Sıcak… Çok sıcak…
Sanki cehennem sıcağı..
Kimi zamanda tahmin edilemeyecek kadar serin…
Sanki sonbahar…
Sonbahar dedim de akıma geldi…
Bilirsiniz, tüm yaşam formlarında; doğum, büyüme, gelişme ve ölüm vardır.
Bu son derece doğal bir gelişimdir…
İnsanlar, devletler, düşünceler, şirketler (biz bunlara, O veya onlar diyelim) doğarlar, gelişirler ve ölürler…
Bu süreç kimilerinde uzun sürelidir, kimilerinde kısa…
Eğer süreç içinde, bu değerlere önem vermez isek, onu hasta eder erken ölümüne neden oluruz…
Kimi zamanda onlara gerekli ihtimamı (ilgiyi, sevgiyi, beslenmesini) göstermezsek onu zayıf düşürür, dıştan gelecek baskılara, saldırılara karşı güçsüz bırakırız…
O nedenle o değerleri iyi beslemek lazım. Yeni düşünceler, yeni görüşler, yeni bilgi girişleri o değerleri besin kaynaklarıdır.
Eğer bir hastalıkla yapı bünyeye girerse durum vahimdir…
Eğer bunları göz ardı edersek sonuç yine aynıdır… Ölüm…
Ancak dışarıdan gelen saldırılar onların zamansız ölümüne neden olursa bunun adına ne denir…
Ben kendi adıma buna cinayet derim…
İşte Türk demokrasisi böylesi bir cinayete kurban gitmek üzere…
Şimdi biraz geriye dönelim… Tarih içinde kısa bir gezinti yapalım…
Birinci dünya savaşının son günleri… Tarihi en uzun yaşayan imparatorluğu, içindeki virüslere karşı duramamış, komada…
Ankara’da Mustafa Kemal ve arkadaşları koma durumundayken duruma müdahale ediyor, kuvvetli bir demokrasi inancıyla ve laik felsefe ile Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atıyor…
Muhteşem bir destan yazarak Cumhuriyeti kuruyor, Lozan’da devletin kurucu antlaşmasını imzalatıyor…
Bu imzanın en önemli maddesi laisizmdir…
Bu sayede bu ülkenin insanları hrıstiyan kuşatmasından kurtuluyor….
Bu antlaşmya dayanarak Türkiye’deki 1250’den fazla hrıstiyan misyoner okullar kapatılıyor insanlarımız hür vicdanları ile laik bir Müslüman olma tercih hakkını kullanıyor…
Ancak ba maddeye ters bir madde de yer dlıyor ba anlaşmada..
Bu maddeye göre ise Cumhuriyetin kurucu unsurları din esasına göre ayrılıyor…
Müslüman ve diğer dinler…
Ancak burada önemli bir unsur var…
Dikkat edilirse, Müslümanlarda herhangi bir mezhep tanımlaması yok… Ayrıca hiçbir ırki tanımlamada yok…
Kimse Kürt, Boşnok, Gürcü, Laz, Arap, Sünni, Vahabi, Şafi, Nakşibendi, Alevi vb. ayrımına tabii olmamış…
Diğer dinlerde de Yahudi veya hristiyan ayrımı yok…Hristiyanlar içinde Katolik. Ortadoks, protestan diye bir kategorik belirleme de yok…
İlk bakışta tam bir ümmet kavramı…
Elbette bu ümmet kavramı üzerinde ciddi ciddi tartışmak gerek…
Yani asli bir din ve onun himayesinde diğer dinler…
Bu yapıya laiklik felsefesini ekleyin…Sonucu analiz edin…
Bu analizi zaman zaman yapmaya çalışacağız… Çünkü derin ve uzun tartışmaya açık bir konu…
Ancak bu noktada Mustafa Kemal’in şu sözünü hatırlamak gerek…
“Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk Milleti denir.
Ne mutlu Türk’üm diyene”
Bu söz ümmetten millete giden maceranın yol haritasıdır.
23 Nisan 1920 BMM ( Büyük Miiet Meclisi) ile başlayan ve Türk milletinin hristiyan, Musevi, müslüman, alevi, Sünni, şafi, Rum, Ermeni, Kürt, Türk. Laz tüm vatandaşlarını Allah katındaki şehadettleriyle 29 Ekim 1923 yılında TBMM’yi (Türkiye Büyük Millet Mecisi) kurmalarıyla sonuçlanmıştır…
Esasen 23 Nisan 1920’de başlayan, 29 Ekim 1923’de rsmiyet kazanan Türkiye Cumhuriyeti Milliyetçiliği ümmetten bir millet çıkarmayı başarmıştır...
“1970’li yıllarda başlayan ideoloji iç savaşı”nda yükselen ırki Türk milliyetçiliği, ırkı Kürt milliyetçiliği ile sonuçlanmıştır…
1980 12 Eylül’ü ise yeni bir rüzgarında esmesi sonucunu doğurdu…
Özal ile başlayan “evrenselleşme rüzgarı” Türkiye’de “ılımlı İslam” iklimini egemen kıldı…
(Bu rüzgarı sonucunu bugün yakın, uzak doğu ile Kuzey Afrika’da Büyük Ortadoğu veya genişletilmiş Ortadoğu Projesi, yani kısaca BOP olarak görüyoruz. Bu Büyük Roma İmparatorluğunun sınırları veya Osmanlı Haritasıdır)
Aslında, Evrenselleşme rüzgarı egemen güce boyun eğmekten öte bir şey değil…
Osmanlı’da güçlüyken şirinlik muskası dağıtmış ve virüsü bünyesine almış, evrenselleşmeye ilk adımı atmışı.
Sonuç ilk Tanzimat fermanıya teslimiyete kadar gitti…
Kullanılan tek argüman vardı… Din…
Dinlerin özgürlüğü…
Hiçbir dinle sorunum yok… Laik bir Müslüman yaşantım var… Sevabım ve günahım tanrı ile benim aramda…
Camide. Kilisede, havrada benim için sadece insan yapısı taştan tuğladan ibaret bir bina.
Ben taşa tuğlaya kutsaliyet verilmesine karşıyım…İbadet içinde temiz olan tüm her mekanının her din için yeterli olduğu inancındayım..
Dikkat edilecek husus ise, miillet kavramını giderek yozlaştığı noktası…
Ümmet fikri yeniden mi hortluyor…
Gelecek yazımızda onunla ilgili tespitlerimizi, düşüncelerimizi sizinle paylaşacağız…
Tartışmaya açacagız…
Sizde bu tartışmaya katılın…
Sanırım demokrasimizi ancak böyle ayakta tutabileceğiz…
Yayın Tarihi :
13 Temmuz 2006 Perşembe 20:54:40