2
Mayıs
2024
Perşembe
İSTANBUL

TEPEBAŞI'NDA BİR UCUBE TRT BİNASI

İstanbul TRT binasıİstanbul kent kültürüne ve anılarına tanıklık etmiş, Haliç’in güzelliklerini sergileyen bir manzaraya sahip Tepebaşı gibi bir çevrede kaltaban TRT binasının ne işi var derseniz, buna hiçbir akıl – sır ermez. İstanbul’un güzelliklerini imar uğruna bozuk para gibi harcadığımız yerlerden biridir burası…

Tepebaşı ki, ne güzelliklere tanık olmuş bir semtimizdir. Ama zaman içerisinde çevre hor kullanılmış, bilinçsiz imarın kurbanı olmuş, kentlimiz her şeyde olduğu gibi yapılanlara seyirci kalmıştır. İstanbul halkına, güzelliklerin önüne set çekmiş TRT binası hakkındaki fikirlerini sorsanız acaba ne yanıt alırsınız? Pek çoğunun bu konuda duyarsız kalacağını tahmin etmek zor olmasa gerek. Belki içlerinden bilinçli birkaç kişi, yapının şehircilik açısından yanlış yerde bulunduğunu, kitle açısından çevreye uyumsuzluğunu, görünüm açısından rengârenk camlarla kaplı ayıplı binaya tahammül edemediklerini söyleyebileceklerdir.

Tepebaşı, Beyoğlu’nun Kasımpaşa ve Haliç’e inen yamaçları üzerinde ve de ismiyle müsemma bir tepenin başındadır. İstiklâl Caddesi’nde, Galatasaray Lisesi karşısından, İngiliz Konsolosluğu’na sapıp oradan da sola dönerseniz Meşrutiyet Caddesi’ne çıkmış olursunuz. Cadde üzerinde sıralanmış Londra Oteli, Pera Müzesi (Bristol Oteli), Casa d’Italia, Societa Operaia, Union Français ve de köşe başında Pera Palas Oteli gibi değerli yapılar yanında onlarla çelişen bir ucube yapıdır TRT binası… Aynı sırada bulunan The Marmara Oteli çevre içinde yadırganmaz. Hatta Odakule (Sanayi Odası) yüksek yapısı bile bizi TRT binası kadar rahatsız etmez.

İşte bu binaların bulunduğu Meşrutiyet Caddesi ile sonradan otolar için sürat yolu haline getirilen Refik Saydam Caddesi arasında kalan arazide eskiden mezarlık varmış. 1870’lerde yapımına başlanan Tünel’den çıkan toprak bu araziye dökülerek düzlük elde edilmiş. Bu düzlükte, 1880’lerde İngiliz peyzaj mimarisine uygun park ve bahçeler yapılmış. Aynı tarihlerde bu bahçe içine, mimar Hovsep Aznavur (ki Sirkeci’deki Sansaryan Hanı ve Haliç’teki Kadir Has Üniversitesi’nin de mimarıdır) tarafından bir tiyatro binası yapılmış. Tiyatro, klasik at nalı formunda, at nalını çepeçevre saran ve Korint stili başlıklı demir sütunların taşıdığı iki katlı localar ve bunların üzerinde ‘paradi’si olan Barok stilinde bir bina idi. 450 kadar koltuk kapasitesi vardı. Bina, Cumhuriyet döneminde İstanbul Şehir Tiyatroları’na verilmiş, Dram Tiyatrosu adı ile işlevine devam etmiştir.

Lise ve Üniversite çağımızda kâh kırmızı kadife kaplı koltuklarından, kâh paradiden Şehir Tiyatrosu’nun pek çok eserini ve de o zaman kuruluş döneminde bulunan İstanbul Operası temsillerini seyrederek feyz aldık. Şehir Tiyatrolarında, yönetmen Muhsin Ertuğrul’un her sezon başında perdeyi Shakespeare ile açma geleneği vardı. Engin Cezzar’ın Hamlet rolü, Hüseyin Kemal’in Othello, Cahide Sonku’nun Desdemona, İ. Galip Arcan’ın İago rolleri, Mücap Ofluoğlu’nun Edmond Rostand’dan Sabri Esat Siyavuşgil’in nefis çevirisi ile oynadığı Cyrano de Bergerac’ı, Nedret Güvenç’in Beyaz Güvercin’i, Tenesse Willams’ın İhtiras Tramvayı gibi belleğimizde yer etmiş birçok oyun bu sahnede canlandırıldı. İstanbul Operası, Puccini’nin Tosca’sı ile ilk perdesini bu tiyatroda açtı. Mete Uğur, Attila Manizade, Seyit Ahmet Yıldız, Güher Güney, daha birçokları bu sahnenin tozunu yuttular. Paradiden izlediğim Verdi’nin La Traviata’sında, Suna Korat, Violetta rolü ile bu sahnede ölümsüzleşti.

Ama bina, değerbilmezliğin, ihmal ve bakımsızlığın kurbanı oldu. 1970’te terk edildi; 1972’de çıkan bir yangınla kül oldu. İlgili yöneticilerin ‘Aman iyi oldu, kurtulduk’ dediklerinden ismim gibi eminim.

Bu tiyatronun yanındaki ‘Komedi Tiyatrosu’, evvela açık hava tiyatrosu olarak amfi şeklinde (eski İyon ve Grek tiyatroları gibi) yapılmış. 1900’lerde mimar Capanaki tarafından üzeri örtülerek 1200 kişi alabilen büyük bir tiyatro binası kazanılmış. Bu bina, diğer binaya nazaran daha sade, ama İyon stili sütunları da içeren ‘Art Nouveau’ stilinde bir bina idi. Bu tiyatroya da çok gitmişliğimiz vardır. Daha ziyade Cemal Reşit ve Ekrem Reşit Rey biraderlerin popüler eseri ‘Lüküs Hayat’ türü operetler, Moliere’den adapte komediler, modern vodviller oynanır, toplantılar tertip edilirdi. Bu bina da 1959’daki Adnan Menderes dönemi imar felâketinin kurbanı oldu, yıktırıldı.

Tiyatroların çevresindeki bahçelerde yazlık gazinolar vardı. Pera Palas yanındaki Garden - bar (Café Chantain) dönemin en meşhur eğlence yeri idi. Tiyatroların bir yanında alaturka musiki icra eden bir gazino, diğer yanında daha ziyade Avrupa’dan gelen orkestra ve konserlerin icra edildiği diğer bir gazino vardı ki sahne önünde orkestra çukuru bile mevcuttu. Bu sahnede Muammer Karaca’nın ‘Alabanda’ ve ‘Fuar Yıldızı’ revülerini oynadığını anımsıyorum. 1970’lerden sonra başlayan göçlerle oluşan kentin etik ve kültür yozlaşması döneminde, bu gazinolar artık aklı başında insanların gidemediği çay ve nargile bahçelerine dönüştü.

1980’lerden sonra, Büyükşehir Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, iki cadde arasındaki arazide, Tünel’den gelen dolguları hafrettirerek burada katlı otopark ve üzerine şimdi TRT’nin kullandığı kocaman beton yapıyı oturttu. Yine de binanın yanındaki iki kademeli manzara teraslarını yadsımamak gerekir. Ancak, yeşilden nasibini almamış, bu kupkuru beton alanlarda, şöyle gönül rahatlığı içinde banklara oturup da çoluk çocuğu ile manzara seyreden ailelere hiç rastlamadım. Beyoğlu’na çıktığınız vakitler arabanızı katlı garaja park ettiğinizde, gecenin ilerlemiş saatlerinde arabanızı almak üzere garaja inmek için bu meydandan geçerken ve de garajın daracık ve loş merdivenlerinden inerken korkulu dakikalar geçirirsiniz. İn cinin top oynadığı, yaşamayan meydanda kapkaççılara karşı uyanık olmanız gerekir. En iyimser tahminle etrafınızı alan uyuşturucu bağımlısı adamlara ve tinerci çocuklara birkaç lira vererek yakanızı kurtarabilirsiniz.

Bir süre TÜYAP kitap fuarına mesken olan yapı cephesindeki beton şeritler, çiçeklendirmek için yapılmış 45 derece meyilli saçaklar şeklinde idi. İnşaat döneminde mimari moda olan Japon etkili beton saçaklı binanın iyi niyetlerle tasarlandığına inanıyorum. Bu nedenle başarılı işlere de imza atmış mimarı eleştiremiyorum. Benim eleştirim, kent kültüründe ve de anılarda yeri olan tesisleri yanmaya terk edip, yıktırıp arazi üzerine münasebetsiz bir kuş konduran yöneticileredir.

TRT sahiplendikten sonra beton saçakları saklayıp, bina dış cephesine öylesine zevksiz bir camekân giydirdi ki, bu sahte dekor her şeyin üzerine tuz – biber ekti.

Yeni Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, son günlerde önemli kültür konularına el atmaya başladı. 13 Aralık 2007 tarihli Radikal gazetesinde içimizi ferahlatan bir haber okudum. Haberin konumuzu ilgilendiren kısmını aynen aktarıyorum:

2010 için İstanbul’da özellikle tarihi yarımadadaki çalışmalara hız verdiğini ve Gülhane Parkı hattında tarihi doku ile bağdaşmayan yapıların yıkılabileceğini açıklayan Bakan, Tepebaşı’ndaki TRT binasının boşaltılması için girişimlerde bulunduğunu söyledi. İnan Kıraç’ın müze girişimi ve TRT binası ile ilgili durumun birkaç ay içinde netleşeceğini söyleyen Günay, bu durumda ünlü mimar Frank Gehry’nin tasarladığı müzenin bazı bölümlerinin de 2010’a yetişebileceğini açıkladı.”

Binaya hissedar olan Belediyenin bu girişime sıcak baktığı, ancak TRT’nin binadan vazgeçmediği söyleniyor. Kanımca TRT’nin razı olmaması falan hikâye… Aslında konunun hal çaresi, Başbakanın iki dudağının arasında.

Bundan sonraki amacımız, mevcut binanın en kısa zamanda yıktırılması, artık eskiye dönme olanağı bulunmadığının bilinci içinde, çağdaş mimariyi yansıtan bir yapıtın burada yükselmesi olmalıdır. Bina, tiyatro ve konser salonları ile birlikte müze işlevini yerine getirmelidir. Bu nedenle İnan Kıraç’ın proje konusunda Frank Gehry ile ilişki sağlaması çok isabetli bir girişim olmuştur. 

Frank Gehry, çok önemli bir mimar. İspanya’da, Bask bölgesinde kalan Bilbao’da yaptığı Guggenheim müze binası, dünya çapında bir olay olmuştur. Bilbao, müze açılmadan evvel fazla kimsenin ilgisini çekmeyen, gri görünümlü bir sanayi kenti idi. Bu gün çok sayıda turistin ilgisini çeken bir kent haline geldi. Ziyaretçiler, müze objelerinden çok, özellikle binayı görmeye ve gezmeye geliyorlar. Mimar, bir bakıma fütürist mimari diyebileceğimiz dekonstrüktif inşaat anlayışı ile fantastik yapılar oluşturuyor. Guggenheim müzesi, geometrik eğrisel yüzeylerin ve hacimlerin özgür ve özgün bileşimi ile oluşmuş bir plastik yapıt. Adeta bir heykel. İç hacimler muhteşem. Dış yüzeyler, gökyüzünün değişken ışıklarını yansıtan parlak titanyum elementi ile kaplı.

Gehry’nin yapıtları bununla sınırlı değil. ABD, Los Angeles’te Walt Disney konser salonu, Almanya, Hanover’de yapılan ve kendi ismi ile anılan Gehry Tower ve daha birçok yapı onun imzasını taşıyor. Görüyorsunuz ki önemli yapılarda ulusal yarışmalar dönemi artık çok geride kalıyor. Başarılı mimarlar, dünyanın her yanında çalışma olanağı buluyor. Gehry’nin İstanbul’da da bir yapıtının olması dünya çapında bir olay olacaktır. Dünya İstanbul’u bambaşka bir gözle görecek, İnan Kıraç çok isabetli bir işi başarmış olacaktır.

Yılmaz ERGÜVENC
Yayın Tarihi : 16 Aralık 2007 Pazar 18:57:38
Güncelleme :16 Aralık 2007 Pazar 23:43:36


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?