek istiyorum. Anlaşıldı: Sokaktaki cani erkekler görüntümden tahrik olmasın diye uzun kollu, dik yakalı tişörtler, yerleri süpüren eteklerle falan dolaşamayacağım.
Aynı tanıdıklar, o zaman, hiç olmazsa, hava kararmadan evde olmamı öneriyorlar. “Yok” diyorum. “O hiç olmaz işte.” Bu, ideolojik değil, tamamen duygusal. Bu güzelim kentin kaldırımlarını, akşam çökmüşken esen ılık-serin rüzgarını, ayaklarımı Boğaz’ın karanlık sularına sallandırıp oturmanın neşesini erkeklere bırakacak halim yok. Ne gündüz, ne gece. Eve kapatılmak istemiyorum!
Yeni tanıştığım biri, hayretle, “Burada dolaşırken de mi ürküyorsun?” diye soruyor. ‘Burası’ dediği yer, Cihangir. Birkaç ay önce, evimin biraz aşağısında, sokak ortasında Ebru isimli bir travesti öldürüldü... Sessiz sedasız, kapısının önünden kaldırıldı cenazesi. Birkaç on kişiydik o gün orada; gazeteler, TV’ler hızla unuttu onu ve son iki yılda öldürülen 28 arkadaşını. Şimdi, ben de unuttum Ebru’yu. Buranın ‘biz’e ait bir ada olduğu yanılsaması içinde yaşamaya devam ediyorum, kaldığım yerden. “Yok, burada ürkmüyorum” diyorum. “E, o zaman? Nereye gideceksin ki sen zaten? Nişantaşı, Bebek, Etiler... Sarıgazi’ye de gitmeyiver?”
Sorsalar, şehir planında gösteremem Sarıgazi’nin yerini. Bir sürü mahalleyi daha... Gerçekten, hepitopu üç-beş yer, gezindiğim İstanbul’da. Gitmediğim, zaten gitmek de istemeyeceğim mahalleler, diğerleri. Sonra birden, Ebru’nun kapısının önü... Birkaç sokak aşağıda.
On yıldan uzun süre yaşadığım Berlin’de, beni asıl daraltan, ‘yabancı’ olduğum için gidemediğim, neo-Nazi’lerin çatır çatır adam dövdüğü, öldürdüğü, Doğu’daki mahallelerdi. Açıkhava hapishanesi gibi gelmeye başlamıştı Berlin; bir getto gibi ‘Türk mahallesi’ Kreuzberg... “Ağzını açmazsan, yabancı olduğunu kimse anlamaz” diyorlardı bana. İyi bir şeymiş gibi bu. Kötü bir şey de değildi sonuçta. Ama bana, hakaret gibi geliyordu. Kıstırılmışlığımı hatırlatıyordu her şey. Hapsolmuşluğumu. İsim isim biliyordum gidemeyeceğim yerleri: Lichtenberg’e gidilemez, Mecklenburg göllerine girilemez... Şimdi, ‘yabancı’ olmadığım tek memleketteyim. Kadın olduğumun bilinmemesi için ağzımı kapalı tutmam faydasız. Ve asıl şiddet şimdi. Bütün sokaklar yasak. İstanbul, bir tek evimin içi. Şehir. Sokaklar, kendini tekrar ediyor.
Koca kent. Yasaklı.