30
Nisan
2024
Salı
İSTANBUL

İSTANBUL'A ERGUVAN MÜZESİ

Dün bir kitap gördüm. 'Gördüm' diyorum, bol fotoğraflıydı ve okumam zaten imkânsızdı, İtalyanca yazılmış. Fakat fotoğraflara hayranlıkla baktım. Kitap, Faşist İtalya'nın taptığı Gabriele D'Annunzio'nun bugün artık müzeye dönüştürülmüş evini âdeta seyretmemize imkân tanıyordu.

İhtişam tutkusuyla kirlenmiş ve hayli açgözlü bir zevkin rüzgârlar estirdiği bir malikâne. D'Annunzio'nun orada neler yaşadığını, nasıl yaşadığını düşünmeden edemiyorsunuz. Bazı kaynaklar, Mihri Müşfik Hanım'ın D'Annunzio'yla arkadaşlığını saptar. Mihri Müşfik bu irkiltici malikânede kaldı mı?

Sonra, ister istemez, İstanbul'daki ölgün yazar evi müzelerini düşündüm. Epey hor kullandığımız Âşiyan Müzesi aklıma geldi. Geçen yıl, ciddi bir onarımdan geçiyordu. En son o zaman gittim Tevfik Fikret'in evine. Belki şimdilerde daha yakışıklı bir görünüm edinmiştir. Ne var ki, özgün görünümü, D'Annunzio'nun malikânesinde olduğunca, hiçbir zaman geri getirilemeyecek. Çevre peyzajı öncesiz sonrasız yok edilmiş!

Ruşen Eşref, geçen yüzyılın başında, Tevfik Fikret'i ziyaret eder. Boğaziçi dingin, ıssız, pastoral. Yokuşta, birkaç selvi esintiye kapılmış, şurda burda kırık mezar taşları. Tepede Âşiyan, geniş pencereleri kanarya sarısı kapaklı, esmer duvarıyla sessiz duruyor. Bu tasviri ezberlemiş olmalıyım...

Ruşen Eşref kaleme getirmeseydi, asıl Âşiyan'ı düşlemek bile imkânsız hale gelecekti.

Goethe'ye sorarsanız, önem açısından, şiirle dirimi birbirinden ayırmaz. Öyle anlaşılıyor ki, edebiyat, sanat, toplumların kültürlerini ayakta tutan kaynaklardan biri. Hatta edebiyatın bu konuda öteki kaynaklara oranla daha ağırlıklı yeri var. Kültür mirasının yeni kuşaklara devredilmesinde en güçlü rolü o oynuyor.

Cevdet Kudret, büyük töre romancımız Hüseyin Rahmi'yi yorumlarken, onun eserindeki kişileri tiyatro sahnesine çıkarırcasına tek tek anar. Bu ne inanılmaz bir kadrodur! Bütün İstanbul, on dokuzuncu yüzyılın sonundaki yaşamıyla oradadır. Şunları da eklemekten kendini alamamış Cevdet Kudret:

"... eski İstanbul'un her katından insanları onun eserlerinde kendi çevreleri, kılıkları, görenek ve gelenekleri, düşünceleri, inançları, dilleri ve her türlü özellikleriyle yaşamakta; yarım yüzyıl önceki İstanbul'un atlı tramvayları, Kâğıthane âlemleri, Ramazan gecelerinde Şehzadebaşı gezmeleri, mahalle baskınları, ölü gömme törenleri, kenar mahalle kadınlarının konuşmaları vb. bütün ayrıntılarıyla yazıya geçirilmiş bulunmaktadır."

Burada "yazıya geçirilen" doğrudan doğruya büyük bir kentin, payitahtın kültürüdür. Meselâ mürebbiyeler, küçükbeyler, tulumbacılar, yanaşmalar, Arap bacılar bugünkü yaşamamızdan el ayak çektiler. Romancının kişisel çabası, dile getirmekteki tercihi söz konusu olmasaydı, yitip gitmiş bu kimlikler üzerinde ancak sığ bilgiler edinecektik. Oysa kültür mirasını ayakta tutan kuru tarih değil, ruh üflenmiş ayrıntı.

Hep merak ettim: Hüseyin Rahmi 'değişen' İstanbul'u gördükçe, ölüm tarihi 1944'e kadar, neler hissetti; yazdıklarında git git yok olanların birincil tanığıydı... Burukluk mu? Şaşkınlık mı? İyi ki yazdım, iz bıraktım sevinci mi?

Ahmet Rasim çocukluğunun, gençliğinin orta yaşlılığının İstanbul'unu gün be gün ve her açıdan izlemeseydi, izlenimlerini yazıya dökmeseydi, gündelik hayatın o dönemlerini gerçekten merak edenler için ne kadar derin bir gedik açılacaktı. Ne yazık ki, Ahmet Rasim'in armağan ettiklerinden çok az kişi haberli bugün. Çok az kişi böylesi bir birikimden tat alıyor.

Reşat Ekrem Koçu'nun bugün sahaflarda bile bulunmayan eşsiz İstanbul Ansiklopedisi'nin yarım kalmış olmasına üzülmemek elde mi?

Piyasa romanı diye küçümsenmiş Kerime Nadir ya da Muazzez Tahsin külliyatını İstanbul açısından taradığımda donakalmıştım. Elimizin altındaki hazineyi görmezden gelmişiz. Meselâ pembemsi eflâtun manolyayı Kerime Nadir'den okudum. Ancak sonra, Çallı'nın eflâtun manolyalarının sırrını çözebildim. İstanbul'da bugün eflâtun çiçek açan manolya hangi bahçede?

Piyasa romancısı Esat Mahmut'la 1930'ların Büyükada'sını yaşayın, diyelim ki Kadın Severse'den iz sürün, o eski Büyükada alafranga yaşantısını gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Hemen ardından, Samiha Ayverdi'nin harikulâde İstanbul Geceleri'ni okuyun, bu Büyükada'ya mesafeli duruş size yeni bir bakış açısı kazandırır.

Hüseyin Rahmi eski İstanbul'u ve eski İstanbul'da billûrlaşmış imparatorluk minyatürünü dile getirirken, yeni İstanbul'u dünden büsbütün habersiz bırakmak istemiyordu. Gelgelelim bu soydan çabalar bizde kayıtsızlıkla karşılanmış.

Yazarlarımızın çok güçlü sezişleri söz konusu. Refik Halid yıkıcı bir 'israf ekonomisi'nin önce İstanbul'u, sonra bütün yurdu esir alacağının endişesini ilk duyanlardan. Refik Halid'in Sakın Aldanma, İnanma, Kanma'sı Birinci Dünya Savaşı yıllarındaki toplumsal görüneme de yer ayırmıştır. Bu bölümü rakamları, markaları, ölçekleri değiştirerek okuyun, bugünün alışveriş ortamından ayırt edemezsiniz. Refik Halid'in yakınması, önerileri ciddiye alınsaydı...

Demin belirtmeye çalıştığım gibi, 'geçmişi okumak' bizde çok az kişinin gönlünü çeliyor. Yayın dünyasını, ekinsel mirasımızı takip ettiğini ileri süren okurlar tanıyorum; şimdi moda olan, bugün rağbet gören kitaplardan ötesini okumaya yanaşmıyorlar. Sakın Aldanma, İnanma, Kanma onlar için hiçbir şey ifade etmiyor.

Yazarlarımız âdeta ölüm tarihlerine kadar gündemde. Ölüm tarihleriyle birlikte unutuluşun merhamet bilmezliğine terk ediliyorlar.

Esat Mahmut'un Büyükada'sı, Samiha Ayverdi'nin Büyükadası; bir de Sevgi Soysal'ın Yürümek'teki Büyükada'sı. 1930'lardan 1960'lara görkemli panorama. Evet ama, Yürümek okunuyor mu?

Çağdaş edebiyatımızın yazarları, değişik sebeplerle, İstanbul'u, bu şehrin semtlerini, yapılarını, doğayı ve eşyayı tasvir etmek ihtiyacı duymuşlar. Bir bakıma, hepsi, yaşadıkları İstanbul'a, o İstanbul'un dünyasına, değerler dizgesine tanıklık etmiş.

Muazzez Tahsin'in romanlarında, bazı hanımlar ve beyler, bonjurlu bonsuvarlı konuşuyorlar. Bize bugün hayli gülünç gelebilir ama, 1930'ların, 1940'ların kentsoyluları için bir kibarlık göstergesi. Hor görülmüş piyasa romancısı saptamasaydı, dilin alafranga yapmacıklığını nasıl öğrenecektik?

Ben yaştakiler bile öğrenemeyecek, bilemeyecekti. Çünkü –çocukluğumun geçtiği- 1950'ler İstanbul'unda bonjurlar, bonsuvarlar kullanılmaz olmuştu.

Yaşadığı dönemi, ayırtında olarak ya da olmayarak, geleceğe yazmak, yazar için başlı başına övünç kaynağı. Edebiyatımızı değerlendirenler bu olguda da talihsizlikler yaratmış, çürük iddialar ileri sürmüş:

Hatırladığı Boğaziçi'ni, Çamlıca'yı, Büyükada'yı olanca renkliliğiyle kaleme almış Abdülhak Şinasi Hisar 'mâziperestlik'le suçlanmış. Dahası, sarakaya alınmış. Oysa görkemli tanıklık onun eserinde.

D'Annunzio'nun bugün de özenle korunan bahçesinde, renkli bir fotoğrafta eflâtun çiçekler açmış o ağaç; keşke dedirtti, İstanbul'da, hele bu mevsimde, erguvanlar açmış bir yazar evi müzesi olsaydı... Fakat eserlerini okumadığımız yazarlarımızın evi, eşyası kime ne söyleyecek ki?!


 

Selim İleri - Zaman
Yayın Tarihi : 25 Nisan 2009 Cumartesi 17:23:41
Güncelleme :25 Nisan 2009 Cumartesi 17:26:39


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?