18
Mayıs
2024
Cumartesi
EMLAK-KONUT

DENETİM SORUNU...

Tamamına yakını deprem kuşağında yer alan ülkemizde yapı imalatı süreci hâlâ kontrolsüz biçimde ilerliyor

Deprem üzerine yapılan bütün konuşmaların ve yazılan bütün yazıların miladı, 17 Ağustos 1999 depremi. Oysa Türkiye tam bir depremler ülkesi. 99’a kadar yapılan düzenlemelerin pek bir işe yaramadığını acı bir tecrübeyle gördük. Peki, bu sefer ders alındı mı?

Depremden sonra görüldü ki, sorun sadece önlenemez göç ve bunun getirdiği gecekondulaşmayla açıklanamayacak durumda. Kaçak yapılaşmanın artık olağan sayıldığı ülkemizde ağır hasarlı binaların arasında devlet daireleri, hastane ve okulların da bulunması bunun bir imar sorunu değil, anlayış sorunu olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Hemen başlatılan hasar tespit çalışmaları durumun vahametini gösterirken devlet ancak depremlerde okulları tatil ederek evlatlarını korumaya çalışıyor.

Bu denetim sorununu çözmek için atılan ilk adım 10 Nisan 2000 tarihinde yürürlüğe giren ve yapı denetimini özel şirketlere bağlayan 595 sayılı Kanun Hükmünde Kararname idi. Kararnamenin iptalinin ardından 29.06.2001 tarihinde yürürlüğe giren ve hâlâ uygulamada olan 4708 sayılı Yapı Denetim Hakkındaki Kanun da maalesef aynı anlayışla oluşturuldu. Yasa, yapılarda planlama aşamasından başlayarak proje ve yapım aşaması sırasında denetimin özel yapı denetim şirketleri tarafından gerçekleştirilmesini ve binanın taşıyıcı olmayan kısımlarında iki yıl, taşıyıcı sisteminde ise 15 yıl boyunca meydana gelebilecek hasardan bu şirketlerin sorumlu tutulmasını öngörüyordu.

Teoride büyük ümitlerle başlayan ve bu konuda bir devrim niteliği taşıyan yapı denetimi uygulaması, kısa sürede sarpa sardı. Sektörün işleyişini ve sorunlarını tam olarak çözemeyen, alelacele çıkarılan kanun, “artık eskisi gibi olmaması” ümidiyle başlatılan çalışmalar işin, içinden çıkılmaz bir hal almasına neden oldu. Yıllar yılı ekonomi ve siyasetin en büyük finans kaynaklarından olan inşaat sektöründeki payın bölüşülmesi kimsenin işine gelmezken tüm sorumluluk tek başına, üstelik hiçbir yaptırım gücü olmayan yapı denetim şirketlerine bırakıldı.

İlgili meslek odalarını hiçe sayarak hazırlanan kanun ve yönetmelikler işin ciddiyetini zedeledi. Denetim işini yapamadığını anlayan devlet, yapı denetimi özel şirketlere bağladı ama bu şirketleri bürokrasinin ağır işleyen sistemine bağlı kıldı. Sistem hızlandırılmak bir kenara iyice hantallaştırıldı. 1999 depremi öncesi kolondan çıkardıkları iki demiri bile kendine kâr gören çoğu müteahhit, aslında tüm proje dikkate alındığında lafı bile edilmeyecek kadar küçük olan denetim bedelini kendileri için büyük bir külfet olarak gördü.

Müşteriyi üzemiyor
Yapı denetimler, görünürde bakanlık adına yapıyı denetleyen şirketler olarak konumlandırılmıştı. Ama uygulamada birçok kurum ve kişiye “hesap vermeye” dayanan bir sistem oluştu. Kanun, yönetmelik, e-devlet ilkesine göre çalışan yapı denetim sistemi, ilgili idare uygulamaları gibi sistemi oluşturan tüm birimler çoğu konuda uyumsuzluk içinde. Ve yapı denetimler devlet memurluğuyla özel sektör arası orta bir yerde kaldığından herkesi memnun etmek zorunda kalıyor. İşi çıkmaza sürükleyen en önemli problem “müşterinizi” kendinizin bulmak zorunda oluşu.

Yani yapı denetimler pratikte yapı sahiplerinin çalışanı. Devlet aracılığıyla yapı sahipleriyle sözleşme yapıyor ve yapı sahiplerinin işini denetliyor. Tek kazanç kaynağı olan yapı sahiplerini “üzemiyor”. Çıkarlarına ters düştüğünüz kişinin bir daha sizinle çalışmaması riski mesleki etiğinizi sorgulamak zorunda bıraktırıyor. Mühendislik tüccarlığa evriliyor. Karl Marx’ın dediği gibi ekmek ahlaktan önce geliyor.

Fakat bu bile çoğu zaman kazanç sağlamaya yeterli olmuyor. Çünkü yapı denetim şirketlerinin parasını alması belediye onayına bağlı. Bu yüzden çoğunda teknik eleman bile olmayan ilgili idareler, kendilerini en az 10 mühendis istihdam eden yapı denetim kuruluşlarının amiri gibi görüyor. Nasrettin Hoca misali parayı veren düdüğü çalıyor ve düdük her zaman yapı denetimin kulağında patlıyor.
Diğer yandan aslında tüm sektörün en büyük sorunu olan müteahhitlik müessesesinde henüz bir değişim yok.

Birazcık parası olan, babadan kalma arsayı çeviren herkes iki basit prosedürü tamamlayarak müteahhit olabiliyor. Bu tarz ve hatta değme eğitimli, işi “tepeden çözerek” her şeyi yapma hakkını kendinde bulan müteahhitler, yapı denetimleri, mesleki deneyimi ve yapıdaki sorumluluğu umursamaksızın gereksiz bir masraf ve hatta ayak bağı olarak görüyor. Ağanın sözü üzerine söz söylenemiyor. Yapı denetim uygulamasında çoğu zaman sadece prosedür tamamlanıyor. Çünkü siyasetçiler, belediye yetkilileri büyük oranda inşaat işinde ya da inşaat işindeki şirketlerle organik bağlara sahipler. Yapı denetim şirketlerinin başlarını ağrıtacak kadar yetki sahibi olmalarını, tekerlerine çomak sokmalarını istemiyorlar.

Bakanlık ise tüm sorumluluğu yüklediği şirketlerin sağlıklı çalışmalarını sağlayacak düzenlemeleri yapmanın, sistemi korumanın ve güçlendirmenin aksine sistemin ana elemanı olan yapı denetimleri, en ufak bir uygunsuzlukta kapatmak zorunda kalıyor. Kanuna göre verilebilecek tek ceza, hatanın içeriğine bakılmaksızın kapatma. Yapıların deprem güvenliğinin denetlenmesi amacıyla kurulan yapı denetim şirketleri, çoğu zaman yapı sahibinin süs olarak yaptığı balkon parmaklılıkları yüzünden cezalandırılıyor. Esasta yapıların sağlamlığını denetlemek amacıyla kurulmuş ve bu yönde eleman istihdam eden şirketlerin şehir plancısı gibi görev yapmaları isteniyor. Yapı denetim sistemi bu yolla değersizleştiriliyor, itibarı ayaklar altına alınıyor.

Yapı denetimler dokuz yıldır bu çarkın içinde alelacele çıkarılmış bir kanuna tabi olarak varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Buna rağmen yapılan araştırmalar gösteriyor ki, yapı denetim gözetiminde yapılan inşaatlar statik açıdan neredeyse sorunsuza yakın. Yeni yapılar, yapı denetimi hakkında çıkarılan yasaya uygun olarak imalatın her aşamasında denetleniyor. Taşıyıcı sistem projeye uygun kuruluyor, demir, beton kalitesinden asla taviz verilmiyor.

Fakat madalyonun diğer yüzü içler acısı. 2001’de uygulanmaya başlayan yasa hâlâ değiştirilemediğinden 19 pilot ille sınırlı. 2001’den önce yapılan yapılar ve bu 19 ilin dışında bırakılan illerdeki yapı stoğu hakkında elimizde hiçbir somut veri yok. Bırakın Türkiye’nin dünyanın en büyük depremlerinden birini yaşamış Erzincan’da yapı denetim yok. Topraklarının tamamı 1. Derecede Deprem Bölgesi’nde yeralan Bingöl, Muğla, Manisa ve nice ilde de denetim mekanizması Allah’a emanet. Uygulamadaki çifte standart, yasanın uygulanmadığı illerde yapı güvenliği hakkında ciddi kayıplar yaratmakla birlikte kontrolsüz ve başıboş yapı imalatlarını ilginç bir biçimde destekliyor.

Ülkemizin konumu itibarıyla depremler bizim için “doğal” olması gereken afetler. Korkuyla beklenen olası İstanbul depremi kapımızı daha şiddetli çalıyor artık. Ama hâlâ orta şiddette bir sarsıntıda bile ortaya çıkan can kayıpları yürek dağlıyor. Devlet adamlarının artık bu konuda ivedilikle daha cesur adımlar atması, tüm inşaat sektörünün sistemin arkasında durması, sahiplenmesi ve düzeltmeye çalışması gerekiyor.

DİLEK BEKİROĞLU: İnşaat Yüksek Mühendisi

Radikal
Yayın Tarihi : 28 Mart 2010 Pazar 16:04:35
Güncelleme :28 Mart 2010 Pazar 16:12:43


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?