4
Mayıs
2024
Cumartesi
İSTANBUL

TOPKAPI SARAYI VE BİR ÖNERİ


Topkapı Sarayı’nın meslek yaşamımda ayrı bir yeri vardır. Mesleğimin ilk yıllarında Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü Halûk Şehsuvaroğlu merhumla beraber çalışma mutluluğuna erdim. Sarayın restorasyonu ile geçen üç yıllık emeğim ve de mesleğime katkı sağlayan rölövelerim vardır. Şantiyeyi kontrol edip masa başında oturmak varken, boynuma iple astığım planş, elimde kalem ve metre ile kubbelerin tepesinde seke seke dolaşarak ölçü ve çizimler yapmamı hayretle karşılayanlar vardı. Aradan geçen on yıldan sonra rastladığım müze mimarı İlban Öz merhumun ‘’Yılmaz, hâlâ senin rölövelerini kullanıyoruz’’ sözü, benim için en büyük ödül olmuştu.

Onun için Topkapı Sarayı’nın her bir köşesini avucumun içi gibi bilirim. Ancak size Topkapı Sarayı’nı anlatarak başınızı ağrıtmak gibi bir niyetim yok. Bu gibi bilgileri çok sayıdaki kitaplarda, hatta turistik rehberlerde bulabilir, en iyisi sarayı defalarca gezerek yeterli bilgi sahibi olabilirsiniz.

Topkapı Sarayı’nı çağdaşı olan diğer Avrupa saray ve şatolarından ayıran husus, düzenlenmiş bir projeye göre tümüyle inşa edilmiş bir saray olmayıp, zaman içinde dönem dönem gelişen yapılar topluluğu şeklinde olmasıdır. Sarayda Fatih Sultan Mehmed’den Sultan Abdülmecid’e kadar 26 padişah ikamet etmiş ve İmparatorluğu yönetmiştir. Her padişah kendi gereksinimleri ve zevklerine, dönemin yönetim usullerine, oluşan politikalara göre bir takım eski yapıları yıkmış, saraya ilave köşk ve pavyonlar yapmış, sonuçta yapılar bileşkesi ile bu günün Topkapı Sarayı külliyesi oluşmuştur. Bir genel vaziyet planı düşünülmemiş olmasına karşın, işlevlerine göre şekillenen binalar ve birbirleri ile ilişkileri bir kompozisyon oluşturmuş, her şey yerli yerini bulmuştur. Saray öylesine ilginç yapılar topluluğudur ki, tarihe meraklı ve de görebilen gözler için her bir köşesinden Osmanlı tarihini izlemek ve hissetmek olasıdır.

Saray, bir dönem gelmiş, neredeyse 40 bin kişinin çalıştığı ve yaşadığı, tüm gereksinimlerini karşıladığı bir kent görünümü almış; İmparatorluğun elit yöneticileri buradan (Enderun’dan) yetişmiş; Bab-ı Humayun’dan girilen Birinci Avlu’daki dış hizmetler (Birun) binalarında halkın derdine derman aranmış; Bab-üs Selam’dan içeride, Divan Meydanı’nda Sadrazam, Şeyhülislam, Kubbealtı vezirleri devleti yönlendirmiş, önemli kararlar almış; Bab-üs Saade’den Enderun Avlusu’na geçen elçiler ve önemli zevat-ı kiram Arz Odası’nda Hünkâra mülâki olmuş; devletin hazinesi, Peygamber Efendimizin kutsal emanetleri (Hırka-i Saadet) burada muhafaza edilmiş; Sultan Süleyman’dan sonra gelişen Harem daireleri ve de sohbet, edebiyat, musiki, raks salonu (Hünkâr Sofası); 4. Avlu’daki Sofa-i Humayun çevresindeki kasırlar ve de çevredeki ahırlar, mutfaklar, ak ve kara ağalar, iç oğlanları, zülüflü baltacılar gibi hizmetkârlara ait yapılar, aslanhane, fil bahçesi ve has bahçe ile muhteşem bir saltanat kompleksi oluşmuştur.

Bütün bu kompleks, deniz kıyılarını çevreleyen Bizans surları ile birleşen ve kara tarafında inşa edilen surlarla oluşan ‘Sur-u Sultani’ arazisi içinde yer almıştır.

1839’da, saray dâhilinde bulunan Gülhane bahçesinde okunan ‘Tanzimat Fermanı’ ile İmparatorluk yüzünü batıya döndürdü. ‘Pay-ı Tahtta’ (Başkentte) oluşan batılı gibi yaşama hevesi paralelinde, batı üslûbu barok, rokoko, ampir, neogotik karışımı eklektik (seçmeci) bir yapılaşma başladı. Artık Topkapı Sarayı, saltanatın ve yeni dönemin gelişimlerini karşılayamıyordu. Sultan Abdülmecit, Dolmabahçe Sarayı ve diğer kasır ve köşklerin inşasına girişti. Topkapı Sarayı saltanat sarayı olma vasfını kaybetti.

Sultan Abdülaziz döneminde inşasına başlanan, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan demiryolu, sur içi İstanbul’unda sahil boyunca ilerleyip Sur-u Sultani içinden geçerek Sirkeci’de son buluyordu. Demiryolu inşaatı sırasında kıyıdaki sahil-sarayların yıkılması gündeme geldiğinde Sultan Abdülaziz’in ‘’Şimendifer geçsin de isterse göğsümden geçsin’’ dediği rivayet olunur. Bu şekilde Sinan Paşa, Yalı, Şevkiye köşkleri, Has Bahçe ve daha birçok tesis yıktırıldı. Sadece sahildeki Sepetçiler Kasrı kurtuldu, zamanımıza kadar gelebildi. Zaman içinde askerî tesisler, Gülhane ve Zührevî Hastalıklar Hastaneleri, ambarlar, depolar, demiryolu bina ve atölyeleri, demiryolu manevra yolları Sur-u Sultani’nin içini işgal ettiler. Sadece bir kısım yeşil alan, eski saray bahçesi, Gülhane Parkı olarak kurtuldu ve halka açıldı.

Saray, Cumhuriyet döneminde, 1924’te müze oldu. Tahsin Öz merhum müze müdürü olarak atandı. Sarayın müze haline getirilişi o dönem için doğru bir karardı. Ancak, geçen zaman içinde kanımca bu kararın bazı artı ve bazı eksi yönleri oluştu.

Artı yönü, ziyaretçiye açık mahallerin devamlı bakımlı ve temiz tutulması ve de zamanında fark edilerek yapılan müdahalelerle birçok köşkün yıkımdan kurtarılması, harap yapıların restore edilmesidir. Bir artı yönü de özellikle Şah İsmail’e atfedilen müzeyyen tahtı, hazinedeki kıymetli taşları ve de Kaşıkçı Elması’nı görmek üzere gelen zînet meraklısı yerli ve yabancı turistlerin, Haremi ilginç bulan yabancı turistlerin, Hırka-i Saadet ziyaretçilerinin meraklarının zail olmasını sağlaması ve çokça turisti saraya celp edebilmesidir. Yoksa sarayın mimari değeri üzerinde duranların adedinin çok da fazla olmadığını tahmin edebiliyorum.

Eksi yönü, Müze restorasyon ekibinin zafiyeti, bol ödenekli Milli Saraylar gibi ehil sanatkâr kadrosunu istihdam edememesi, onarım ve restorasyonlarda ihale yasalarına tâbî olmasıdır. Müze onarım ve restorasyonları, özellikle ilk zamanlarda müdür ve bir mimarın inisiyatifine bırakılmış, bu da bazı restorasyon hatalarına, orijinal yapı usullerinin terk edilerek betonarme gibi imalata yer verilmesine yol açmıştır. Tarihî açıdan önemli bazı yapı ve detaylar, bina silme profil ve saçakları, bronz parmaklıklar ve şebekeler, kişisel mütalâalarla ‘muhdes’ olarak nitelendirilmiş ve ortadan kaldırılmıştır. (Muhdes, Arapça ihdas edilmiş, orijinali üzerine sonraki dönemde yapılmış imalat anlamında kullanılırdı.)

Yine orijinali bulunmayan bazı imalat, derinliğine inceleme yapılmadan mimarın yorumuna göre şekillenebilmiştir. Örneğin, 1955-60 restorasyonlarında Mecidiye Köşkü ön terasının, dönemine uygun orijinal dökme demir korkulukları sökülüp atılmış, yerine Bağdat Kasrı terasını çevreleyen mermer şebekeler monte edilmişti. Bağdat Kasrı terasına da mimarın kendi yorumu ile çizdiği mermer şebekeler imal edilerek eski şebekenin yerine konmuştur. Şu var ki, eski şebekeler de Bağdat ve Revan Köşklerinin yapıldığı dönemdeki mimari üslûba uygun şebekeler değildi. Demek ki onlar da daha evvel değiştirilmiş olsa gerek. Keza Sultan Osman taşlığındaki yeşil tarhlar da yağmurda kirlilik yaratıyor diye kaldırılıp mermer döşenmiş, Hünkâr Sofası zeminindeki orijinal ahşabın yerine imitasyon tuğla yapılmıştır. Hünkâr Hamamı’nın çatlak ve dökülen fanuslu tuğla tonozları, rölövesi alınarak söküldü ve betonarme olarak inşa edildi. (Bu son ameliyeyi ben yaptım. Bu günkü restorasyon bilgim olsa idi orijinalini takviye ederdim.)

Bütün bu çalışmalarda Anıtlar Kurulu’ndan karar alınmasına gerek duyulmaz, onlar da Sarayın içine pek karışmazlardı. Bu duyumsamazlıkta müze müdürünün hükümete dayalı ve otoriter tutumunun etkili olduğunu sezerdim. Şimdi durum nasıl, hal-i pür melâli malûm Koruma Kurulları ve de kadroları genişleyen Anıtlar ve Rölöve Müdürlüğü’nde uzman mimarlar var mı, isabetli kararlar alabiliyorlar mı bilmiyorum.

Diğer önemli eksi yön de müze objelerini teşhir bahasına oluşturulan tadilat, ek inşaatlar, orijinal duvarları örten panolar, cam vitrinler, hacmin orijinal atmosferine uymayan, tarihi salonları alelade mahaller durumuna indirgeyen kalorifer radyatörleri ve anormal parlak ışıklandırmalardır. Böylesine önemli bir yapılar kompleksi, müze teşhirciliği uğruna tarihi atmosferinden büyük kayıplar vermektedir. Hâlbuki padişahların dört yüzyıl boyunca yaşadıkları ve devleti yönettikleri, Türk mimarisinin en güzel örneklerini barındıran külliyenin bizâtihî kendi bünyesi bir müzedir. Böyle bir sarayda teşhir standlarının, vitrinlerin, radyatörlerin yeri yoktur. Evet, teşhir edilen objeler Topkapı Sarayı’nın kendi malıdır ama bu malları standlarda, vitrinlerde değil; divanları, halıları, tabloları, şamdan ve gülabdanları, çeşm-i bülbülleri, saatleri orijinal yerlerine koyarak göstermek gerekir. Mutfakları mutfak olarak görmek, helvahanede helva karmak, tarihi olayların cereyan ettiği mekânları mankenlerle anlatmak, Hünkâr Sofasında III. Selim musikisi icra etmek hoş olmaz mı? Fatih Sultan Mehmed’in konutu da olsa, artık orijinal hüviyetini kaybetmiş bulunan Hazine Dairesi ile Hırka-i Saadet’i, kütüphane ve arşivi sarayda bırakmak, diğer mahallerde ziyaretçiye obje değil, yapıtların mimari güzelliklerini göstermek, tarihi ve tarihî olayları yerinde öğretmek, o dönemin havasını hissettirebilmek daha yararlı olmaz mı?

Tıpkı Versay Sarayı’nda olduğu gibi. Versay’ı gezen milyonlarca ziyaretçi oraya zümrüt, elmas görmeye gitmiyor. Oraya gidenler, Fransa krallarının, kraliçelerinin, nedimelerinin yaşadığı mahalleri, taht, kabul, balo, ziyafet salonlarını, en önemlisi dönemin mimari değerlerini ve dünyaca ünlü bahçe ve havuzlarını görmeye, o zamanın atmosferini solumaya gidiyorlar.

Çok yakın zamanda, ‘Marmaray’ demiryolu tüp geçit projesi bitirilecek. Bu proje ile mevcut güzergâh değişecek, hat yeraltına inecek; Sirkeci Garı müze olacak. Böylece Sur-u Sultaniyi çevreleyen demiryolu ortadan kalkacak. Boşalan arazide neler yapılacak? Bu durumda Sur-u Sultani içersinde kalan tüm arazi ve tesisler eski sahibine, Topkapı Sarayı’na devredilmelidir. Bu devire Sarayburnu ve Gülhane Parkı da dâhil edilmeli, sahil yolu bu bölgede yeraltı tüneline alınmalıdır. Demiryollarının kalkması ile mevcut depolar, atölyeler ve gereksiz binalar yıkılmalı, yıkılan köşkler restitüsyon projelerine göre yeniden yapılmalı (Bu köşklerin genel hatları ile düzenlenmiş rölöveleri, Sedad Hakkı Eldem – Feridun Akozan’ın Topkapı Sarayı kitabında var), arazi yeşillendirilerek Gülhane Parkı’na katılmalıdır.

Topkapı Sarayı’nda teşhir edilen eşyalardan sarayda kullanılabilecekler ayrılmalıdır. Çini ve porselenler, giysiler, zırhlar, miğferler, ok-yaylar, mızraklar, koşum takımları, kavuklar, sorguçlar, para, nişan ve madalyalar, ateşli silahlar, portreler, yazma eserler, minyatürler, fermanlar ve diğer teşhir edilen ve edilemeyen eşyaları sergilemek için modern teknoloji ile konservasyon yapabilen, ideal teşhir salonlarını içeren bir müze binası yapılmalıdır. Bu bina nerede yapılabilir? Tabii ki Sur-u Sultani arazisi içinde, Marmara’ya bakan yamaçta yapılabilir. Bu arazide, bazı Bizans ören yerleri dışında kalan, alabildiğine boş alan vardır. Bu alanlarda, ancak dışarıdan görülmeyecek şekilde toprağa gömülü teşhir galerileri yapmak hiç de zor olmasa gerektir. Önemli olan çevrenin peyzaj etkisini bozmamak, eski resim ve minyatürlerde görülen o güzelim servilerle yeşillendirmeyi yeniden kazanmaktır.

Önerimi Kültür ve Turizm Bakanı Sn. Ertuğrul Günay ve Müzenin değerli başkanı Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın dikkatlerine sunuyorum.

 

Yılmaz Ergüvenç
Yayın Tarihi : 21 Nisan 2008 Pazartesi 12:49:57


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?