30
Nisan
2024
Salı
İSTANBUL

TURGUT CANSEVER'İN İSTANBUL'U...

Turgut Cansever, kaybettiğimiz "bilge mimar", gönül adamı, kimdi ve ne istiyordu? Cansever'in mimari tasarımları nasıl bir sır gizliyordu? Selim İleri, Cansever'in düşlediği İstanbul'u anlattı

Şairlerin, yazarların İstanbul'una, ürke ürke, ressamlarınkini eklemiştim. Ürkerek, çünkü resim sanatının inceliklerine ne kadar açılabilecektim? Bununla birlikte, gözümüzün önünde ve göz göre göre yitirdiğimiz İstanbul'u, çoğu kez, renkte, ışıkta, duyuşta ressamlarımız yaşatmış. O dünyayı alımlamak istedim.

'Mimar'ların İstanbul'unu yazmaktansa, hep uzak durdum, çekindim. İstanbul yazılarında mimariye dair birkaç sayfa elbette yer aldı. Bu birkaç sayfanın cümlelerini tekrar tekrar yazmak zorunda kaldım.

Ahmet Haşim'in, Tanpınar'ın, Malik Aksel'in mimariden söz açan sayfalarını kıskanarak okudum.

Geçenlerde, 23 Şubat 2009 tarihinde ölen Turgut Cansever'in İstanbul'u Anlamak kitabı için bunca geç yazıyorsam, hep o ürküntü sebebiyle...

1990'larda, bir panelde, yarının İstanbul'unu anlatıyordu Turgut Cansever. Cansever'i ilk kez orada dinledim. Afife Batur'u, Cengiz Bektaş'ı, İlhan Tekeli'yi hatırlıyorum o panelden. Turgut Cansever, yarınki İstanbul'a ilişkin kaygılarını dile getirmişti.

İstanbul'u Anlamak'ta bu konuşma, gözden geçirilerek, yayımlandı. Turgut Cansever'in İstanbul'u bende galiba o kaygıyla başlıyor:

"(...) bu konularda en büyük muhalefeti meslektaşlarımızdan, bilfiil mutabık olmamız gereken kişilerden gördük. Onların büyük meseleleri bir kenara bırakan tavırları sonunda, bir bakıma da politikacıların -popülist bir tavırdır- gayri ahlâkî oportünist ittifakının neticesinde, hadiseler İstanbul'un geleceğindeki sorunları çözmeye yönelik olarak değil, İstanbul üzerinde çeşitli biçimlerde spekülasyonların gelişmesi olarak gelişti."

Böylesi endişelerden konuşmak ne yazık ki yandaş toplamıyor. Gerçi Turgut Cansever'in vefatı derin üzüntü yarattı. Farklı dünya görüşlerinin temsilcisi yayın organları "Bilge mimar" diyerek veda ettiler Cansever'e. Ama Cansever'in görüşleri, önerileri, tespitleri gündem oluşturabildi mi, olumlu yanıtlamak zor.

Timaş Yayınları'nın 2008'de yayımladığı İstanbul'u Anlamak'ın "Sunuş" yazısı, Mustafa Armağan imzalı. Mustafa Armağan, "Portre"yi çizerken; Cansever'in büyüleyici bir sözüyle yola koyulmayı özellikle tercih etmiş. Sadece bu söz, yaşadığı toprağın kültürüne, medeniyetine saygılı insanlar için, bütün bir yol haritası. Alıntılıyorum:

"İnsana çok sıradan bir şeymiş gibi geliyor ama; bir Bursa'nın, bir İstanbul'un meydana getirilmesi, o tektoniklerin güzelliklerinden bir şey kaybetmeden, bir 'bütün'ün parçaları gibi nakış nakış işlenmiş olması âdeta bir mucizedir."

Eşsiz peyzajının herhalde son dönemini hayal meyal, fakat hep gurbet duygusuyla hatırladığım Bursa belirdi ve kayboldu. 1950'lerdi, o Bursa'ya, annemin halası "Bursalı Nezihe Halamızı" görmeye giderdik. 2000'lerde o Bursa'dan geriye kalan, galiba, restore edilmiş, turistik hale getirilmiş üç beş ev, birkaç yapı, şehrin yeni çehresinde anıtsal özelliklerini -çok acı ki- yitirmiş camiler, türbeler, tarihî mekânlar.

Turgut Cansever'in edebiyat adamı duyarlılığıyla dile getirdiği İstanbul, ister istemez, tıpkı Bursa gibi, sönüp gitmiş bir mucize ardındaki arayışlar. "İslâm Mimarlık Mirası İçinde İstanbul", bugün artık neredeyse kavrayamayacağımız bir tespite yer veriyor: "İslâm, Varlığın bütünlüğünü, insan hayatının bütün veçhelerini kapsar. Bu bakımdan evler, mahalleler ve şehirler İslâm mimarlık kültürünün büyük abidelerinden ayrılamaz."

Şehrin dokusunda, abide, mahalle, ev git git anlamını yitirecek, uyumlu birliktelik silinecek. Turgut Cansever sebepler üzerinde elbette durur. Çözülüşün, bir bakıma çöküşün doruk noktası İkinci Dünya Savaşı sonrasıdır. "Batı teknolojik üniversalizminin tahripkâr etkileri" artık iş başındadır. Şuraya varılır:

"Bu dönüşümle beraber, İslâm ülkelerinin özellikle sömürgeci, işgalci kültürlerle daha yakından temas halinde bulunan şehirli nüfusu, İslâm'ın ev, mahalle ve şehir kültürünü reddedip, Batı taklidi apartman hayatını tercih ettiği için bütün İslâm ülkelerinde evler ve mahalleler yok oldu."

Hemen ardından daha sarsıcı şu yazıklanış: "Büyük abideler de çevrelerinden koparılıp yalnız ve fonksiyonsuz ölü yapılar haline getirildi."

Nicedir çözemediğim mesele: Bakıyorsunuz, muhafazakârlık bayrağına en çok sarılanlar, İstanbul'un dört bir yanını kuşatan, hatta tarihî dokusuna küstahça sızan gökdelen mimarisinden enikonu hoşnut. Amerika, Avrupa kentlerinden aşağı kalmadığımızı düşünerek övünç bile duyuyorlar. Hiçbir kuşkuya kapılmaksızın.

Oysa Turgut Cansever, 1980'lerde son noktayı koymuş: Yenilik, modernleşme peşinde bilinçsizce koşanların, mahalleleri ve tarihî şehirleri yok ettiklerini vurguluyor. Herhalde iç sızısıyla ekliyor: "... sonucunda sefalet mahalleleri oluştu..."

Nutuk atmaya gelince, İstanbul'u yeryüzünün en önemli tarihî şehirleri arasında sayanlar, bununla gurur duyanlar, tarihi yok edilen şehri ya görmezden geliyorlar, ya da, zaten göremiyorlar, fark edemiyorlar. "Meselâ" diyor Cansever, yine 1980'lerde, "Süleymaniye Camii yöresinin durumu, bu konuya hayli dramatik bir örnek teşkil eder."

Belki içten bir iyi niyetle, belki politik bir dostlar alış verişte görsün hesabıyla, o çevreyi bu çevreyi düzenlediklerini, tarihî dokusuna kavuşturduklarını iddia edenler, Süleymaniye için söylenmiş şu umutsuzluğu ille göz ardı ediyorlar:

"Yoğun trafik akışı, çevredeki sanayi ve ticaret faaliyetinin gürültüsü ve suni etkileri ile külliyenin insan hayatının dışına itildiği, civarda yapılacak küçük bir gezintiyle görülecektir."

Küçük gezintiyi birçok defa yaptım. Ancak hayalde, tasavvur edişte 'öz' Süleymaniye'yi görebildiğimi sandım. Zaten, Süleymaniye tekil, spesifik bir örnek de değil. İstanbul'un sayısız köşesinde, Süleymaniye çapında olmasa da, inceliği, güzelliği, anlamı bilinçsizce ve bilgisizce silinip süpürülmüş, irili ufaklı nice mimarî eser...

Ya Turgut Cansever, kaybettiğimiz "bilge mimar", gönül adamı, kimdi ve ne istiyordu? Ben onu, bir bahçeyi anlatırken, o kadar yalın birkaç satırında, birdenbire duydum:

"Boğaziçi'nin harikulâde bahçe örneklerinden birisi, III. Murad'ın Anadolu Hisarı'nda meydana getirdiği yalnızca mavi servilerden oluşan bahçeydi. Bu bahçe, bir tek bitki türünden bir saray bahçesi meydana getirmenin ne kadar yüce, az'ın hikmetine erişmiş bir kültürün ürünü olabileceğini gösteren çarpıcı bir örnektir."

Yeniden okursanız ve sözcükleri yaşama çabası gösterirseniz, 'yüce'yle 'az'ın yan yana gelişi, sanırım yüreğinizi yakacaktır.

Cansever, III. Murad'ın mavi servili bahçesini, Batı'nın ve Uzakdoğu'nun bahçeleriyle kıyaslıyor. Yeniden mavi servilerden ibaret bahçeye dönerek, belki bir sır söylüyor.

Fakat bu sır, kim bilir ne zamandan beri, kimseye cazip gelmediğinden, başta İstanbul, bütün yurt, tarumar edilebiliyor. 1955 sonrasının 'istimlâk' çılgınlığı, İstanbul'u Anlamak yazarına, tahmin edilebileceği gibi, isyankâr satırlar yazdırmış. Onları alıntılayarak noktalıyorum:

"1957'de, Başbakan Adnan Menderes'in Prost'un planlarından hareketle, İstanbul'da Karayolları Teşkilâtı'nı kullanarak başlattığı vahşi yol açma faaliyeti içerisinde, Edirnekapı'dan başlayıp Eyüp'e inmesi düşünülen ve Eyüp merkez alanında Sokullu Mehmet Paşa Türbesi dahil pek çok abideyi (türbe, tekke, mezarlık ve diğer tarihî eserleri) yok edecek olan yol inşaatı neredeyse karayolları mühendislerine karşı savaş açılarak, inşaatın yarısı bittikten sonra ancak durdurulabildi."
 

Selim İleri - Zaman
Yayın Tarihi : 7 Mart 2009 Cumartesi 17:04:26


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?