19
Mayıs
2024
Pazar
KARAPINAR - KONYA

Çölü, yeşil örtüyle tutsak ettiler

Dediler ki bana, “Konya’ya 95 km uzaklıktaki Karapınar ilçesinde erozyona karşı müthiş bir mücadele var, görmen lazım. Resmen çölü kovdular, yeşili getirdiler. Kum tepeleri yok oldu, kum fırtınalarından kurtulundu, tehlike geçti, Karapınar kurtuldu. Artık yollar kapanmayacak, evler kaymayacak, insanlar kumda kaybolmayacak.”

wAman Tanrım! Peki çöle ne olacak? Onun hüznüne kim karşılama töreni yapacak? Daha gidip görmeden, çöl için çarptı kalbim. Hayalimde kum tepelerinin başını okşadım. Zafer nişanı niyetine çölün bir kısmını lütfedip bırakmışlar. Eşe dosta hem “bakın böyleydi buraların eski hali” deyip övünüyorlar. Hem de şarkı klibi ve film çekimleri için ellerinde bir miktar çöl bulunduruyorlar ki yeri geldiğinde “bizim çölümüz var” diyebilsinler. Çöle sevgi sunmak için Karapınar’a gittim. Arabistan’ın, Tunus’un, Ürdün’ün kum çölleriyle tanışmıştım. Onlar özgür çöllerdi, varlık problemleri yoktu. İlk kez tutsak bir çölle karşılaşacaktım.

Çöl parçamız, Köy Hizmetleri’nin Araştırma Tali İstasyonu’nda muhafaza ediliyordu. Örnektepe denilen 4–5 bin metrekarelik bir alana yayılmıştı. Güzelliği de esareti de dayanılır gibi değildi. Çünkü kafeste aslan gibi duruyordu. Hemen kendimi içine gömdüm. Bana dokunsun da anlasın sevdiğimi dedim. Belediye Başkanı Kamil Bülbül Okuyucu, erozyonla savaşta esir aldığı güzel cariyesine bakıyordu sanki. Foto muhabiri Ali Ünal, en çarpıcı kareyi yakalama telaşındaydı. İkisi de önü arkası, sağı solu yeşille çevrelenmiş o kum tepelerinin bana neler söylediğini duymadılar. Çöl parçam diyordu ki: “Kabir azabı çeken bir ölüyüm ben. Yeniden doğmak için sıramı bekliyorum.”

Hayat verilirken, ölünüyordu

Ben onu, bütününden uzak düştü diye teselliye hazırlanırken o bana hikayenin aslını anlatıyordu: Çölde bir zamanlar bereketli topraklar vardı. Hayat bulduğu, yeşili coşturduğu suyu, en derin köklere ulaştırmaya çalıştıkça, kendini tüketiyordu. Yeraltına giden her damla suyla, onu toprak yapan bütün zenginlikler de azar azar kayboluyordu. Demek ki hayat verilirken, ölünüyordu. Sonunda cesedi kalıyordu toprağın; ona çöl diyorlardı. Ama çöl ne kadar ölüydü? O da bütün cansızlar gibi başka canlıları beslemiyor muydu? Çöl; fareleri, tilkileri, bin bir böceği, minicik otları emzirmiyor muydu? Kervanlara han olmuyor muydu? Onun bağrında geceleyenler, kum tanelerinin mi yıldızların mı daha çok olduğunu sormuyorlar mıydı kendilerine? Rüzgarla kum oynaştıkça ortaya çıkan izler, gölgeler, desenlerle avutmuyorlar mıydı yalnızlıklarını?

O sırada gözüme bir karınca ilişti. Onun için okyanus kadar büyük olan bu kum tepesinde, ağzında bir kabuk parçası, bata çıka ilerliyordu. Çırpınışı, bir dış etkenin her an bitirebileceği yaşama çabası, bana ayna oldu. Evrenin çöl sonsuzluğunda benim ondan ne farkım vardı? Derken kocaman, kıvrım kıvrım, nemli bir solucan çıktı ortaya. Üçte iki oranında kuma gömülü bedenimde tembel tembel yürümeye başladı. Birden hissiyatımın lego parçalarından kurduğum felsefe oyuncağım dağıldı. Çığlık çığlığa kumlardan kurtardım kendimi.

Kumların üstü beyaz beyazdı. “Saçları mı ağarmış ne?” derken eski halinin bir iç deniz olduğunu söyledi Başkan. Tabii deniz dibindeki toprağın da bereketli olma zorunluğu var. Başkalarına can vere vere kendi canını tüketti işte. Demek deniz kabuklarının, balık pullarının, mercan dallarının kırıntıları konfetiler gibi kapladı yüzeyi. Denizin de şeb–i arus’u vardır herhalde, işte kumların tüllerinde parlıyor suyun tuzu...

Hititlere kadar inen bir tarih

Belediye Başkanı tarih dersi veriyor: İlk yerleşmelerin MÖ 3 bin yıllarına, Hititlere kadar indiği, 17. yüzyılda Sultan II. Selim tarafından Osmanlı ordusunun ve İstanbul–Bağdat kervanlarının konaklama ihtiyaçlarını karşılamak ve yörenin asayişini sağlamak üzere bir derbent tesisi olarak kurulan, eski adıyla Sultaniye, 1934’ten bu yana Karapınar, gezginlerce anlatıldığı kadarıyla hakikaten de ağaçlık–bağlık–bahçelikmiş. Gerek iklimsel ve jeolojik koşullar, gerekse tarım alanlarının bilinçsiz kullanımı ile 19. yy’dan itibaren kuraklık ve ona bağlı olarak erozyon tehdidine maruz kalmış. 1950–60 döneminde hızlanan rüzgâr erozyonu şehri kumul işgalinin etkisi altına almış, yöre nüfusunun dış göç vermesine neden olmuş.

Köy Hizmetleri Teşkilatı 1962–72 arasında etkili bir erozyonu önleme programı uygulamış ve Karapınar kurtarılmış. Ama mücadele bitmemiş. Çünkü kuraklık da erozyonu artırıcı bir etkenmiş. Ülkenin en az yağış alan bölgelerinden biri olduğu için, mayıs ve haziran aylarında rahmet duasına, mahallî deyimle hacata çıkılıyormuş.

Çölleşmeyle mücadele seferberliği 1999’da yeniden başlamış. Startı Süleyman Demirel ile TEMA’nın o zamanki başkanı Hayrettin Karaca vermiş. Türk Silahlı Kuvvetleri projeye omuz atmış, Başbakanlık’ın koordinasyonunda pek çok kuruluş güçlerini birleştirmiş, belediyenin lojistik desteğiyle Karapınar halkı ateşlenmiş. Herkesi bir ağaç dikme sevdası sarmış.

Belediyenin aldığı “evlenen çiftler 2 fidan dikmeden nikâhlarını kıymama” kararı, coşkuyla karşılanmış. Yeni gelinlerin gelinlikleriyle gidip toprağa eğilip kınalı elleriyle fidan dikmeleri geleneği başlamış. 10 fidan dikmeyenlere, yapı kullanma izin belgesi verilmemesi kararı da kabul görüp uygulanmış. Yöredeki askerî birlikler de, bir ağaç yavrusunu toprakla buluşturmadan terhis belgesi vermez olmuş.

Diyeceksin ki “Hani çölü tutuyordun şimdi de yeşili alkışlıyorsun, hem ağlarım hem giderim diyen gelinlere benzedin.” Nuriye, bu kadar rasyonel bakmasan, hayatı siyah ve beyaz fluluğunda görmesen olmaz mı? Her şeyin ötekini barındırdığını ah bir anlayabilsen resmin netleşecek, kalbin huzura erişecek.

Peki peki, seni rakamlar paklar. Bak nasıl büyük, nasıl büyük bir iş yapıyorlar Karapınarlılar:

5 yıllık ağaçlandırma projesinin birinci etabında, iki ay içinde, 1 milyon 238 bin 430 m2’ye Konya’da konuşlanan 4’üncü Kolordu’ya bağlı 47’nci Motorlu Piyade Alay Komutanlığı askerlerince 102 bin fidan dikilmiş. Bu güz ikinci etap olarak 584 bin 359 m2 ağaçlandırılacak. Önümüzdeki bahar yaşanacak üçüncü etapta, Meke gölünün etrafı 200 metre eninde bir yeşil bantla çevrelenecek. 1 milyon 13 bin 11 m2 alan ağaçlanmış olacak. Daha sonra Acıgöl’ün etrafı yeşillenecek.

Belediye başkanı üç yıl önce göreve geldiğinde, 1980’de Karapınar Kaymakamı, bugün İstanbul vali yardımcısı olan Kamer Dilibaş’ın çabalarıyla oluşan 100’üncü Yıl Ormanı’na bakarak bir muhasebe yapmış. Doğaya yapılan yatırımın boşa gitmediğini, çölde ağaç yetiştirilebileceğini kanıtlayanları şükranla anmış. Ve kolları sıvamış.

Belediye bu arada 230 bin m2’lik bir alanda damlama sulama ile koruması yapılmış Uğur Mumcu Ormanı oluşturup 15 bin fidan dikmiş. 220 bin m2’lik Yarenler Ormanı’na gelenlerin diktiği fidan sayısı 16 bini bulmuş. 100 bin m2 alanda Nihat Gökyiğit Hatıra Ormanı’na TEMA’nın bu yeni başkanı 20 milyar lira katkıda bulunmuş. Konya–Adana yolu üzerinde 20 bin m2 alanda 700 çam yetiştirilip adı Mehmetçik Ormanı konmuş. 3 bin 300 m2’lik Mevlana ve 11 bin m2’lik Yunus Emre Ormanı, Pınarbaşı Mahallesi’nde10 bin m2’ye Sultaniye Ormanı oluşturulmuş. Ayrıca ilçenin batısında 11 bin m2’lik bir alanda Köy Hizmetleri’nin katkısıyla bir orman daha meydana getirilmiş. Yargıtay 9. Daire’nin hakimleri de kendi paralarıyla 100 bin m2’ye bir Yargı Ormanı oluşturma aşamasındaymış. TOBB’un da yakında bu daireye girmesi bekleniyormuş. Zaten Karapınar Atış Poligonu Grup Komutanlığı da 100 binin üzerinde fidan dikmiş. CHP’li belediye başkanı 3–5 yıl sonra bütün fidanlar serpilince ilçenin adının Yeşilpınar olarak değiştirilmesini önerecekmiş.

Hep mişli konuştum ama biraz da olayın masalsı havasına seni sokmak için arkadaşım. Hakikaten ancak masallarda olabilecek bir coşkuyla ilçelerini güzelleştiriyorlar. Başkan, “Geçmişte her yağmur duasına çıkışta keşke birer tane fidan ekilseydi, şimdi enerjimizi başka şeylere harcardık. Peygamberimiz bile kıyametin kopacağını bilsen de elindeki fidanı dikmeni istemiyor mu?” diyor.

Sevgili dostum, Karapınar’ın çöllerinden söz ettim de göllerini anlatmadım. Şu kadarını söyleyeyim, Karapınar, antik kale, ören yeri, yeraltı şehri, mağara ve höyük, obruk, yayla ve gölleriyle doğal turizm değerleri çok yüksek bir bölge. Eminim, bu cümledeki obruk kelimesinin manasını bilmiyorsundur. Ben de bilmiyordum. Obruk; oyuk, çökmüş, çukur anlamına geliyor. Yer altında kalker gibi eriyebilen kayaçların zamanla mağara tarzında boşluklar meydana getirmesi ve bunların tavanlarının çökmesiyle oluşuyor. Meğer dünyanın en güzel doğal anıtlarından biriymiş. Bu kireç taşları, karbondioksit ve yeraltı sularının ortak yapım faaliyeti, milyonlarca yıldan beri sürüyormuş. Toprak hâlâ ansızın çökebiliyor, o an üzerindeyseniz sizi yutabiliyormuş. Meke Gölü’nü, Acıgöl’ü, Çıralı Obruğu’nu, daha iki yıl önce meydana gelen Yavşan Obruğu’nu, bu vahşi güzelleri görmen lazımdı. Anlatmakla olmaz dostum.

Mektubun assolisti

Sıra geldi bu mektubun assolistine. Adı Sabri Akyıl. Bana anlattıklarını ben de sana aktarayım:

55 yaşında. Karapınar’ın en meşhur ayakkabı boyacısı. Çünkü o tutkulu bir ağaç âşığı. Neredeyse ilçenin erozyonla mücadele azminin simgesi olmuş. Minicik kerpiç bir evde yalnız oturuyor. Müzmin bekar. Hiç evlenmemiş. İhtiyaç hissetmemiş hiç. “Benim de bir dikili ağacım olsun” diye başlamış, bugüne kadar tek başına, tamamen kendi imkanlarıyla 250 ağaç dikmiş. İçindeki yalnızlık duygusunu ağaçlarla bastırmış. Yer olarak ıssız, kuru bir mezarlığı seçmesi boşuna değil. Kendi içindeki çölü yeşertmiş. Mezarlığın bekçisi olduğu, çoluk çocuk girmediği için fidanların sere serpe büyüyebileceği bir yermiş. Günde iki milyon kazandığı da olurmuş, tek kuruş elde etmeden kulübesine döndüğü de. Verimli gününde, 1 milyona fidan satın alır, kalanı kendi yermiş. Kuru ekmekle idare edermiş. Hayır yaptığı için, fidanları ona ucuza veriyorlarmış. Çünkü sadece dikmekle kalmıyor, onları çocukları gibi büyütüyormuş. Toprağını belliyor, suyunu, gübresini veriyor, gerektiğinde buduyormuş. Bu onun yaşam biçimiymiş. Ölünceye kadar ağaçlarla olacakmış. Bunun başka yolu yokmuş.

Bir gün yolun Karapınar’a düşerse onu ziyaret et, olur mu? Ama kılık kıyafetine, büründüğü ete kemiğe, tahsilsizliğine, fakirliğine, yıpranmışlığına sakın aldanma. Bak sözlerini defterime not aldım. Aynen şöyle söyledi bana. Virgülüne dokunduysam çöl olayım:

“Nuriye Hanım, her yağmur duasına çıkışta 10–20 koyun kurban edilir burada. Bir koyun 100 milyon lira. O paralara ağaç alınıp dikilse, senin yerine dallar, yapraklar edecek duayı. Allah iklimi de değiştirir o zaman. Sen kendini değiştirmedikçe o buraları niye değiştirsin? Yağmurlar düşünce bize sadece şükür duası yapmak kalacak. Ağaç da bütün gövdesiyle her an varlığına şükür duası ediyor. Unutma bulutları ağlatan ağacın duasıdır.”

Yemin ederim, “Sen bu kadar lafı nereden öğrendin, nasıl bu kadar derin hissedebiliyorsun?” diyeceğim ama kalbi kırılır diye sesim çıkmıyor. Hiç ezberlemiş gibi de durmuyor. Hem benimle karşılaşacağını bilmiyordu ki bugün. Belediye Başkanı ile, 47’nci Motorlu Piyade Alay Komutanlığı’nın askerleri de şahit bu konuşmaya, hepsinin yüzleri mütebessim, boyacının verdiği yeşil dersi dinliyorlar. Boyacım yarattığı etkiden memnun, bastırdığı kartviziti anlatıyor. Üzerine şöyle yazdırmış:

“Yassıca yaylasındaki Kızılhöyük mezarlığını ağaçlandırmaktayım. Oraya siz de fidan dikmek isterseniz, ‘benim de dikili bir ağacım olsun’ diyorsanız, Allah rızası için sizin adınıza da yapabilirim bu işi. Beni ararsanız, Karapınar’da ayakkabı boyacısıyım, kolayca bulursunuz beni.”

Sabri Usta’ya vekalet verin

Sabri Usta, daha ben sormadan ekliyor: “Dikim için para falan istemiyorum. Hani kurban kesiminde vekalet verilir ya, ağaç dikimi için de aynısını uygulamaya çalışıyorum. Ya fidanı alıp bana versinler, ya parasını versinler ben alıp onların adına dikeyim diyorum. Diktiğim fidan tutmazsa, kurursa günlerce üzülüyorum. Tutarsa keyfim yerine geliyor. Vasıta bulamazsam bile, ağaçlarımı sulayıp bakmak için mezarlığa kadar 20 km yaya yürüyorum. Çünkü ağaçların kalp gözleri açıktır. Hiç kapanmaz o kalp, çünkü hiç karşı çıkmazlar yaradana. Ben diktiğim ağaçların altında uyuyacağım ölünce. Ben cennetimi buradan oraya götürüyorum. İnsanlara diyorum ki ‘kendinizi niye yakıyorsunuz, yakmayın boş yere. Siz de gitmeden yeşil bir cennet yapın kendinize.”

Merak ettim, diktiği ağaçlara ad veriyor muydu acaba?

“Yok, riya olmasın diye isim vermiyorum fidanlarıma. Hepsini ayrı ayrı severim. Meyveli olması önemli değil, yeşilliği yeter. Hem şart da değil insanın yararlanması. Bir koyun, bir yılan, bir akrep de gölgesine gelip otursa serinlese, onlar da yağmur için bizim adımıza dua eder.”

Sevgili Nuriye, onun ayakkabılarını boyamaktan başka bir teşekkür gelmedi aklıma. Teneke tabureye oturdum, “Uzat şu ayağını ustam” dedim. Deri değildi pabuçları. Boyanacak bir pabucu bile yoktu. İstedim ki, mezarlığına benim için de ağaç diksin. O ağacın gölgesi benim mezarıma da düşsün. Sonra, şeytan 30 ila 50 yıl sonra dünyanın tamamen çöl olacağı haberlerini anımsattı bana. Dönüp uzaklarda kalan çöl parçama, yaşamın öteki yüzüne gülümsedim.

Zaman Gazetesi Nuriye Akman
Yayın Tarihi : 31 Ağustos 2004 Salı 22:06:13
Güncelleme :30 Nisan 2005 Cumartesi 17:29:32


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?