30
Nisan
2024
Salı
İSTANBUL

İSTANBULLU KİM?

Epey önce, çeyrek yüzyıl geçti geçecek, bir dergide görmüştüm: Yeni zamanın "Boğaziçi Aristokratları" -röportajın başlığı böyleydi- sıram sıram dizilmişler; evlerinde, bahçelerinde, seçkin eşyaları, möbleleri önünde poz veriyorlar.
Dergi İngilizce yayımlanıyor, Türkiye'deki, özellikle İstanbul'daki seçkinleri Batı'ya tanıtacak. Boğaziçi aristokratları da o çerçeve içinde, aristokrat olduklarına galiba sahiden inanarak, Batı'da yüzümüzü ağartmak istiyorlar...

Bu aristokratlardan bir hanım, yerlere uzanmış, son moda ve Paris havalı bir giysiyle, bir eski zaman ibriğine -elbette tuğralı- kollarını geçirmiş, yabana atılamayacak güzelliğini sergilemekteydi. Birtakım engin rüküşlükler güzelliğine hamlık aşılamıştı ama, geçelim.

Sanat koruyuculuğuyla ün edinmiş bir aile ise, çoluk çocuk, hep bir arada yalılarının bahçesine çıkmışlar; Unkapanı'nda satılan plastik iskemlelere, hasır taklidi plastik bahçe koltuklarına oturmakla, belki 'demokratik eşya'lara da dünyalarında yer verdiklerini gösteriyorlar. İster inanın ister inanmayın, bahçe ortasında, tanınmış bir ressamımızın eseri kocaman şövale üstünde duruyor!

Pek sevilen bir iş adamımız, yaldızlı, taht çağrışımlı koltuğunda otururken, yanı başında, süslü püslü, şişmanca hanımı ayakta duruyor. Kim bilir, geleneklerimize, evin reisi erkektir düsturuna nasıl bağlı kaldıklarını kanıtlıyorlar, her ikisi de... 

Uzun süre belleğimden çıkmadı evlere şenlik görüntüler. O, "Boğaziçi Aristokratları" başlığı epey düşündürdü. Hangi aristokrasi? Kökeni nerden? Bizde sınıf var mı? Fakat sorular boşunaydı. Özal döneminde büsbütün gösterişlenen yeni zenginlik, besbelli, kendi aristokrasisini yaratmıştı.

Ya öncesi? Samipaşazade Sezai'nin çok sevdiğim Sergüzeşt'ine kadar uzanabiliriz. İstanbul yazılarımda çok andım; Sergüzeşt, bir roman, 1889 tarihli. Şimdi bir kez daha anıyorum:

İstanbullu olmayı temsil ettiği düşünülen zengin ve sözüm ona görgülü tabaka, öyle anlaşılıyor ki, Tanzimat'tan beri yerleşiklik kazanmaya başlamış. Sergüzeşt'te, cariye Dilber'in satın alındığı Asaf Paşa Konağı, Sezai'nin imparatorluk başkentindeki yüksek zümreden konuşabilmesine bir fırsat, imkân gibidir. Romancı, birkaç sayfada, Asaf Paşa'nın "Moda taraflarında bol para dökerek inşa ettirdiği Avrupakârî bina"nın tasvirine girişir.

Evet, bol para ve Avrupakârî...

Konaktaki döşeme gerçekten Avrupa kokar. Afrika ve Hint kökenli büyük bitkiler, çiçekler, Anadolu işi değerli halılar bile bu döşemenin çoğu "on dördüncü Louis zamanına mahsus olan" masaların, yaldızlı iskemlelerin, ufak yazıhanelerin şimdilerde antikacılarda en ucuzu, en döküntüsü bir servet pahasına satılıyor-, o süslü püslü döşemenin Avrupa havasını bozamamaktadır.

Ne var ki, cariye Dilber bu konakta tam ikbale kavuşacakken, yine esirciye satılır. Bol para, Avrupa taklidi yaşam, 'insanî' olana çekip götüremez.

Konağın "yaldızlı koyu kırmızı kâğıtlı" duvarlarında Fatih'le Napolyon'un heybetli resimleri boşuna yan yana asılmış değildir. Fatih söz konusu tabloda İstanbul'a "muzaffer" bir edayla giriyor. Napolyon "Sainte-Hélène'in sisler, dumanlar içinde kalmış kayalarının üzerinde şahane bakışlı bir kartal gibi istilâcılara yaraşır bakışını Avrupa cihetlerindeki ufuklara dikmiş", düşünüyor. Neyi düşünüyor diye sorabilirsiniz; herhalde istilâyı...

Yine Özal dönemiydi. Ankara'da -iyi niyetli girişimlerini özellikle vurgulamak istediğim- bir bakan, gelenekçi ailelerin, çocuklarının odalarında Fatih'in resmini görmek istediklerini söylemişti. Çocuklarsa, pop şarkıcılarının, meselâ Madonna'nın posterlerini asmayı tercih ediyorlarmış. Bakan, galiba özgürlükçü tutumla, "ikisi de olacak elbette" diyordu.

Napolyon'un yerini Madonna alıyordu. Fatih bir ölçek koltuğunu korumuş. Ben de, çeyrek yüzyıldır yakınıp dururum: Bütün bunlar birer özenti değil mi?

Malik Aksel, bir yazısında, dünkü İstanbul'un, hiç değilse, halk yaşayışında, sadelikler, incelikler, yüzyıllardan yüzyıllara akmış bir görgü şehri olduğunu belirtir, saydığı incelikler arasında, su bardağı misafire çıkartılacaksa, dantel örtülü bardak altı tabak anılır. Sonra sonra dantel örtü çekilmiş, fakat tabak, dantel bezemeleriyle işlenmiş. Değerli Malik Aksel, cam tabaktaki dantel bezemesini İstanbul kültüründeki sürekliliğe örnek gösterir, yeni zaman her şeyi paldır küldür silip süpürememiş.

Gelgelelim, Aksel'in de bazı itirazları var, incelikle dile getirilmiş, önce soruyor:

"Eski İstanbul'un nesi meşhurdur dendiği zaman halk arasında ne yedi yıl askerlik ederken baba ile oğulun birbirini göremedikleri Selimiye Kışlası, ne üstü toprak altı deniz Galata Köprüsü, ne de yedi düvelin almak istediği Ayasofya Camii, ne altı minareli Sultan Ahmed Camii mahyaları, ne yer altında kayıkların yüzdüğü Yerebatan Sarayı, on binlerce dükkânı olan Kapalıçarşı, sonra deniz ortasındaki Kızkulesi akla gelir."

İstanbul, terbiyesi, nezaketi ve diliyle övünürmüş. Derken şu ilginç gözlem:

"Eski İstanbul'da dilini düzeltmeyenlerin, teşrifata uymayanların saygıdeğer tarafı yoktur. Bunda insanın kafasının dangıl dungul olması değil de, dilinin dangıl dungul olması önemlidir. Konağa yeni girmiş ahçı yamağı, helvaya 'havla' dedi mi, hemen pabuçları eline verilir. Ama sanatında usta imiş buna kimse bakmazdı."

Malik Aksel, eski İstanbul diyor ama; hatırladığım zamanlarda, 1950 sonrasında böylesi tutumlara epey tanık oldum. İstanbullu'nun, hele hali vakti yerindeyse, akıllara durgunluk verici bir 'horgörü'sü vardı. Dile değil yalnızca; üst başa bakılır, davranışlar ölçülüp biçilir, oturup kalkış tartılır, "Taşralı!" ünlemi merhametsizce kondurulurdu. Yine Aksel saptıyor: "İstanbullu'ya göre taşra halkı görgü kurallarından yoksundur. (...) İstanbullu ile taşralı bir çeşit okumuş ile okumamışın yan yana gelişidir."

Bu anlayış... böylesi bir anlayış, İstanbul kültürünün özümsenmemesine yol açıyormuş, kendi içine kapanmış İstanbullu'nun umurunda değildi. Tam tersine, İstanbullu kendi kültürünü, bilgisini kıskançça kendine saklardı.

Reşat Nuri Güntekin, Malik Aksel kadar hoşgörülü değil. Geri dönüyoruz geçmişe. 1951-52 tiyatro mevsimindeyiz. İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda Eski Şarkı sahnelenecek. "Prova Jeneral"i izlemiş Reşat Nuri, Eski Şarkı'nın yazarı. Eser, aynı yazarın Eski Hastalık romanından uyarlama. Türk Tiyatrosu dergisinin muhabiri ünlü romancıyla söyleşiyor: "Niçin büsbütün yeni bir konu seçmediniz?"

Reşat Nuri, Eski Şarkı'yı "yeni zamanlar kadınının" meseleleri etrafında kurduğunu belirtiyor. Eski Hastalık'ta anlattıklarını bir defa da sahne üstünde, ete kemiğe, sese, jeste bürünmüş olarak görmek istemiş: "... bu piyesteki kahramanım Züleyha biraz evvelki prova jeneralde, benim bir hayalim olmaktan çıkarak müstakil bir yabancı sesi ve hüviyeti ile karşımda konuşmaya başlayınca..."

Züleyha'da gördüğü eksiklikleri sayan Çalıkuşu romancısı, birdenbire şöyle diyor:

"Üstelik İstanbullu'nun dışarlıklıya olan küçümsemesi, gerçekte askerliği bile kendine yakıştıramamış Osmanlı pâyitahtının bu budala azameti benim Züleyha'nın durumunu büsbütün ağırlaştırmıştır."

"Budala azamet", Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, 1950'lerden 1980'lere Boğaziçi aristokratları yetiştirmiş dersek, herhalde haksızlık etmiş olmayız.

Bu yazıyı, TRT 2'deki not defterimde, "İstanbullu kendi kültürünü biraz da kendi yok etmiştir" dediğim için bana kızanlara adıyorum...

Selim İleri - Zaman
Yayın Tarihi : 24 Ocak 2009 Cumartesi 17:08:40
Güncelleme :24 Ocak 2009 Cumartesi 17:12:48


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?