Ansiklopedilerde, sözlüklerde, şurda burda rastladığım bir kitap vardı: Hikâye. Yeni yazımıza aktarılmadığından yıllar yılı okuyamadığım, merak ettiğim bir eser. Genç Halid Ziya kaleme getirmiş. Nihayet on yıl kadar önce Nur Gürani Arslan yeni yazımıza aktardı, Yapı Kredi Yayınları yayımladı.
Halid Ziya'yla 1920'lerde gerçekleştirilmiş bir söyleşide Hikâye'den söz açılıyor. Yeşilköy'deki köşkünde bir tür "inziva" hayatı yaşayan romancı, "Gençlik hevesimdir" yanıtını veriyor; daha ne Mâî ve Siyah, ne Aşk-ı Memnu yazılmış. Roman sanatına vurgun, yirmi yaşındaki Halid Ziya, Hikâye'de, romantizmle realizmi karşılaştırma çabasında.
1920'lerdeyse, büyük romancı arıyor tarıyor, Yeşilköy'de, biraz "perişan" kitaplığında Hikâye'yi bir türlü bulamıyor. Demek kaybolup gitmiş...
Sonra daha tuhaf bir şey oluyor; Hikâye'nin kitap olarak basılıp basılmadığı belirsizleşiyor, romancı "Hikâye'yi tefrika ettirmiştim" diyor. O tefrika sırasında, Ahmed Mithat Efendi art arda yayımladığı eserleriyle roman sanatında iz sürüyormuş, Namık Kemal'den bizdeki romanlara bazı itirazlar gelmiş, Sergüzeşt ününe henüz kavuşamamış.
Hikâye okunduğunda, Halid Ziya'nın da ilk romanlarımızdan hoşnut kalmadığı açık seçik ortaya çıkar. Oysa "Bir Yazın Tarihi" adlı eşsiz uzun öyküsünde (1900) Sezaî'nin Sergüzeşt'inden büyük övgüyle, hayranlıkla söz açar.
Çağ düşünülürse; roman sanatıyla yeni tanışan Osmanlı insanı için Hikâye şaşırtıcı bir incelemedir. Realizmi savunan, romantizmden uzaklaşılması gerektiğini öne süren genç Halid Ziya, romantizmin dile getirişlerinden büsbütün kopmuş değildir. Edebiyat-ı Cedide romanına giden yolda, iki "mektep"in kaynaşması belki bir art düşünce.
Genç Halid Ziya Flaubert ("Flober") üzerinde duruyor. Madame Bovary'yi inceden inceye tahlil etmiş. Emma, romantik edebiyatın klişeleştirdiği, "fuhuşlarından başka bir şeyleri görünmeyen", basit fahişelerden biri değil. O çıkmaz sokağa sürüklenirken mutsuz bir eşin kalbinden çıkan feryatlara tanıklık ediyoruz.
1920'lerin olgun yazarı kendi Bihter'inde Emma'dan izlere rastlanabileceğini söylemiş. Flaubert'i romantizmin içinden geçerek, o mektebi noktalayan romancı kabul ediyor...
1927 yılının sonbaharında M. Salahattin Bey -Kimdi?- Yeni Kitap dergisinin okurları için yine Yeşilköy'e gidiyor; "Mâî ve Siyah muharriri nezdinde bir saat" yaşanacak. Evet, Yeşilköy'ün "zevk ve zarafetle döşenmiş âsude bir köşk"ündeyiz. "Üstat Halid Ziya Bey, kendisine inzivâgâh edindiği bu köşkte senelerden beri kitapları ile baş başa, kaygusuz, pürüzsüz bir ömür" sürüyormuş.
Bu kez Flaubert'den, Fransız romancılarından konuşulmuyor. Biraz daha yaşlı, biraz daha yorgun romancı, Nesl-i Âhir'ini horgörüyle anıyor: "... Ne kadar isterdim ki bu hikâyeyi yazmaya mecbur olmuş bulunmayayım!" Fakat neden? M. Salahattin Bey nedense sormamış. Zaten Halid Ziya sık sık susuyor.
Yeni Kitap'ın okurları, söyleşiyi noktalayan sahne için üzüldüler mi, öğrenemeyeceğiz. Ama ben şu 2009 Haziran'ında ürperiyorum: "Aralık panjurlardan zerre zerre süzülen sonbahar güneşi, Edebiyat-ı Cedide'ye ruh ve hareket veren bu kuvvetli nâsirin ak saçları etrafında pembe bir zafer hâlesi örmüş gibi idi."
Ürperiyorum; çünkü biraz daha zaman geçecek, Kırık Hayatlar romancısı sevgili oğlu Halil Vedad'ın Tiran'da intihar ettiği haberini burada, Yeşilköy'deki köşkte öğrenecek! Unutulmaz monografisini, Bir Acı Hikâye'yi burada yazacak.
1992'de Halil Vedad'ın canına kıyışı etrafında yazdığım Kırık Deniz Kabukları Yeşilköy'deki köşkü anılardan izlenimlerle yansıtır. Köşk çoktan sona ermişti. Ama hep yaşatmaya çalışıyordum.
Oysa başlangıç hiç de yürek yakıcı değil. Balkan Savaşı'ndan sonra, Halid Ziya ve ailesi Ayastefanos'a yerleşirler. Tren istasyonunun hemen yakınında köşk inşa ettirilmiştir ve çizimler, romancının bütün taleplerini karşılayarak gerçekleştirilmiş. Odaları, pencereleri, kapıları Halid Ziya hayalindeki gibi düzenlettirmiş. Tabiî köşkün güzel bir bahçesi var.
Sonra Ayastefanos'un ismini de değiştirecek: Yeşilköy. Ayastefanos, Hıristiyan azizi -Yeşilköy'de adına bir kilise varmış- Ayios Stefanos'tan geliyor. Otuz iki yıl, ölünceye kadar, Halid Ziya Yeşilköy'deki köşkünde oturacak, önceleri sevinçler, mutluluklar kuşanarak, oğlunun intiharından sonra korkunç bir içe kapanışa tutularak.
O son dönemde, yakınlarına, "Burası benim için artık 'simsiyah' bir köy" dermiş.
1918'de her şey yolunda. Ruşen Eşref yepyeni adıyla Yeşilköy'e gidiyor, "edebî bir ziyaret" için, tabiî Halid Ziya'ya.
Mevsim kış. Tren yol aldıkça, "İstanbul'un tepelerine yaslanmış kubbeler, minareler" uzaklaşıyor. Taşları yosun tutmuş, viran surlar, Yedikule uzaklaştı. Fabrikalar fabrikalar arkada kaldı. "Nihayet yalnız denizle, yalnız toprak... Rüzgârla savrulan ince karın, uçuk bir eflâtun rengi döktüğü toprak."
Ruşen Eşref'ten öğrendiğimize göre, Halid Ziya'nın köşkü büyük ve bembeyazmış. Alt kattaki küçük salon ise, gümüşinin çeşitli tonlarında. Ne var ki, köşkü ısıtmak zor. Romancı, misafirini üst katta ağırlayacak. "Burası koyu renk kadifelerle, ipek perdelerle, koyu renk halılar ve koyu renk Sevr saksılarıyla süslü" bir salon. Maupassant'ın, Daudet'nin, Goncourd Kardeşler'in tasvir ettikleri salonları o kadar andırıyor ki! Romancı, büyük beyaz çini sobaya birkaç odun attı.
"Sobanın mikaları arkasında uzun alev fıskiyeleriyle çıtırdıyan odunlar... Onların, çok güzel ve kıymetli Uşak halıları üzerinde uçuşan, titreşen gölgeleri... Birizbirizlerin, tenteli storların üzerine inen gümüşi perdeler arkasındaki donuk, buğulu, geniş camlar. Dışarıda uğultularla yağan kar..."
Henüz kırlık Yeşilköy'de dinginlik köşesi.
Otuz kırk yıl sonra usul usul yeni bir yerleşme, dünün erden Yeşilköy'ünü değişimlere sürükler. 1960'larda 'çekirdek' Yeşilyurt geleceğin amansız habercisidir.
1980'lerde sıkça gittiğim Yeşilköy'de, hele İstasyon Caddesi'nde eski dokunun nasıl hırpalandığını elbette görmüştüm. Gerçi caddede geçmiş günlerden kalma bir iki güzel ev, İskele Meydanı'nda yine eski evler, Venedik çağrışımlı dinî yapı, semtte Rum, Ermeni kiliseleri, hem sahilde, hem ara sokaklarda küçük balıkçı lokantaları tarihî dokudan bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Çarşıda, İstanbul'un bütün güzel çarşılarını çağrıştıran bir hava eserdi.
Bununla birlikte, Çınar Oteli, derken Polat-Renaissance Oteli, blok apartmanlar, betonlaşma, Halid Ziya'nın 'yeşil'inden boyuna çalıyordu. Eski Ayastefanos'tan izdüşümler artık tektüktü.
Kırık Deniz Kabukları'na çalıştığım günlerde, Yeşilköy, bütünüyle uzaklaşıyordu sayfiye semti mimarisinden. Köşkler el değiştirmiş, bazıları handiyse metruk; bahçeler bakımsız, git git azalıyor; hatta güzelim çarşı bile çehre değiştiriyor. Meselâ semt bakkalının, kasabının, kapısında boncuklu saçağı berberin yanı başında market, butik, lüks kuaför.
Okuduğum, dinlediğim, bir iki yağlıboya peyzajda karşıma çıkan Yeşilköy'ü düşlerdim. Geçmişten kalma güzellikleri hayalimde çoğaltırdım. Sonra vazgeçtim.
Her 'yeni'ye özümsüzce savrulan İstanbul'da Yeşilköy de o kaderden nasibini alacaktı. Yine de az yaralananlardan...