1
Mayıs
2024
Çarşamba
İSTANBUL

İstanbul, 100 yıl önce nasıldı?

Günümüzde hemen hiçbir kitabı okunmayan ve hatırlanmayan Amerikalı yazar Francis Marion Crawford’un, 1890’ların başında İstanbul’a gelmesinden önce parlak ve tartışmalı bir edebi kariyeri vardı.


Bu konudaki bilgimiz büyük ölçüde ondan yaşça büyük ama çağdaşı sayılabilecek Henry James’in mektuplarına dayanıyor: “Crawford’un son romanının yakaladığı başarı hakkında söylediklerin midemi bulandırmakla kalmıyor, neredeyse zihnimi felce uğratıyor. Kitap o kadar berbat, o kadar bayağı ki, bu kadar çok satılıyor ve okunuyor oluşu insanın kendine dönüp şöyle demesine sebep oluyor: Karşında bu kadar salak bir okuyucu kitlesi varken, incelikli ve ciddi bir kitaba emek vermenin ne anlamı var Allah aşkına? Zaman ve emek israfı. (...) Bu kadar utanmazcasına kötü bir kitap, bence romancının sanatının şerefini affedilmeyecek bir şekilde ayaklar altına alması demektir; bu kadar kötü bir kitabın bu kadar çok satması da o okuyucu kitlesinin şerefini iki paralık ediyor. Fazla gaddarlık ediyorsam bağışla beni, ama öfkemi senin de paylaşacağını tahmin ediyorum. Bu arada lütfen kimseye bunlardan söz etme; hemen üzerine atlar, samimi öfkemi kötü niyetli bir kıskançlıkla karıştırırlar.” Ama James’in bu sözleri ettiği mektubundan yüz on sene sonra, Fred Kaplan, Henry James: Dahinin Hayal Dünyası başlıklı biyografisinin bir yerinde bu mektubu alıntıladıktan sonra, çok da üzerinde durmadan James’in korktuğu hükme varacaktı: “James o günlerden birinde, romanlarının inanılmaz bir popülerlik kazanmasını kıskandığı Francis Marion’la karşılaştığında...”

Edebî kıskançlıklar

Edebi kıskançlığın sıradan kıskançlıktan temel farkı, zaman ve mekan gözetmemesidir: Bir başka insanın zihni tarafından üretilmiş bir metni okumak o başka insanın ruhuyla yakınlık kurmanın en derin biçimi olduğundan belki de. Siz doğmadan önce ölmüş bir yazarı, sizden daha çalışkan ya da yakışıklı ya da girişken bir arkadaşınızı kıskandığınız gibi, aynı hayranlıkla karışık hınçla alt etmek isteyebilirsiniz. Sizden genç bir yazarı, sizinle yaşıt bir yazarı, başka bir kıtada, başka bir hayat yaşayarak bambaşka hayaller kuran bir yazarı kıskanabilirsiniz.

Henry James, Crawford’u böyle kıskandığının zannedilmesinden korkuyordu. Onun ‘asıl’ kıskandığı yazarlar başkalarıydı: Tolstoy (kendisinden büyük), ya da Conrad (hemen hemen yaşıt). Ama Crawford (kendisinden küçük) değil. Crawford gazetelerde adını gördüğünde, eşi dostu laf arasında bahsettiğinde, yeni bir kitabının çıktığını ve epey ilgi gördüğünü duyduğunda tepesini attıran o ‘sahte şöhret’lerden, yeteneksiz, pırıltısız, vasat, ama asab bozacak derecede kendine güvenle dolu yazar bozuntularından biriydi. Asıl sinir bozucu olansa, Crawford’un bu emek verilmemiş, pespaye kitaplarla geniş bir okuyucu kitlesi, şöhret ve para kazanabilmesiydi. Çünkü Henry James yazar olmaya karar verdiği ilk gençlik yıllarından beri bu üçünün hayalini kurmuştu. Böyle olmadığını, James’in ölünceye kadar okunmama, anlaşılmama dertleriyle kıvrandığını biliyoruz. Crawford’un ve yazdığı kitapların sonunda unutulacağını bilseydi James kesinlikle mutlu olurdu.

Crawford’un Türkçede yayımlanan ilk kitabı, 1890’larda İstanbul (orijinal adı: Eski Konstantinopolis) da James’in Crawford’la mukayese edilemeyecek kadar iyi bir yazar olduğunu kanıtlıyor. Fakat belki de doğrusu James’le Crawford’u değil, Crawford’la İstanbul hakkında kitap yazmış diğer Batılı yazar ya da şairleri karşılaştırmaktır. Nerval’i ele alalım: Crawford’dan yaklaşık elli sene önce geldiği İstanbul, Nerval’in uzun ‘Doğu’ seyahatinin duraklarından biriydi sadece ve öncelikli derdi İstanbul’u gezip tanımak değil, aşk acısından kurtulmaktı. Dolayısıyla Fransız okuyucularına İstanbul’u anlatmakla ilgilenmiyor, sadece kendi acılı, şaşkın ve meraklı gözlerine takılanları içinden geldiği gibi yazıyordu.

Crawford’un Amerikalı okuyucularını düşünerek, gazetede tefrika edilmek üzere yazdığı küçük seyahatnamesini okurkense, bu cümlelerin, bu gözlemlerin, dikkat edilen bu ayrıntıların parlak bir yazarın zihninden değil de, sanki böyle bir kitap hazırlasınlar diye bir araya getirilmiş bıkkın, heyecansız bir araştırma heyetinin ortak ve ortalama aklından çıktığını düşünüyor insan. Kafaları malum ‘Şark’ klişeleriyle dolu olarak İstanbul’a gelen Nerval ya da Flaubert’in yazdıklarını okurken ne kadar derin bir kavrayış ve keskin bir gözlemcilikle karşılaşıyorsak, ‘Türkiye ve Türkler’ sevgisiyle dolup taşan Crawford’un çalakalem notlarını okurken de tam tersi bir yüzeysellik, heyecansızlık ve dikkatsizlikten içimiz bayılıyor. (Nerval ve Crawford’un Müslüman mezarlıkları hakkında yazdıklarını karşılaştırmak bunu görmek için yeterlidir.) O halde, burada karşımıza çıkan soruyu toparlayalım: ‘Türk dostu’ vasat bir yazar mı, yoksa kafası ‘Şark’ efsaneleriyle dolu, ama derin bir yazar mı?

Crawford’un İstanbul sokaklarında gezindiği günlerde, Ahmet Midhat Efendi de hayattaydı ve harıl harıl yazıyordu. Dört-beş sene önce, 1889’da önce Osmanlı delegesi olarak Stockholm’deki Şarkiyatçılar Kongresi’ne katılmış, sonra Paris’teki Dünya Sergisi’ni ve başka Avrupa şehirlerini gezmiş ve dönüşte de yaklaşık bin sayfalık ünlü seyahatnamesi Avrupa’da Bir Cevelan’ı yayımlamıştı. Kitap Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında yaşayan insanlara Avrupa’yı tanıtmak kadar, ‘Şark’la -özellikle kadınlarla- ilgili Batılı klişeleri yıkma amacını da güdüyordu. Crawford’la Ahmet Midhat Efendi’nin (mesela Amerikalının çok beğendiği Galata Köprüsü’ndeki kahvehanede karşılıklı kahve ve tütün içerek) bir tercüman aracılığıyla sohbet ettiklerini hayal edelim. Muhtemelen konu dönüp dolaşıp Batılıların kafalarındaki ‘Şark’ hayaline gelecek, ve sohbet ilerledikçe karşısındaki İtalya doğumlu Amerikan yazarının Türk dostu ve makul bir adam olduğunu anlayan Ahmet Midhat heyecana kapılıp başka konuları merak edecekti: Şu sıralar Amerika’da dikkat çeken, değer verdiğiniz yazarlar kimler beyefendi? Sizin ‘Şark’a dair bu dostane ve dürüst fikirlerinizi paylaşan başkaları da var mı? Ve böylelikle belki laf Ahmet Midhat’ın ismini ilk defa duyduğu Henry James’e de gelecekti... “Henry James diye bir zat var efendim.” diye söze girdiğini hayal edebiliriz Crawford’un; “Kimsenin okumadığı, okumaya kalkanın da üç sayfasını zar zor sökebildiği kalın kalın romanlar yazar... Buralara geldi mi gelmedi mi, gelse ne düşünür, ne yazardı bilemiyorum... Ama İtalya seyahatiyle ilgili yazdıklarını okumuştum biraz. Can sıkıcı, tatsız tuzsuz şeyler. Sanki sırf kendi zevki için yazıyor. Okumaz o zaman kimse tabii... Bu arada müşterek bir arkadaşımız benim kitaplarım talep gördükçe kendisinin kıskançlıktan kudurduğunu söyledi. Güldüm.”

EMRE AYVAZ/zaman
Yayın Tarihi : 29 Eylül 2007 Cumartesi 19:09:35


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?