30
Nisan
2024
Salı
İSTANBUL

CİBALİ'DE BİR SABAH ÇOK ERKEN

Geçen cumartesi hava çok soğuktu. Biraz hastaydım; perşembe gecesi durup dururken bademciklerim şişti. Hafif ateş, kuru öksürük; haplar, pastiller, burun damlası. Cumartesi sabahı çok erken uyandım. Belki soğuk algınlığının etkisiyle sokaklara çıkmak istedim: Bende hep böyle olur, çivi çiviyi sökecek sanırım...

Cibali'ye gittim. Sebebini bilmiyorum. Bu kez gönlümü çelen, A. Kadir'in şiiri değildi, Cibali'de tütün fabrikasında çalışan kadınları dile getiren:

"Cibali dendi mi,

aklıma siz gelirsiniz, kadınlar.

Çarpık ayakkaplarınız gelir,

kahraman elleriniz."

Gerçi dizeler ezberimdeydi, "ayakkaplarınız"a oldum bittim bakakalırım, bir yazım değişikliği böylesine mi 'sahici' kılar söze döktüğünü... Fakat, dediğim gibi, kılavuzum "Cibali" değildi.

Semtlere beni alıp götüren, çocukluktan, geçmişten izlenimler olduğu kadar, edebiyat eserleri, resim sanatının verimleri, bazan bir sinema sahnesi, bazan bir şarkının güftesi olabiliyor. A. Kadir'in şiirini, şimdi, Reşat Enis'in romanı takip ediyordu: Acaba Afrodit Buhurdanında Bir Kadın'ın mı etkisi altındayım? Ne müthiş bir toplumsal melodramdır Afrodit Buhurdanında Bir Kadın! Zonguldak'ta nice zamanlar maden ocaklarında çalışmış Osman yine İstanbul'a dönmüş, Haliç'te bir dokuma fabrikasında işçi. Az sonra, aynı fabrikaya, romanın baş kişisi Yıldız gelecek...

Melodramın toplumsalı olur mu olmaz mı tartışmasına girmeyeceğim. Bütün cinnetiyle, Reşat Enis'in Haliç'li, Cibali'li romanı yıkıp geçer okuru. Necatigil'in değerlendirişi şöyle: "Çok geniş tutulduğu için dağınık, gevşek dokusuna, tesadüfün çokluğu yüzünden inandırıcılığını zaman zaman yitirmesine rağmen bu roman, edebiyatımızda fabrika hayatı, iş kazaları, grev, Zonguldak kömür işçileri ve maden kuyuları kesitlerinde başarılı bir natüralizm belgesidir."

Belleğim yanıltmıyorsa, Ahmet Oktay da çok sever Afrodit Buhurdanında Bir Kadın'ı. Türkân Şoray'ın sinemaya aktarılmasını istediğini hatırlıyorum; kaç kez konuştuk; Yıldız'ı canlandırmak istiyordu. 1939 tarihli Afrodit Buhurdanında Bir Kadın, 2009'da yazık ki unutulmuş bir eser.

Cibali Kapısı'ndan geçer geçmez, buldum!, beni buraya çeken bir tiyatro oyunuydu: Cibali Karakolu. Ben hatırlamıyorum, Cibali Karakolu, Cibali Kapısı'nın yanındaymış.

Hem cumartesi, hem saat çok erken, yollar handiyse bomboş. Cibali Kapısı, çevre, tarihî doku bize hâlâ iki bin yılı söyleyebilir. Cebe Ali'nin yarı gerçek yarı söylence hikâyesi yeniden anlatılabilir. Sur kalıntılarında Osmanlı'dan izler, biraz ötede Bizans konuşmaya çalışıyor.

Cibali Karakolu ise 1950'lerin oyunudur. Edebiyat tarihimizin çok sevilmiş romanlara düşmanlığı gibi, tiyatro tarihimiz de çok sevilmiş, senelerce oynanmış eserlere mesafeli durur. Eve dönünce taradım, bendeki tiyatro tarihlerinde Cibali Karakolu'ndan handiyse söz açılmamış. Muammer Karaca'nın tiyatro çabasından bir iki satır söz açılırken, anılıp geçiliyor.

Tünel'deki Karaca Tiyatrosunda Cibali Karakolu'nu seyredişimiz dün gibi hatırımdadır. Muammer Karaca'yı, Gülriz Sururi'yi, Âdile Naşit'i hiç unutamam. Neyse ki, Gülriz Sururi anılarında, Kıldan İnce Kılıçtan Keskince'de o döneme yer vermiş. Cibali Karakolu için, bizde ilk politik taşlamadır diyor.

Ben yaştakiler ve benden büyükler, Muammer Karaca'nın estirdiği fırtınayı unutamazlar. Güldürü tam sululaşacakken mesafesini öne çıkarır, denetimli oyunculuğuyla göz kamaştırırdı. Günün iktidarından, Menderes'ten yana görünürdü ama, Cibali Karakolu'nda olduğunca, hicvini de eksik etmezdi...

Karadeniz Caddesi'ne çıkan dik yokuşun başladığı küçük meydandaydım o sabah. Çarşı yeni yeni hareketleniyordu. Teşvikiye'deki evimizde, bitişik daire komşumuz Leon Bey'in Haliç'te bir manifaturacı dükkânı vardı. Her akşam eve dönerken, bu küçük meydan çarşısının fırınından ekmek getirirdi, daha çıtır çıtırmış, ekmek ekmek kokarmış.

Fırını aradım. Bir fırın vardı ama, Leon Bey'inki miydi?

Cebe Ali gibi, bir de Cübbeli Ali söylencesi var. Cübbeli Ali ekmekçiymiş, İstanbul'un fethi sırasında öyle çalışmış ki, hiçbir asker ekmeksiz kalmamış.

Geçmişteki gezintilerimde Gül Camii karşıma çıkmıştı. Yine oraya uzandım, Gül Cami Sokağı'na. Büyük kubbe, büyük kubbeyi çevreleyen küçük kubbeler. Aslında kiliseymiş, III. Selim zamanında minare eklenerek camie dönüştürülmüş. Altında bir yeraltı dehlizi olduğu söylenir.

Bazı kaynaklar, Aya Teodosia Kilisesi'nin çok daha eski tarihte, on beşinci ya da on altıncı yüzyılda Gül Camii olduğunda birleşiyor. Galiba akla daha yakın. Son Bizans imparatoru, fetihten bir gece önce, burada dua etmiş, İstanbul Bizans kalsın diye; dört bir yan güllerle bezeliymiş. Söylenceler, tarihin böylesine iç içe geçmişliği irkiltiyor.

Ben, taa sekizinci yüzyıla geri dönebilmek arzusuyla gitmiştim Gül Camii'ne. Hepsi Alev'i yazıyordum. Romanın kişilerinden III. Leon, korkunç, zalim bir ikona kırıcı. Zulümler sırasında bir kadın öldürülüyor, adı Teodosia. Fakat dokuzuncu yüzyılda hatırası kutsanacak ve adına Aya Teodosia Kilisesi yaptırılacak... Dedim ya, tarih irkiltiyor.

Şadırvan, çeşme, çınar ve Âdile Sultan'ın yadigârı kütüphane, o kış sabahı çok daha güzel, insancıl şeyler söyledi.

Semtin ara sokaklarındaydım. Günlerden pazar değildi ama; küçük, yıprak bir evin penceresinden bakan genç kız, Necatigil'in şiirine alıp götürdü. Benimle yaşıt bu şiir, Varlık dergisinin 1 Mayıs 1949 tarihli sayısında yayımlanmıştır, adı "Boşluk":

"Pencerede oturan kız

Eli alnına dayalı

İçi sıkılıyordu

Çalışan kızlardan olmalı."

Şair bir pazar günü geçer oradan. Neresidir? Yıllardır sorar dururum. Ama bu sabah çözdüm: Şerefiye Sokağı olmalı. Geçen altmış yıl mısraların söylediğini değiştirememiş:

"Yüzüne saçları gibi

Yaymış kederi

Seyrediyordu

Sokaktan geçenleri."

Sokak tenhaydı, benden başka yaşlı bir kadın, elinde file yerine poşet, iki delikanlı, sigara içerek yürüyorlar. Yalnız penceredeki kızın yüzünde değil; yaşlı kadının, delikanlıların yüzlerinde de keder, usanç. Bir an baktım, öyle gördüm. Hiçbiriyle göz göze gelmemeye çalışarak. Belki keder bana yapışıp kalmış...

"Pencerede oturan kız

Gözlerinde yorgunluğu

Bir bezginlik içinde

Gün bitmek bilmiyordu."

Cibali Karakolu'na geri dönmeye çalışıyordum, Karaca Tiyatrosu'na, kahkahaya, sahnedeki görkemli Muammer Karaca'ya, yolun başındaki gencecik Gülriz Sururi'ye, zıpzıpları andırır, o kadar sevimli Âdile Naşit'e. Ana kız, Âdile Naşit'le Gülriz Sururi, yaprak dolması sarıyorlar, yarın on bir matinesine, Avare filmini seyretmeye gidecekler, hem ağlayıp hem dolma yiyecekler. Gözümün önündeydi sahne. Belki Cibali Karakolu'ndan, belki Ednan Bey Duymasın'dan.

Gelgelelim boşunaydı. Gülmek şöyle dursun, gülümseyemiyordum bile.

Birazdan Unkapanı, Tepebaşı; trafik yoğunlaşmıştır...

Selim İleri - Zaman
Yayın Tarihi : 10 Ocak 2009 Cumartesi 18:17:47


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?