3
Mayıs
2024
Cuma
İSTANBUL

"SURİÇİ İSTANBUL'U" BİR BÜTÜNDÜR


İstanbul’un kurulduğu tarihî yarımada, üç yanını Haliç ve Marmara Denizi’nin çevrelediği coğrafyası, tatlı meyillerle yükselen yedi tepeli topografyası ve de yaşamsal iklimi ile emsalsiz bir yöre. ‘Suriçi İstanbul’unun her bir tepesi, tarih boyunca anıtlarla bezenmiş ve değerlendirilmiştir. Anıtlar, ister Roma – Bizans olsun, ister Osmanlı olsun, birbirleri ile uyum içinde kalabilmişlerdir.

Antik kentin Akropol’ü birinci tepe, Hipodrom, Ayasofya, Sultanahmet Camii ve Topkapı Sarayı’nın taçlandırdığı tepedir. İkinci tepede Çemberlitaş ve Nur-u Osmaniye Camii vardır. Üçüncü tepeye kademeli kurgusu ile Süleymaniye Külliyesi yerleşmiştir. Dördüncü tepede Fatih Külliyesi vardır. Bu iki tepe arasındaki vâdîyi Bozdoğan (Valens) su kemeri aşar. Beşinci tepe Sultan Selim Camii ve Çukurbostan (Aspar) sarnıcı ile belirlenir. Altıncı tepe Edirnekapı’dır. Bu tepede Mihrimah Sultan Camii ve Kariye Müzesi bulunur. Yedinci tepe, Aksaray ve Vatan Caddesi’nden (Lykos Deresi) yükselen ve Marmara kıyılarına tatlı meyille inen Altımermer (Mokios) sarnıcının da bulunduğu tepedir. Bu yedi tepenin tümü de Bizans’ın kara ve deniz surları ile çevrelenmiştir.

Marmara üzerindeki bir tekneden baktığımız tarihî yarımada, solda Yedikule surlarından başlar, kubbeler ve minareler kompozisyonu ile Topkapı Sarayı’na ulaşır ve Sarayburnu’ndan denize iner ki, İstanbul’u ‘hayal şehir’ yapan bu siluet olsa gerektir.

Sur içindeki yerleşim, tarih boyunca, Roma – Bizans ve Osmanlı’yı günümüze taşımış, Cumhuriyet’le devam eden bir bütün oluşturmuştur. Bizans’ın Konstantinopolis’i, Osmanlı’nın Dersaadet’i, Cumhuriyet’in İstanbul’u işte bu ‘Suriçi’dir. Siz bakmayın şimdi Beyoğlu’na da, Üsküdar’a da, Kadıköy’e de, Maslak’a da, Avcılar’a da, Beylikdüzü’ne de, Çekmeköy’e de İstanbul dendiğine. İstanbul’un orijini sur içi yerleşimidir. Çocukluğumda, Kadıköy’den vapura binen hanımefendiler, rastladıkları dostlarına ‘İstanbul’a iniyorum; Kapalıçarşı’dan çocuklara üst-baş alacağım’ derlerdi.

Ama o günlerin, 1950’lerin İstanbul’u, 1500 hektarı sur içinden, 3500 hektarı Beyoğlu, Kadıköy, Adalar, Üsküdar, Boğaz köyleri, Bakırköy, Yeşilköy’den, … oluşan 5000 hektar arazi üzerindeki bir milyon nüfustan ibaret bir şehirdi. Bu günün İstanbul’u 300 bin hektarı geçen arazi üzerinde 12 milyonu aşan insanı barındırıyor. 50 yılda nüfusunu 12 kat, yerleşim alanlarını 60 kat arttıran bu kentte, sur içindeki tarihî yerleşimlere ve anıtlara gözümüz gibi bakmamız, yeni yapılacak yapılara karşı çok dikkatli davranmamız gerekir.

Sur içi yerleşiminin kent kurgusu ve ana yolları Bizans’tan beri fazla değişime uğramamıştır. Batıdan gelen Roma yolu (Via Egnatia) sur içinde, Mese adı ile Arkadius (Cerrahpaşa), Bous (Aksaray), Theodosius (Beyazıt), Konstantinus (Çemberlitaş) forumlarını takiben Hipodrom’a ulaşırdı. Forumlar, Osmanlı’da işlevlerini kaybetmişlerse de ana yollar günümüze kadar gelmişlerdir. Theodosius Forumundan Ayasofya ve Hipodrom’a ulaşan Bizans’ın Mese protokol yolu, Osmanlı döneminde de Beyazıt’tan Topkapı Sarayı’na ulaşan ve Divanyolu adı ile anılan protokol yolu olmuştur. Bu yol üzerinde Çorlulu Ali Paşa Külliyesi, Sinan Paşa, Atik Ali Paşa ve Köprülü Mehmet Paşa Kütüphane ve Medreseleri, Çemberlitaş Hamamı, Sultan II. Mahmut Türbe ve Sebili gibi bayındırlık eserleri sıralanmıştır.

Sur içindeki bütünlüğü bölerek Atatürk Bulvarı’ndan yapay bir sınır geçirip mülkî idareyi ve de belediye hizmetlerini iki ayrı parçaya ayırmanın hiçbir anlamı yoktu. Son alınan karar ve yasa ile antik kentin Fatih ve Eminönü ilçe ve belediyeleri birleşecek. Yasa kapsamına giren diğer yerleşimlerdeki politik dalavereleri bilemem; ben yalnız ‘Suriçi’ bölgesi için konuşuyorum. Ayrıca kentin zengin, fakir, gecekondu gibi farklı yerleşimlerinde ayrı belediyeler kurup, içlerinden bir açıkgöz köylüyü başkan seçtirerek yapılan ayrımların kentin sosyal ve kültürel alanda bütünleşememesi nedenlerinden biri olduğu kanısındayım.

Pırlanta değerindeki ‘Suriçi’, zaman içinde ne yazık ki değerbilmezliğimizin kurbanı oldu. Bilgi, görgü ve yaşam kültürü açısından çok şeyler kaybetti. Aklıma geldiği kadarı ile anlatmaya çalışayım:

Tarihî yarımadanın önemli semti Fatih ve Çarşamba, dinsel yaşam biçimlerinin ağırlıkta olduğu, Zeyrek ve Küçükpazar, yurdun belirli bölgelerinden âdet ve gelenekleri ile beraber göç etmiş insanların oturduğu semtler. Aksaray, vakti zamanında Türkçenin en iyi telaffuz edildiği, kültürlü kişilerin bölgesi iken, şimdi kozmopolit ve fuhşun kol gezdiği bir semt haline geldi. Fındıkzade’de oturan orta sınıf aileler, hâlâ oturmakta direniyorlar. Balat Musevileri çoktan Beyoğlu yakasına göçtüler. Süleymaniye bîmekân takımının işgali altında. Kocamustafapaşa, Sümbül Efendi Külliyesi ve ulu çınarı ile kısmen de olsa mistisizmini devam ettiriyor. Ama artık güzelim ahşap evleri, paşa ve efendi konakları yok.

Çocukluğumda ve gençliğimde banliyö trenleri ile Florya plajlarına giderken Yenikapı – Yedikule arasında, ‘yedinci tepe’de bulunan, tatlı bir meyille yükselen, meyve bahçeli ahşap evleri zevkle seyrederdik. Aralarından bir tek ‘Bulgur Palas’ diye anılan kâgir ev yükselir, o bile mimarisi ile çevreye uyum sağlardı. Şimdi bu çevre, yeşilsiz, zevksiz, beton yığını apartmanlarla doldu. Bu semtler 40 – 50 sene içinde nasıl bu hâle geldi? Çünkü mülk sahipleri sınıf atlama peşinde idi. Ahşap evler konforsuzdu. Rüzgâr bir yandan girer, diğer yandan çıkar, sürme pencerelere hamurlu kâğıt şeritler yapıştırılır, tahtakurularının önü alınamazdı. Herkes, evini müteahhide verip kaloriferli beton dairede oturmak, diğer daireleri satarak kapılarına otomobil çekmek sevdasında idi. Haksız da sayılmazlardı. Devir değişmişti. Evlerde ve sokaklarda yine aynı nizamı ve yeşili muhafaza edip, modern yaşam biçimine ve teknolojiye göre evleri yeniletecek kültürde planlama ve o kudrette belediye örgütü yoktu ki.

Sinan’ın Şehzade Camii yanı başına, yükseklik olarak onunla yarışan modern stilde Belediye Sarayı kondurmak, Sultanahmet’te Bizans Sarayı üzerine Adliye Sarayı yapmak, akıllanmayıp son günlerde bir de otel oturtmak, şehircilik ilkeleri ve mimarlık sanatı ile bağdaşmaz. İstanbul surları içinde 40 metre rakım üzerindeki yapılar için getirilen 3 katı geçmeme şartını da bozduk. ‘Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz’ zihniyeti mevcut binalar üzerine 4. ve 5. katları ilave ediverdi. 40 rakımı şartını, zaman zaman eleştirdiğimiz bir yabancı mimar, Henri Prost koymuştu. Toprağı bol olsun, bu planı yapmasa idi acaba bizler bunu akıl edebilecek mi idik? Hiç sanmıyorum.

Tramvayların dairesel havuz etrafında döndüğü, Küllük kahvesindeki çınar altında şairlerin, ediplerin ‘müdavere-i efkârda’ bulundukları Beyazıt Meydanı ne oldu? Üniversitelilerin yaşadığı bir kent meydanı bile olamadı. İşportacılar meşheri oldu. Artık bu meydan, Cuma namazından çıkanların olur olmaz gösteri yaptıkları ve polisin seyrettiği, öğrenci gösterisinde polisin öğrencileri copladığı, kızları yerlerde süründürdüğü, lumpenlerin mekânı alelade bir alandan başka bir şey değil.

Eminönü ise, hepimizin bildiği gibi az ve niteliksiz nüfusun ikamet ettiği, ticaret ağırlıklı bir bölge. Aynı zamanda tarihî anıtların, köklü eğitim yuvalarının, önemli kuruluşların da bulunduğu bir bölge. Turistik oteller de olmasa geceleri hiç yaşamayacak. ‘Suriçi’ni her halde ilk terk eden devletli, 1840’ta Topkapı Sarayı’ndan taşınan Sultan Abdülmecit olmalı. Cumhuriyet’le Bab-ı Âlî hükümetinin de sonu geldi. Sadaret makamı Vilâyet Konağı oldu. Yazılı basın İkitelli’ye taşındı. Ne kaldı? Kısmen İstanbul Üniversitesi, Ticaret Odası, İstanbul Erkek Lisesi, Kapalıçarşı, yeni yerleşim bölgelerinde ardı ardına açılan alışveriş merkezleri ile eski ticarî gücünü yitiriyor. İçindeki halıcı, kuyumcu esnafı ve de Mısırçarşısı’ndaki baharatçılar, artık turistlere hizmet eder oldular.

Şimdi, Süleymaniye’de kasten yakılan ve otopark yapılan konak arsalarını ve diğer boşlukları ihya etme projesi var. Her halde hukukî sorunları halletmiş olmalılar ki uygulamaya geçiyorlar. Rölövesi, fotoğrafı bulunan eski konaklar tekrar yapılabilir. Ama çelik karkas taşıyıcının üzerini kaplayan uydurma projeler yaparak eskiyi taklit etme girişimi ile mimarlık ve kültür dünyasında gülünç duruma düşüyorlar. Üstelik de bu işin başında bir Prof. var. Bir de şu husus var: Bir konak, başlı başına eskinin geniş aile bireylerini ve hizmetkârlarını barındıran bir ikametgâhtır. Bu binayı kat kat, daire daire bölerek apartmanlaştırırsanız mimari sahtekârlık yapmış olursunuz. Üstelik de bu semtlere, Süleymaniye’ye, Akbıyık’a, Soğanağa’ya, Balat’a artık varlıklı ve kültürlü aileleri getirtemezsiniz. En iyisi, böylesine yenilemeleri, orijinal planını bozmadan öğrenci yurtlarına ve turistik pansiyonlara, restoranlara dönüştürmektir.

Yeni Cami ile deniz arasında kalan alana siz ‘kent meydanı’ mı diyorsunuz? Orası, çirkin kuleleri olan Galata köprüsüne geçişi sağlayan şehirlerarası bir karayolu. Kebapçı Hamdi’nin önündeki meydan, karmakarışık bir otopark. Eminönü Balıkpazarı yıkılalı yıllar oldu. Ne Gaskonyalı Toma kaldı, ne de diğer mekânlar. Artık o bölge yaşamıyor. Sadece devletlû müşterileri, Pandeli’ye kıyak yapıp Mısırçarşısı’nın üzerindeki yeri verdiler.

Sirkeci’den Bab-ı Âlî’ye çıkarken işkembeci Çakır’da, Filibeli köftecide gazete muhabirlerini, İstanbul Lokantası’nda gazete patronlarını, Nimet Abla gişesi yanındaki eski eser sinagogda çalışan ve ‘Havra’ denen Ege Restoran’da iş çıkışı iki kadeh atıp evinin yolunu tutan Asmaaltı tüccarlarını, gümrük komisyoncularını görürdünüz. Bunların hepsi tarih oldu. Galiba sinagogu da gizlice yıkıp iş hanı yapmışlar.

Bir de tarihî yarımadayı ‘Müze – Kent’ yapma projesi var. Vilâyetten ve Belediyeden üst düzey yöneticiler ve de danışmanları toplanıp kararlar alıyorlar. Ne demektir müze – kent? Ben anlamakta aciz kalıyorum. Müze statiktir; kent dinamiktir. Elbette ki tarihî ve mimari eserleri, müzeleri en iyi duruma getirip dünyaya arz edeceksiniz. Ama müze – kent yapacağız diye ne olur Mahmutpaşa’sı ile, cıvıl cıvıl kaynaşan çarşıları ile yaşayan yerlerin işlevini değiştirip veya istimlâk edip, yıkıp çevreyi kuşa çevirmeyiniz.

Suriçi’nde yeni yapılacak binalara, velev ki imar planlarına ve yönetmeliklerine uygun olsa dahî, Doğan Kuban, Metin Sözen, Bülent Özer, Afife Batur, Semavi Eyice gibi uzman hocalarımızdan teşkil edeceğiniz üst kurulun onayı olmadan ruhsat vermeyiniz. Kentin özellik arz eden mahallelerini islâh ediniz ama yol ve meydan açma amacı ile yıkıp ortadan kaldırmayınız. Eminönü Balıkpazarı yıkımı ile özelliğini kaybeden ve ıssızlaşan çevre, kent meydanı hüviyetini kaybeden Eminönü, Beyazıt, Aksaray meydanları kulağınıza küpe olsun.

 

bir yöre
Yılmaz Ergüvenç

Yılmaz Ergüvenç/ Kenthaber
Yayın Tarihi : 26 Mart 2008 Çarşamba 11:37:16
Güncelleme :26 Mart 2008 Çarşamba 12:23:17


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?