30
Nisan
2024
Salı
İSTANBUL

GEÇMİŞ ZAMAN EDİPLERİYLE GEÇMİŞ ZAMAN SEMTLERİNDE

İngilizce bir kitap görmüştüm; çat patın da çat patı İngilizcemle okumam imkânsızdı. Ama kitap albenisiyle, görsel malzemesiyle bir şeyler söylüyor, bir şeyler anlatıyordu:

Victoria Çağı'nda, on dokuzuncu yüzyıl Londra'sı. Londra odak, bu odaktan taa Hindistan'a kadar uzanılıyor. İngiliz edebiyatının o çağdaki, o dönemdeki yazarları ve şairleri yaşadıkları ve yazdıkları coğrafyada inceleniyor. Semt planları, krokiler, hatta birkaç harita!

Meselâ Christina Rossetti Londra'nın külrengi sokaklarında, inancına kapanmış, tiyatrolardan, operalardan uzak, yapayalnız yaşarken; Thomas Hardy kırsal alana açılıyor, Kipley Hindistan'ı yazıyor, Conrad denizlerde yol alıyor... Bu eserler nerelerde, hangi evlerde, hangi mekânlarda yazılmış ve bu eserler nereleri dile getirmiş...

Şimdi adını unuttuğum yazar, bir bakıma, İngiliz edebiyatının belli bir dönemini bütün bir toplumsal coğrafyayla, deyiş yerindeyse, mekân tarihiyle açımlıyordu. Ne kadar okumak isterdim bu kitabı! İsmini vermeyeceğim, filan yayınevi, son anda çevirtmekten, yayımlamaktan vazgeçti, hevesim kursağımda kaldı.

Birkaç hafta önce, Dergâh Yayınları'nın okurla buluşturduğu incecik bir kitap beni yine heyecanlandırdı:

Bu kez Victoria Çağı, Londra söz konusu değil. İstanbul'dayız.

Kitabın adı, "Yeni Kitap" Dergisinde On Yazar – On Mülâkat. Kitabı hazırlayan Muharrem Dayanç belirtiyor: "... 1927-1928 yılları arasında Yeni Kitap dergisinde, dönemin önemli edebiyatçılarıyla yapılan ve Osmanlı Türkçesiyle bu dergide yayınlanan konuşmaları, günümüz Türkçesine yakın bir imlâyla, Latin alfabesine aktarmaya karar verdik." İyi ki bu karara varılmış, iyi ki bu derleme ortaya çıkmış. Kendimi birdenbire 1920'lerin sonunda, geçmiş zaman edipleriyle baş başa buldum!

Önce, "büyük romancımız" Hüseyin Rahmi Bey'in Heybeliada'sına gittim. Söyleşiyi gerçekleştiren Mecdi Sadrettin Bey'in şu tespiti beni uzun uzadıya düşündürdü:

Mecdi Sadrettin, Yedikule'nin, Saraçhanebaşı'nın "rutubetli evlerinde" de, Şişli'nin "konforlu apartmanlarında" da "maruf romancı"nın eserlerine rastladığını söylüyor. Hatta, "Anadolu'nun kerpiç evlerine kadar"... Bu okur rağbeti, bugünün sönük ortamıyla kıyaslandığında, biraz ürperiyorsunuz.

Tanınmış romancı, "Heybeliada'nın mürtefi noktasındaki zarif köşkünde", arkadaşı Miralay Hulusi Bey'le birlikte yaşıyor. Yazıdan çiziden arta kalan saatlerinde, resim yapıyor, fotoğraf çekiyor. Çalışma odası üst katta. Pencerelerden Adalar ve uzaktaki İstanbul görünüyor. Sabahları güneş bu odaya doğuyor ve "riyakâr" mehtap yine bu odadan seyrediliyor.

Günümüzde bakımsız bir müze olan o zarif köşkte, koltuklarda, Hüseyin Rahmi'nin "bizzat" ördüğü tentene yastıklar... Bu 'tentene' sözcüğünde durakaldım. Nakış işlerinden anlar geçinirim ama, tentene ilk kez karşıma çıkıyordu. İmdadıma Kubbealtı Lugatı yetişti: Tentene, halk ağzında, dantel demekmiş.

Hüseyin Rahmi dantel işlemekle yetinmiyor, piyano ve ut çalıyor. Artık büsbütün Heybeli'ye çekilmiş, "münzevî" bir hayat yaşıyor. Oysa eskiden, gençlik yıllarında, Beyoğlu'na sık inermiş...

Büyükada'dan kalkan vapuru görünce, biz de Hüseyin Rahmi'den izin isteyerek ayrılıyoruz, iskeleye yol alıyoruz. "Evet, tam vakti. Ancak yetişirsiniz..."

İstanbul o günlerde vapurların. Bir başka vapurla, bu kez, Vaniköyü'ne gidiyoruz. "Vaniköyü'nde Boğaziçi'nin mavi dalgalarıyla kucaklaşan güzel bir yalı, insanı hayale daldıran yüksek ve sık ağaçlı mükemmel bir bahçe." Sergüzeşt romancısı Sezai Bey'in, işte "âsûde yuvası".

"Boğaziçi bu mevsimde çok güzel olur... Gelirken yorulmadınız ya?.."

Yorulmamıştık. Ne var ki, biraz şaşırdığımızı itiraf etmek zorundayız: Edebiyat tarihleri, Sezai Bey'in ömrünün son yıllarında epey maddî sıkıntıya düştüğünü belirtir. "Senelerden beri Boğaziçi'nin cazip ve mahrem bir köşesinde kendi hatıralarıyla baş başa" yaşayan "üstadın" sıkıntısı, nerdeyse, dostlar başına. Büyük Millet Meclisi kendisine bir takdirname göndermiş; "Ömrüm oldukça bu büyüklüğe minnettarım." Takdirname üstü örtük geçmiş ama; "Bana maaş bağlamışlar." Ne günlermiş...

Ulu Şair Hâmid'i, "şirin, güzel bir yuva"da ziyaret ediyoruz. Dört bir yan fotoğraflarla donatılmış. Bu fotoğraflarda Ulu Şair'in yaşamından duruk görüntüler; anılar-anılar dökülüşüyor. Burası, Hâmid'in "mâzisi ile baş başa" yaşadığı yazı odası.

Anlatıyor Ulu Şair: "Londra'da yazdığım yegâne eser, Finten'dir. Aradan epeyce zaman geçmişti, İlhan'ı yazmaya başladım."

İlhan Londra'da mı yazıldı, tam kavrayamıyoruz. Kavrayacak, sorup soruşturacak vakit kalmıyor; çünkü yazı odasına "yaşlı ve kibar bir hanımefendi" giriyor. Hâmid tanıştırıyor:

"İlk nişanlımdır, hanım. Daha, Fatma Hanım'dan evvel... On dokuz yaşlarında bir gençtim. Nişanlanıverdi idik."

Hanımefendi, ayrılış sebeplerini kısaca dile getirdikten sonra, "Hâsılı efendim, kısmet değilmiş, olmadı" diyor.

Bu müthiş sahne, bize Thomas Mann'ın ünlü Lotte Weimar'da romanını hatırlatıyor, çağrıştırıyor. Okuyanlar bilir, bu ironik eserde, Lotte, o eski sevgili, yaşlı Goethe'yi ziyarete Weimar'a gelir. Lotte hâlâ gençlik sevdasındadır. Goethe ince ince alay etmekten kendini alamaz. Bakın, aynı an! Hâmid uzun uzadıya güldükten sonra diyor ki:

"İsabet ki almamışım. Baksanıza efendim. Hanım altmışını geçti. Ben, bununla ne yapardım sonra..."

Şimdi "Yeşilköy'ün zevk ve zarafetle döşenmiş âsûde bir köşkünde"yiz. Halid Ziya Bey, herkesten uzak, bu köşkte, "senelerden beri kitapları ile baş başa kaygusuz, pürüzsüz bir ömür sürüyor."

Fakat hatıralarını anlatırken, ikide birde, İzmir'e uzanıyor, gençliğinin geçtiği İzmir'e. Sonra çocukluğuna geri dönüyor, bu kez yine İstanbul, "... Saraçhanebaşı'nda şimdiki tayyare şehitleri âbidesinin bulunduğu yer, bizim evin bahçesi idi." Çocuk Halid Ziya'yı, ara sıra, Güllü Agop'un oyunlarına götürüyorlar. O, bu oyunları hiç unutmayacak. Okuma yazmayı iyice söktükten sonra, tiyatro edebiyatına merak saracak. Şimdi, yılların ardından, iki eser hâlâ etkiliyor "geçen nesl-i edebînin en büyük romancısı"nı: "Recaizâde Ekrem Bey merhumun Vuslat'ı ve Sezai Bey'in Şîr'i..."

Devirler devirler geçiyor. 1927'nin sonbaharındayız. "Aralık pancurlardan zerre zerre" sonbahar güneşi süzülüyor.

Kırık Deniz Kabukları'nı yazarken, Yeni Kitap dergisindeki mülâkatı okumuş olmak isterdim. Oğlu Vedad'ın on yıl kadar sonra canına kıyacağından habersiz, mutlu anılarla donanmış bir Halid Ziya. Besbelli, kendisi de mutlu; çünkü Güllü Agop'un oyunlarını dinmemiş bir coşkuyla anlatıyor...

Zamanımız iyice daraldı.

"Hâşim Bey... bugün, mutlaka sizi görmeliyim."

Uzun ısrarlar karşısında Ahmet Hâşim, Göl Saatleri şairi yenik düşüyor: "Durun öyleyse... Bu akşam saat yedi buçukta, Löbon'da olmaz mı?"

Ne kadar isterdim, yaz başlangıcında bir akşammış, Löbon'da Ahmet Hâşim'le karşılıklı oturmayı, söyleşmeyi, birlikte çay içmeyi... Sonra Hâşim vapura yetişecek.

Dedim ya, İstanbul'un vapurlar çağı...


 

Selim İleri - Zaman
Yayın Tarihi : 14 Mart 2009 Cumartesi 20:01:31


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?