19
Mayıs
2024
Pazar
EMLAK-KONUT

MİMARLIĞIN KUTSALLIKLA MÜCADELESİ

AKM Türkiye Devleti için Batı kökenli klasik sanat alanlarının kabri gibidir. Sanat camiası tarafından bir Anıtkabir muamelesi görmesi bundandır. Başbakan, 'AKM'yi yıkıp yeniden yapacağım' derken aslında 'Klasik Batı sanatları ilgi alanıma girmiyor' demeye çalışıyor

“Atatürk Kültür Merkezi için gerçekleştirilecek yenileme projesinden vazgeçildi. Yenileme projesi yerine binaya ‘basit onarım’ yapılacak.” Bu cümle, yaklaşık olarak dört yıldır gündemden düşmeyen ve artık bizi hiç de şaşırtmayan AKM ile ilgili haberlerden sonuncusu. Radikal’de Cem Erciyes’in geçtiğimiz günlerde köşesinde hatırlattığı gibi, bir takım olaylardan sonra AKM tadil edilerek gelecek senenin ortalarında açılacak.

1930’larda İstanbul Kültür Sarayı fikrinin doğmasından itibaren farklı mimarların dahil olduğu, bir türlü bitirilemeyen, bittikten sonra yanan, yeniden yapılan, ismi değişen, sonra da ihmal edilen bu bina, bugünlerde tartıştığımız sadece yıkılma ve onarılma safhası ile değil, yapılış safhaları ile de modernleşme ve demokratikleşme serüvenini ani şoklarla yaşayan bir ülkenin sanata, kültüre ve özellikle de mimarlık kültürüne bakışını anlamak için çok önemli bir hatıra deposuna, bir nevi sosyolojik aynaya dönüşmüş durumda. Yaratılışında bile sorunlar yumağı olan böyle bir merkezin yenilenmesi veya onarılması sırasında da böyle gürültü çıkarması doğal algılanmalı.

Türkiye’nin Kabe’si mi?
Kültür Sarayı fikrinin doğduğu yıllarda, opera, bale ve senfonik müzik gibi sanat alanları ile toplumun kültür eksenini oluşturma çabası vardı. İstanbul Kültür Sarayı da merkezi hükümetin, kültürün merkezini belirleyen sanat alanları için bir merkez oluşturma fikri idi. Aslında bir yandan da bu saray bir ‘ukte’nin cisimleşmesiydi.
Bugün tartıştığımız AKM’nin yıkılıp yeniden yapılma temennisi, bu kültür alanlarının artık merkezde değil kenarda kalmış olmasından kaynaklanıyor. Günümüzde kültür ve kültürün ana ifade aracı olan sanat çok merkezli, hatta merkezsiz. Bu yüzden ‘kültür merkezi’ lafı da içi boşalmış bir laf. Bir yapının ‘kültür merkezi’ olması için hangi sanat disiplinlerinin evi olması gerekiyor?

Sinema mı, video-art mı, halk müziği mi, senfonik müzik mi, folklor mu, tiyatro mu, opera mı, çağdaş sanat mı, el sanatları mı? Yoksa hepsinin birden olabileceği bir durum mu?

Türkiye devleti “Artık bu kültür merkezi beni ifade etmiyor, yıkıp yeniden yapacağım” derken “Ben artık kültürün ve sanatın himayesini yapamıyorum” demeye çalışıyor. “Benim benimsediğim, geliştirmek istediğim sanatlar AKM’de vücut bulanlar değil, ben Osmanlı kültürünü, Türk-İslam sanatını geliştirmek, yeniden yaratmak ve yaymak istiyorum. Klasik sanatlar ilgi alanıma girmiyor, çağdaş sanatlarla ve yeni sanat formları ile hiç mi hiç ilgilenmiyorum” diyor. Dolayısı ile AKM aslında Türkiye Devleti için neredeyse klasik batı kökenli sanat alanlarının kabri gibidir. Belki de bu yüzden de sanat camiası tarafından, sessiz bir kabul ile, bir anıtkabir muamelesi görmesini de ‘doğal’ saymak gerekir.

Patolojik bir hastalık
Kültür Bakanlığı’nın ‘Kültür Merkezleri’ konusunda sabıkası kabarık. Temeli atıldıktan 20 yıl sonra bile bitirilemez, bitirilenler bir süre atıl durumda bekler, çürür, sonra belediyeye devredilir ve düğün veya halay salonu olarak kullanılır. Devletin kültür merkezleri ile ilişkisi patalojik bir hastalıktır aslında: Pseudologia fantastica, mythomania veya patalojik olarak sürekli yalan söyleme. Bu bir psikolojik rahatsızlık ve bu hastalığa yakalananlar sürekli olarak yalan üretme, bu yalanlara inanma ve karşısındakini inandırma çabasında olurlar. Devletin kültürle ve kültür merkezleri ile ilişkisi de bu şekildedir. Doğru dürüst tanımlı bir kültür politikası olmayan devlet, hangi kültür için merkez açtığını bilmeden bir takım binalar inşa eder. Bu yapıların vatandaşlarının kültürel gelişimine olumlu katkı yapacağını düşünür ve bakanlık eliyle devlet, kültür konusunda sorumluluğunu yerine getirdiğine kendini inandırır. İhale usulü ile inşaat yaparak, asli sorumluluğunu yerine getirmemenin günahını çıkartır.

AKM’nin de bu açıdan bakıldığında Eşme’deki, Ağrı’daki basit ilçe kültür merkezinden herhangi bir farkı yoktur devlet katında. İkisi de bir inşaat ihalesi objesidir, daha ötesi değil. Bu nedenle yıkılması, yeniden yapılması, onarılması, tadil edilmesi veya yenilenmesi arasında hiç bir fark yoktur. Tek fark ihalenin ölçeğidir.

Yıkılma haberi ile gündeme gelen bir binanın bir anda köşe yazarlarının, sanatçıların, siyasetçilerin ve vatandaşın ilgisini çekmesinin nedeni, binanın bir mimarlık eseri olarak taşıdığı niteliklerden kaynaklanmıyordu. Tartışılan hiç bir zaman mimarlık olamadı. Her zaman olduğu gibi, yine siyaset, yine ideoloji, yine politika konuşulur oldu. Çünkü bir binanın dönüşümünü mimarlık kültürü üzerinden tartışmak sanatçılara, akademisyenlere, köşe yazarlarına, mimarlar odasına ve hatta kimi mimarlara bile politika üzerinden tartışmaktan çok daha zor geliyor. Çünkü mimarlık kültürümüz Osmanlı mahallelerinden, Sinan’dan, Safranbolu evlerinden öteye ilerleyemedi.

İçinden çok dışı
AKM gibi rasyonalist uluslararası akımın dünyadaki sayısız örneklerinden biri olan basit bir kutu ile ne yapacağımızı bilemedik. Ama mimarlık, farklı uçlardaki kesimlerin tartışmalarında bir koz olarak kullanıldı. O da sadece koruma çerçevesinden bakıldığında. Bütün bu hengame içinde olumlu olan tek gelişme Koruma Kurulu’nun gerektiğinde “düşünebilen, yorum yapabilen” makina gibi davranmak yerine kuralları esnetebilme insiyatifini gösteren bir kurum olabileceğini görmek oldu.

Öte yandan öyle bir kültür merkezi binası düşünün ki, içinde oynanan tiyatro oyunları, operalar, bale gösterileri ve konserlerden çok, binanın bir cisim olarak kendi hikayesi, o ülkenin kültürünü yansıtsın. Bu öyle bir bina olsun ki, içindekilerden çok dışı gündem olsun, tartışılsın. Uzun zamandır AKM’de oynanan hangi oyun, hangi konser, hangi sergi bu kadar hareket kattı kültür hayatımıza; neden bugüne dek AKM provoke edici, akıl gıdıklayıcı gösterilere, sergilere, oyunlara sahne olamadı? Bunu hiç tartışamadık. Biz tartışamadığımız gibi, “korumacıyım ben” diye çığlıklar atan AKM’nin yenileme projesini durduran, memuriyet rahatlığında “görev” yapan sanatçılar da bunu tartışmadılar. Sanatın provoke etmesi için rahatsız olması gerekirken, AKM’yi “yuva” olarak benimseyen sanatçılardan bunu beklemek belki de haksızlık. Ama AKM’nin yıkılma ihtimalini doğuran faktörlerden biri de aynı sanatçıların bu gibi soruları gündeme getirmemiş olmasıdır.

Yaratılmış bir mit
Şunu kabul etmek gerekir ki, İstanbul Kültür Sarayı olarak doğan bir yapıya, son on yıl içinde neredeyse Anıtkabir seviyesinde bir kutsallık yüklendi. Mimarlar Odası başkanının ve başka pek çok kanaat önderinin iddia ettiği gibi AKM’nin simgeselliği, binanın kendinden menkul bir simgesellik değil, yaratılmış bir mit aslında. Bugün Kemalizm’i neredeyse yeni bir din olarak benimseyen kesim için AKM neredeyse Kabe gibi kutsal bir yapı haline geldi. Öyle kutsal ki, hiç bir parçasının değişmesine katlanılamaz, tolerans gösterilemez. Sol eğilimli muhafazakar kültür ve sanat camiasının ve Mimarlar Odası’nın basit bir binayı, dokunulmaz bir kimlikle sembolleştirilmesi, Taksim’e cami yapmak isteyen, İMÇ’yi yok edip Osmanlı Mahallesi kurmak isteyen, trafoları Türk Evi şeklinde boyayan sağ eğilimli İslamcı kesimle aynı tavır aslında.

Mimarları duyan yok
AKM tartışması, iki uç arasında, savunulan değerlerin cisimleştirmesi açısından zerre kadar fark olmadığını, iki ucun arkadan dolaşıp birbirine değdiğini, Türkiye’de sağ ve sol muhafazakarlığın aldığı korkunç ve tehdit edici boyutunu gösteriyor. Bu arada saf mimarlık bilgisi üzerinden konuyu çözmeye çalışan küçük bir kesim iki uçtan birine çekiştirilmeye çalışıldı ve her zamanki gibi söyledikleri duymazlıktan gelindi. (Yazının uzun versiyonunu www.arkitera.com adresinde.)

Ömer Kanıpak; mimar, Arkitera Mimarlık Merkezi’nin kurucularından...

Milliyet
Yayın Tarihi : 20 Kasım 2009 Cuma 18:18:47


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?