22
Mayıs
2024
Çarşamba
KADIN

Kutsal aileye neler oluyor?

Aile kurumuyla övünen Türkiye’de boşanma oranlarının artması uzmanları endişelendiriyor. Peki kutsal evlilik müessesesi nasıl oldu da bu hâle geldi? Türk toplumu nasıl bir çözülme yaşıyor? Çözüm için neler yapılabilir?

Evlenme fikri ne kadar zor geliyorsa kişilere, boşanma kararı da bir o kadar kolay alınıyor artık. Tek kişilik ‘özgür’ hayatlarda, ikinci kişinin varlığına tahammül etmek ‘mesele’ hâline geldi. Birlikteliklere adım atılırken dillendirilen “İyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta…” sözleri çoktan demode oldu. İyi günde bir derece; fakat kötü günde neredeyse imkânsız! Beklentiler yüksek, herkes kendi konforunun derdinde, hayatının standartlarını yükseltme telaşında…

İki gönül bir olunca samanlık seyran olmuyor günümüzde; beraberinde lüks eşyalarla döşeli bir ev, araba vs. gerekiyor. Bütün bu şartlar altında evlilik zorlaştıkça, boşanmak “tek çareymiş” gibi sunuluyor. Sonuç ise hüsran; bütün sorumlulukları yüklendiği için bunalıma giren ebeveynler, anne veya babasından ayrı yetişen problemli çocuklar, sorunlu kalabalıklar...

KEŞKE BİRAZ DAHA SABRETSEYDİK

Ayşe Hanım üniversite yıllarında tanışır Mehmet Bey’le. Evlenmek için maddî imkânları yeterli değildir; fakat iki gönül bir olmuştur ve beklemek anlamsızdır. “İkimiz de az çok para kazanıyoruz.” diyerek bir yuva kurarlar; ama çiftin şansı çok da yaver gitmez. Önce evin hanımı işten çıkarılır, daha sonra eşi aynı sorunla yüz yüze gelir. Sorumluluklarla beraber artan sıkıntılar Ayşe Hanım’ın rahatsızlanmasına sebep olur; panik atak hastalığına düçar kalır. Bir süre idare ederler; lakin hastalık ciddileşince geçici olarak ailesinin yanına gider Ayşe Hanım. Çiftin ilişkisindeki çözülme de bu dönemde başlar. İki gencin arasındaki problemler ailelere yansıyıp farklı bir boyuta taşınır. 1990’da başlayan evlilik hayatları bir yıl sonra dünyaya gelen çocuklarıyla biraz şenlenir; ama geçim sıkıntısı peşlerini bırakmaz. Bu sırada evin hanımı hâlâ iyileşememiştir. Eşine ‘zulmettiğini’ düşünmesi, onu ayrılma kararına kadar götürür. Çiftin sorunlarından neşet eden aile tartışmaları sebebiyle herkes bu karardan memnundur; Mehmet Bey hariç. O, karısını zor gününde bırakmak istemez; ancak kendisinden bağımsız alınan karara kırılmıştır. Karı-koca birbirini sevmesine rağmen ayrılır ve uzun yıllar birbirlerini görmezler. Şimdi 15 yaşındaki kızı, annesiyle yaşıyor; ne yazık ki babasıyla hemen hiç görüşmüyor. Ayşe Hanım, zor şartlarda büyütmüş çocuğunu, boşandığı için pişman ve biraz da kendini suçlu buluyor: “Karşılıklı oturup konuşabilseydik, biraz daha sabretseydik bunların hiçbiri yaşanmazdı.” diyor.

DAHA ÇOK KADINLAR BOŞANMAK İSTİYOR

1990’lardaki boşanma hikâyelerinden yalnızca biri bu. Ayşe Hanım’ın sorunlarla boğuşup kızını bugünlere getirdiği süreç içerisinde Türkiye’de çok şey değişti. Boşanma oranlarında ise ne yazık ki ciddi bir artış var. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün verileri bunu ortaya koyuyor: 1990’da 25 bin 712 olan boşanma sayısı, 15 yıl sonra 88 bin 736’ya çıktı; yani yüzde 245’lik bir artış var. Peki, bize ne oldu? Bu rakamların arka planında nasıl bir sosyal, ekonomik, psikolojik, ahlakî değişim yatıyor? Türk aile yapısı nasıl bir dönüşümden geçiyor?

Aslında sokakta karşımıza çıkan tabelalar, televizyonda sık tekrarlanan sloganlar bu sonuca nasıl gelindiğine dair ipuçları veriyor: “Ayaklarınız üzerinde durabilirsiniz”, “Esir değilsiniz”, “Kendime yetmeliyim”, “Hayatın tadını çıkar”… Reklâmlarda şahıslara özel ürünler, hatta ikinci bir kişiyle paylaşılmak istenmeyen çikolatalar… Dizi filmlerde her akşam farklı şahıslarda tekrarlanan aynı senaryolar; boşanan çiftler, entrikalar, aldatılan eşler… Ben merkezli bu tür manzaralar, etrafımızda örülen ‘yeni hayat’a davet ediyor adeta. Gün boyu değişik mecralarda talim edilen bu ‘başka’ hayatlar aile içinde de reaksiyonlara dönüşmekte.

Dışarıda ve dahi ev içinde sürekli telkin edilen bu öğütlerin aile içi ilişkilerdeki tercümesi, ‘şiddetli geçimsizlik’ oluyor. Boşanma davalarına bakan Avukat Nurettin Alan, şiddetli geçimsizlikten kastı özetle açıklıyor: “Eşe karşı şiddet uygulanmasından, saygısız davranışlara, dinlenilen radyodan eşin katıldığı toplantılara, diş macununu ortadan sıkıyor gerekçesine kadar her şey bu başlık altında yazılı kayda geçebiliyor.” Boşanma nedenlerinin başında gelen şiddetli geçimsizlik, Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nün istatistiklerine şöyle yansımış: 2005’teki 95 bin 895 boşanmanın 91 bin 989’unun nedeni geçimsizlik. Bu, yüzde 95’e tekabül ediyor. Alan’a göre artık boşanmak için özel bir sebebe ihtiyaç yok: “Ortaya sürülenler bahane, esas itibarıyla bu noktaya getiren süreç dikkate alınmalı.” Avukat Alan’a, son yıllarda daha çok kadınlar boşanma talebiyle başvurmuş. Medya ve sosyal hayattaki telkinlerin birinci muhatabının kadınlar olması, burada belirleyici. Toplumda boşanmanın özgürleşmekle eşdeğer tutulmasının da sonuçta muhakkak payı var. Zira evlilik artık erkek ve kadın için hayatı belirli bir kalıba sokmak; özgürlüklerden fedakârlık şeklinde algılanıyor.

BULUŞMALAR ARTIK RASLANTISAL

Sosyolog yazar Ali Bulaç, her yıl ortalama üç ayını mahkemelerde gözlem yaparak geçiriyor; cinayet ve boşanma davalarını takip ediyor daha çok. Boşanma sebeplerini anlamak için öncelikle büyük bir yüzdeye sahip “şiddetli geçimsizlik” faktörü dikkate alınmalı ona göre. Fakat şiddetli geçimsizlik çok muğlâk bir ifade; her türlü sorun bu kapsama girebiliyor. Şiddetli geçimsizliğin kökenine indiğinizde birkaç faktör çıkıyor karşınıza. Bunlardan ilki insanların birbirine karşı tahammül sınırlarının azalması. Bulaç, evlenmek için sevginin esas şart olmadığı inancında. Çünkü birbirlerini sevdiklerini düşünüp yola çıktığı hâlde, ‘objektif şartlar’ı yetersiz olan ilişkiler uzun ömürlü değil. Objektif şartlardan birinci kastı; kadın ve erkeğin birbirine denkliği.

EŞİTLİK ÇABASI, KADINA ZARAR VERİYOR

Fakat günümüzde bu ‘denklik’ uyumunu tespit etmek çok da kolay değil. Geleneksel toplumda kadın ile erkek kendine özgü mekânlarda buluşur ve aileler birbirini tanırdı. Ailelerin müdahil olduğu bu doğal süreçte objektif şartlar da tahakkuk ederdi. Şimdilerde büyük kentlerdeki beraberlikler ise daha çok ‘rastlantısal’ özellikler taşıyor.

Ali Bulaç’a göre modern kültürün kadınla erkeği birbiri ile rekabete zorlaması; özellikle kadına sürekli eşitlik fikrini telkin etmesi ilişkileri ciddi manada zedeliyor. Hâlbuki geleneksel toplumda kadın ile erkek eşit değil, ‘farklı’ olarak algılanırdı. Kadının ev içindeki, erkeğin ise dışarıdaki sorumluluğu fazla idi. Eşitlik ideolojisinin kültürümüze girip kurumsallaşmaya başlaması önemli bir erozyona daha sebep oldu; erkek de dışa dönük sorumluluklarını birer birer terk etti. “Kadının lehine gibi görünse de hakikatte aleyhinedir bu ideoloji.” diyor Bulaç. Artık evlenilecek kadın seçilirken bakımlı, çalışan, aynı zamanda evde hamarat ve ses çıkarmayan tipler tercih ediliyor. Bu, erkeklerin kadınlara yönelik beklentilerinin çok değiştiği ve de yükseldiğinin göstergesi. Kadınlar ise bu istekleri karşılama gayretinde.

Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Nilüfer Narlı, Türkiye’de kadınların çok hızlı bir değişim geçirdiği; fakat bundan erkeklerin nasiplenmediği görüşünde: “Kadın, evi yarı yarıya geçindiriyor; ama erkek evde eşe destek olmayı reddediyor.” Evde rollerin değiştiğine işaret eden bu cümleleri aile terapistlerinden dinlediğimiz vakalar da teyit ediyor. Mesela birçok kadının artık kocasından para isteyemediğini öğreniyoruz. Evde sorumlulukları azalan erkek, ‘koca’ kimliğini tam manasıyla yaşayamaz hâle geliyor. Evi geçindirmeyi birincil sorumluluğu görmüyor. Tabii ki kimliklerin yeniden şekillendiği bu süreçten en fazla kadınlar etkileniyor; ‘kendi ayakları üzerinde durma’ çabasıyla hem ev içindeki hayatı organize etmek hem de bütçeye katkıda bulunmak adına sorumluluklar yükleniyor. Bu ise ilişkide en gerekli duyguyu, tahammülü tüketiyor. Nihayetinde en küçük sebeplerle kavgalar çıkıyor ve şiddetli geçimsizlik gerekçesiyle boşanma davaları açılıyor.

28 yaşındaki Emel Hanım’ın yaşadıklarında yukarıdaki tespitlerin yansıması mevcut. Severek evlendiği eşinden iki ay içinde ayrılmış. Kayınvalidesinin üst katında oturan Emel Hanım, hayatına çok müdahale edilmesinden rahatsızlık duyarak, evden uzaklaşmak için bir bankada çalışmaya başlamış. Böylece eve maddî açıdan da destek olurum düşüncesi kısa zamanda hüsranla sonuçlanmış. İş çıkışı, gelir gelmez ev işlerine dalması ya da eşinin tüm isteklerini karşılamaya çalışması sonucu değiştirmemiş. Zamanla memnuniyetsizliği artan kocası, “Yemek hazır değil mi?” ya da “Niye salata eksik?” gibi sudan sebeplerle evin atmosferini tartışmalara boğunca, bu yükü kaldıramayan Emel Hanım, bir yıl dolmadan boşanma kararını vermiş.

Yüksek beklentilerin mağduru tabii ki sadece kadın değil. Kemal Bey, görücü usulüyle evlendiği eşinden bir yıl içerisinde boşanmak zorunda kalmış. Karısının evlilikten önce ve sonraki maddî beklentileri, birlikteliklerinin sonunu hazırlamış. Başlangıçta tozpembe gördükleri ilişkileri, evlilik hazırlıklarıyla kararmaya başlamış. Eşi, evlenmeden önce maddî açıdan “her şeyin tam olmasını” isteyince Kemal Bey elinden geleni yapmış. Böylece ciddi bir borç ve gerilimle evliliğe ilk adımı atmışlar. “İkimiz de barut fıçısı gibiydik evlendiğimizde.” diyen Kemal Bey, yaşadıklarını aralarındaki güven problemiyle de ilişkilendiriyor. Ailelerden destek görmemeleri de süreci hızlandırmış. Boşandıktan sonra eski eşi gibi kendisi de yaşadıklarını kolay atlatamamış. Aklını işlerine vererek unutmaya çalışmış geçmişini. Ona göre temel sorun yanlış insanla evlenmeyi tercih etmesi: “Evliliği olumsuz tecrübeme rağmen çevremdekilere tavsiye ediyorum; ‘doğru kişi’ ile yola çıkıldığı takdirde bana göre hayatta tek istikamet bu.”

EVLİLİĞE YÜKLENEN MANA DEĞİŞTİ

Kadın ve erkeğin aile içindeki kimliklerinin değiştiğinin göstergesi bahsettiğimiz bu örnekler. İçebakış Psikolojik ve Danışmanlık Merkezi’nde görevli evlilik terapisti Yasemin Uçal’a göre en ciddi problemlerden biri, kadınlarda ‘haklarını kazanmak’ cümlesiyle desteklenen tavrın ‘meydan okuma’ya dönüşmesi: “Kadınlar kendi durumlarını iyileştirirken başkaldırı, meydan okuma edasıyla tepkilerini ortaya koyuyor. Bu ise gerçeklikten uzak bir tavır.” Burada kastedilen kadınlar çalışmasın, evde otursun değil; ama her halükarda kimliklerinin bilincinde olmaları ve var oluşlarını ortaya koyabilmeleri önemli Uçal’a göre. Aksi takdirde ikinci bir ezilmeye ve kimlik kargaşasına sebebiyet verebilir.

Kimliklerle beraber ailenin de işlevinin değiştiğine değiniyor Nilüfer Narlı, özellikle Türkiye’nin yaşadığı ekonomik sorunlar, işsizlik, kültürel çatışmalar aileyi işlevsiz hâle getiriyor. Hızla değişen geleneksel fonksiyonların yerini dolduracak değerler ise ne yazık ki üretilmiyor. Toplumun çekirdeğindeki bu değişim yeni bir sosyal yapının da habercisi. Bu dönüşümde başlıca itici güçler; televizyon, internet gibi iletişim araçları. Modernleşme sürecinde Batı medeniyetinden ihraç edilen bu araçlarla birlikte bir kültürel yapı da nakloldu. “Televizyon, internet gibi iletişim araçları farklı bir insan, toplum tipi ortaya çıkarıyor.” diyor Psikiyatr Zekeriya Kökrek. Artık çocuğun anneden, eşlerin birbirinden talepleri farklı. Tamamen ekonomik modele dayalı kapitalist sistemin ürünü bu tablo. Tek tip insan üretmeye endeksli Batı zihniyetinin bir izdüşümü. Kökrek, evliliğe yüklenen mananın değiştiğine işaret ediyor. İlişkilerin daha çok cinselliğe indirgenmesi ya da şirket ve “evlilik ortaklığı” gibi algılanması, birlikte yaşama iradesini de zayıflatıyor. Seçilen diller, değişen kavramlarla birlikte düşünme biçimimiz ve temel kabullerimiz de değişiyor.

BATI, SORUNLARINI İHRAÇ EDİYOR

Türkiye’nin son yıllarda hızla yaşadığı dönüşüm, dünya genelinden bağımsız değil kuşkusuz. Tabiri caizse dünyanın iklimi değişiyor. Özellikle Batı’da bu süreç neredeyse yüz yıldır yaşanıyor. Atomize karakterlerin etrafa saçıldığı bu tarz-ı hayatta en çok zararı aile görmekte. Bu sebeple geçmişte çok sayıda sosyal hizmet kurumu açıldı Avrupa’da; yuvalar, yaşlılar için bakımevleri, tek ebeveynli çocuklar için hizmet veren merkezler, psikolojik danışmanlıklar… Bunların en uç örnekleri ise Ortaçağ’dan ilham alınan “çocuğunuza bakmak istemiyorsanız bize getirin” kurumları. Zekeriya Kökrek, “Batı’nın modelini kendinize örnek görüyorsanız bu problemleri de göze almanız şart.” diyor. Çünkü liberal ‘üstün’ değerler paket hâlinde üçüncü dünya ülkelerine sunuluyor. Türkiye’nin bu süreci çok daha hızlı ve yıpratıcı yaşayacağına dikkat çekiyor: “Çocukların bile neredeyse yük gibi algılandığı şu günlerde bebeklerini cami avlusuna ya da yuvalara bırakanların sayısı yakın gelecekte artacaktır.”

Ekran ya da sokaklarda şahit olduğumuz olumsuz vakalar bu sevimsiz gerçekleri doğrular mahiyette. Tedbir için modern hayat şartlarına topyekûn karşı çıkmak doğru değil belki; ama geleneksel değerlerimizden beslenerek bir orta yol bulmak son derece elzem görünüyor.

BÜTÜN SORUMLULUK, TEK EBEVEYNİN SIRTINDA

Eskiden geniş aileler vardı; ninelerin, dedelerin tedrisatından geçerdi ilk önce çocuklar. Büyük şehirlerdeki şartlara adaptasyon, dar alanlarda yaşlılarla ortak hayatı kaldıramadı. Apartman dairelerinde dedeye, nineye yer bulunamadı! Dışarıdaki hayatın hızına yetişme telaşındaki eşlerin artık birbirine de neredeyse tahammülü kalmadı. Bu sebeple tek ebeveynli ailelerin sayısı artmakta. Çocuklar sadece anneleri ya da babalarıyla birlikte büyümekte. Eskiden geniş ailelerin bir vazifesi de ebeveynlerin yapamadıklarını telafi etmekti. Büyük aile modellerinin parçalanmasıyla beraber çiftlerin sorumluluğu arttı. Tek ebeveynli ailelerde ise bütün yük bir kişinin sırtında.

Yasemin Uçal, insanların birey olarak ‘her şeyi yapabilirim, ayaklarım üzerinde durabilirim’ mücadelesini gerçekçi bulmuyor: “Böyle bir hakikat yok, insan yaratılış itibarıyla acizdir, bu yüzdendir ki doğarken de ölürken de hep başkasına ihtiyaç duyar.” Eşlerin birbirine yönelik beklentilerinin de aynı kaynaktan beslendiği inancında. Karı-koca birbirine çok rol yüklediğinde beklentilerin karşılanamaması sıkıntıları artırıyor: “Kocanız hem anneniz, babanız hem de arkadaşınız rolünü kaldıramaz.”

Ailelerin kısa sürede bu kadar hızlı değişmesinin en önemli sebebi medya. Özellikle son on yıldır kişisel ilişkilerden ziyade cam ekranla muhatabız. Dünyada televizyonun en çok izlendiği ülkelerden biri olduğumuz ise artık herkesin mâlumu. Günde 12 saat televizyon izleyen çok sayıda insan var Türkiye’de. Saatlerce televizyon başında kalan bu kitlenin en büyük sosyal çevresi de, tabiri caizse, ekrandaki sanal karakterler…

MEDYADA ANNE DEĞERSİZ SUNULUYOR

Gülsüm Kurt, Aile Koruma ve Destekleme Derneği’nin başkanı. 2004’te grup halinde başladıkları faaliyetleri hâlâ sürmekte. Derneklerinin tüzüklerinde amaçları, “Medya tarafından aile kavramının yıpratılmaması.” cümlesiyle özetleniyor. Yıllardır televizyon kanalları ve RTÜK’e telefon, faks ve mail aracılığıyla örgütlü bir şekilde şikâyetlerini bildiriyorlar. Şimdiye kadar birçok programın sansürlenmesinde onların gayretleri etkili. Aile kavramının televizyonda bir değer olarak sunulmadığına değiniyor Gülsüm Kurt. Aile içindeki kadın, yani anne de programlarda değerli gösterilmiyor. Medyanın yücelttiği karakter ise çalışan, zengin, güzel, kariyer sahibi kadın modeli. Bu sıfatları haiz olmak için kendini yıpratan kadın, nihayetinde yorularak evlilik yükünü taşıyamaz hâle geliyor.

Gülsüm Kurt, özellikle çok eşliliğin ve aldatmanın son yıllarda medyada sık vurgulandığına değiniyor. Bunda, ona göre ‘metroseksüel’ kavramının üreticisi, geçen yıl Türkiye’yi ziyaret eden trend mucidi Marian Salzman’ın da etkisi var. Metroseksüel kavramını dile getirdikten sonra başta diziler olmak üzere ekranı istila eden bu karakterlerin yerini yavaş yavaş çok eşli ya da aldatan karı-kocalar almakta. Zira Salzman, konferansta bu yılın trendinin “çok eşlilik” olacağını ilan etmişti! Bu örnekleri yıllardır magazin programlarında, ünlülerin hayatında görüyoruz, hemen bütün dizi filmlerde de aldatan bir karakter mevcut.

Medyanın kadınları dönüştürdüğüne inanan Kurt, akşam dizilerde gösterilen mevzuların sabahki kadın programlarında tartışılmasını problemli buluyor. Zira sabah yayınlanan kadın programları adeta ‘onay makamı’ niteliğinde. Diziler ve yarışmalardaki fikirleri savunarak izleyenleri iknaya çalışıyor bu programlar. “Sadakat önemli değildir, birbirimizin kölesi olmamalıyız” gibi düşüncelerin tohumları bu programlarda atılıyor; olayın ucu cinayetlere kadar varabiliyor. Sabah-akşam ekranda bu tür manzaralara şahit olanların da değerler dünyası çözülüyor. Medya aracılığıyla yeniden toplumsal normlar üretiliyor. Bu sözde normlar tedricî olduğu için “demek böyle davranılmalı” tavrı gelişiyor insanlarda. Kalıp davranış modelleri şekillenerek, bir nevi televizyon, gazete gibi iletişim araçlarıyla medya “kendi töresini” inşa ediyor.

CHAT, İLİŞKİLERE ZARAR VERİYOR

“Artık sosyal ilişkilerde teknik bir boyut var.” diyor Yasemin Uçal. Cep telefonu değil belki; ama internet ona göre aldatma ve boşanma oranlarının artmasında etkili. Kendisine başvuran eşlerin çoğunun şikâyeti ortak: “Kocam evde çocuklarıyla ya da evin sorunlarıyla ilgilenmek yerine bilgisayar başında vakit geçiriyor.” Eskiden sosyal ve psikolojik içeriğe sahip ilişkilere teknik bir boyutun dâhil olduğunun tespiti bu cümleler. Durumun daha vahim örnekleri de var; mesela danışanlarından biri Uçal’a, “Eşimle ancak bilgisayarla ilgili sorular yönelttiğimde diyalog kurabiliyorum.” demiş. Eşinin bilgisayar dışında ilişkiye geçit bırakmaması onu bu davranışa mecbur kılmış. Artık insanlar evde ya televizyon karşısında ya da internet başında vakit geçiriyor. Kişilerin daha kolay birbirine ulaşmasına zemin teşkil eden chat odaları ilişkiler açısında risk barındıran mecralardan biri. Cep telefonu ve internet, arabada ya da evde otururken bile yasal olmayan ilişkilere denetimsiz bir ortam sunuyor. Kişiler kendilerini bu ilişkilerde pek suçlu görmüyor, başlangıçta “rüya kadar masum” iken, sonuçlar ailenin yıkılmasına kadar gidebiliyor.

BİR GÜN BİLE EVLİ KALAMADILAR

Aile içi ilişkilerde artan problemler son yıllarda aile terapistleri ile evlilik terapistlerine ilgiyi artırdı. “İlişkilere ayna tutmak vazifemiz.” diyen terapistler, aile sorunlarına merhem olmaya çalışıyor. Terapi her zaman boşanmanın önlenmesi anlamına gelmiyor; zira bazı ilişkiler taraflara çok zarar veriyor. Beraber yaşama ihtimali düşük bu çiftler için şartlar uygunsa boşanma sürecini destekleyici görüşmeler de yapılıyor. İdemer Danışmanlık Merkezi’nden Pınar Koç Yıldırım, dokuz yıldır ailelerle çalışıyor. Evliliğin ilk bir buçuk yılının kritik olduğuna değiniyor.

İşte size, bir yıl değil bir gün bile evli kalamayan bir çiftin hazin hikâyesi. Âlim Bey, 34 yaşında evlenmeye karar verir. Arkadaşları vesilesiyle tanıştığı 25 yaşındaki Dilek Hanım ile dört dörtlük uyum sergilemezler; lakin zamanla nasıl olsa birbirlerine alışacaklardır! Kendisi üniversite mezunudur, varlıklı bir aileden gelmektedir, Dilek Hanım lise çıkışlıdır. Aile yapıları birbirinden çok farklıdır. Üç yıllık beraberliklerinde arada tartışırlar; hatta bir dönem ayrılırlar; fakat bu uyumsuzluklar onları evlenme kararlarından vazgeçirmez. Düğün gününde bile basit meseleler, krizlere dönüşür. Kuaföre gitme saati mevzu edilir mesela, ya da ailelerin daha önce birbirine yönelik olumsuz ifadeleri hatırlatılır.

Bütün gerginliklere rağmen nihayet nikâh masasına oturur çiftler. İmzalar atılır, evlilik yeminleri edilir. Fakat nikâhlandıkları anda Âlim Bey boşanma kararını almıştır. Düğün gecesi tekrar tartışır ‘çiçeği burnunda’ çift. Sabah Âlim Bey dışarı çıkar ve ancak akşam saatlerinde geri döner. Dilek Hanım’a boşanmak istediğini söyler ve ayrılırlar.

ARTIK BOŞANMAK İÇİN TERAPİSTE GİDİLİYOR

Peki, Âlim Bey örneğindeki gibi yeni tanışıklıklar bir tarafa, seneler süren beraberlikler nasıl oluyor da resmî kimliğe bürününce noktalanabiliyor? “Evlilik, toplumsal manada bir duyuru.” diyor Pınar Koç Yıldırım. Ona göre eşler başlangıçta karşısındakinin güzel yönlerini görse de sorumluluklar devreye girince durum değişiyor. Eskiden aile terapistlerine daha çok ilişkilerini düzeltmek amacıyla gidermiş çiftler, şimdilerde tavır biraz farklı. Genelde taraflardan biri boşanmaya kararlı ve eşini ikna edemediği için terapiste, yardım etmesi amacıyla gidiyor. Terapistlerin kapısını daha çok kadınlar çalıyor; lakin evlilik terapisine çiftlerin bir arada katılması elzem.

Aile terapistlerine başvuran kadınların çoğu ekonomik özgürlüğünü kazanmış, “kendi ayakları üzerinde durabilir” konumda. Bu durum, birçok kadın için çalışmanın “boşanma ehliyeti” anlamına geldiğinin göstergesi. Bunun rakamlarla ifadesi şöyle; boşanmayı tercih edenlerin yüzde 80’i çalışan kadın, yüzde 20’si ise ev hanımı. Çalışan kadınların eğitim düzeylerine baktığımızda ise şu manzara çıkıyor karşımıza: Yüzde 60’ı üniversite, yüzde 28’i lise ve yüzde 12’si ilkokul mezunu. Fakat çalışmayan kadınlar da ilişkilerinde yaşadığı problemler için terapistlere sıkça gidiyor. Uçal’a göre, kendilerine gelen kadınların sıfatları ne olursa olsun temel problem hep aynı: “Erkek tarafından kadına hissettirilen benlik değersizliği. Sürekli ezilen kişi, zamanla suçluluk psikolojisine bürünüyor.” Bununla baş edemeyen kadınları ise aynı sonuç bekliyor: Depresyon.

Yıldırım’a göre sosyal hayattan uzak, kendini ailesine adamış, çalışmayan kadınların temel problemlerinden biri, eşlerinden ve çocuklarından beklentilerinin çok yüksek olması: “Tüm ihtiyaçlarını onlarla karşılamak istiyorlar. Çocuklar bir vakit sonra sosyal hayatın içine girerek aileden uzaklaşıyor, eş ise işinden dolayı yeterince vakit ayıramayabiliyor.” Bu durumda ihtiyaçları karşılanmayan kadın yine mutsuzluk girdaplarına sürükleniyor.

EV AYNI, HAYAT TARZI FARKLI

Boşanma vakalarının sık karşılaşılan sebeplerinden biri de evlenirken ‘eşit’ görünen çiftlerden birinin daha sonra kendini geliştirirken diğerinin aynı hızda değişim göstermemesi. Aynı evi paylaşan eşlerin, farklı hayat tarzlarına maruz kalmaları bu sonuçta etkili. Dün birbirine denk olan karı koca, kısa zamanda her anlamda birbirinden ayrı karakterlere bürünebiliyor. Sosyallikleri, deneyimleri gibi birçok açıdan farklı dalgalarda seyreden eşler bir vakit sonra şikâyetlere başlıyor; kadın sürekli erkeğin değiştiğinden dem vururken, erkek karısının sönük kalmasından yana serzenişlerde bulunuyor. Erkeğin, “değişmeyen karısı” ile dışarıda “kendini geliştiren birçok kadına” aynı süreçte tanıklık etmesi sorunu körüklüyor.

Nergis Hanım’ın yaşadıkları da bunu doğrular nitelikte. Sekiz yıl önce kocasından ayrılmasının arkasındaki en önemli sebep, farklı hayat şartlarına maruz kalarak iletişim sorunları yaşamaları. Nergis Hanım, yıllardır zorluklara göğüs gererek iki çocuğunu yetiştirmiş, hâlâ yaşadıklarını hüzünlenerek hatırlıyor. Lise çağlarında tanıştığında eşi Kazım Bey, Ordu’da bir ayakkabıcı dükkânında çalışıyormuş. Evlenip İstanbul’a yerleştiklerinde ikisinin şansı da yaver gitmiş ve iş bulup evlerini kurmuşlar. Başlarda Nergis Hanım’ın mevkisi ve maaşı daha yüksekmiş, bu durumdan rahatsızlık duyarmış eşi. Onun odasını ziyaret etmez, aynı servise binmemeye özen gösterirmiş. Çocukları dünyaya geldikten sonra Nergis Hanım, işini bırakıp, evde çocuklarını yetiştirmeye karar vermiş. Bu esnada tam tersi bir süreç başlamış. Kazım Bey’in mevkisi hızla yükselince, eski dostlarını tanımaz olmuş. Hatta kariyer yaptıkça eşini de gözden çıkarmış. Zamanla karı kocanın arası iyice bozulmuş. Yine de ilişkiyi kurtarmaya çabalamış evin annesi; lakin gayretleri nafile kalmış. Ayrıldıktan bir vakit sonra eski bir arkadaşıyla evlendiğini duymuş Kazım Bey’in. Şimdi üniversiteye giden kızı (20) ve oğlu (22) ile beraber yaşıyor Nergis Hanım. Çocuklarının çok yıprandığını anlatıyor gözleri yaşararak. Kendisini ise vaktinde eski kocasıyla problemleri oturup konuşmadığı için içten içe suçluyor.

ZENGİN VE FAKİR KESİM, AHLÂKEN BENZEŞTİ

Aile terapisi belirli bir ekonomik güç gerektiriyor, bu sebeple psikologlar toplumun sadece belli bir bölümüne dair fikre sahip. Peki, şehrin diğer yakasında, nam-ı diğer varoşlarda durum nedir? Aileler buralarda ne tür sorunlarla uğraşıyor? Ya boşanma oranları? Türkiye İstatistik Kurumu verilerinde, coğrafî bölgelere göre boşanma oranlarına ait bilgiler sunulsa da şehirlerdeki ikametgâh dikkate alınarak yapılan araştırmalar yok. Çünkü oturulan semtlere göre değil, başvurulan mahkemelere göre sınıflandırmalar yapılmış.

Ali Bulaç’a göre boşanma oranlarının artmasındaki en önemli sebeplerden biri ekonomik uçurum. Nüfusun yüzde 65’i gecekondu muhitinde yaşıyor. Bu, aynı zamanda millî gelirden en az pay alan kesim. Maddî zorluklarla mücadele eden bu ailelerde, ekonomik açıdan evin geçimi sağlanamayınca kadın ile erkek arasında çatışma meydana geliyor. Kadın ilave gelir için çalışmak zorunda kalıyor. Ali Bulaç’a göre, bugün gecekondu muhitlerinde ailenin geçiminin yüzde 60’ını kadınlar üstlenmiş durumda. Erkek iş bulamadığı için çalışmak zorunda kalan bu kadınların nerelerden kazanç sağladığı ise adeta karanlık bir nokta. Evde ikincil plana düşen erkek, kadının nereden para temin ettiğini sormuyor bile. Akşama kadar kahvede vakit geçiriyor, eve geldiğinde karısı da işten dönüyor. Şehrin kıyı kesimlerinde yeni bir hayat biçimi beraberinde ahlakî hayatın da hırpalanmasına neden oluyor.

“Benim gözlemime göre, nüfusun ilk yüzde 20’si ile son yüzde 20’sinin ahlakî davranışları benzeşmiştir.” diyor Bulaç. Ülkenin en zengin ve en yoksul kesimlerine tekabül eden bu grupların ilk yüzde 20’si millî gelirin yüzde 48’ini, son yüzde 20’si ise yüzde 6’sını alıyor. Bulaç’a göre, bu iki grubun aile içindeki ahlakî davranışlarında da ciddi bir benzeşme var. İki kesimde de boşanma oranları yüksek.

Eskiden gecekondularda evler çok muntazam, düzenli ve temizdi. İslamî geleneklere göre şekilleniyordu mekân. İstanbul veya Kahire’deki gecekonduların Latin Amerika’dakilerden en büyük farkı, bu ortama kaosun hâkim olmamasıydı. Müslüman ülkelerdeki gecekonduların bu farkının arka planında ise din vardı. “Din son yıllarda itibardan düştü ve artık gecekondular Latin Amerika’dakilere benzemeye başladı. Sadece gecekondular değil, diğer kesimler de dinin pasifleştirilmesinden nasibini aldı.” diyen Bulaç’a göre boşanma oranları ile dindarlık arasında ciddi bir bağlantı var. “Eskiden belirleyiciydi; fakat son yedi yıldır din ağır darbeler yedi. Siyasette referans olmaktan çıktı, böylece umut olmaktan da… Toplumsal açıdan cemaatler eskisi gibi fonksiyon gösteremez hâle geldi.”

DİNDEN UZAKLAŞMA, AİLE VE TOPLUMU YIKIYOR

Neticede din, gündelik hayatta ve özellikle yoksul kesimde etkisini gösteremez oldu. Bulaç’a göre zamanla o dindar kişilerin yerini lümpen insanlar aldı: “Şimdi Türkiye’de şiddet yüklü, geçimsiz, nihilist, tahammülsüz, her an patlamaya hazır bir lümpenleşme süreci yaşıyoruz. Şu an yükselmekte olan milliyetçilik değil kanaatime göre nihilist bir lümpen nesil.”

Sadece kanaatkârlığı değil; iffeti, sabrı, dayanışmayı da tavsiye eden din artık fonksiyonunu göremiyor. Geçmişte din, Allah’ın en sevmediği helal olan boşanmayı zorlaştırıyordu. Fakat şimdilerde kimse dini referans almadığı için herkes boşanmayı kolayca tercih edebiliyor. “Ben kimsenin kahrını çekemem.” tavrı, ailelerin yıkılmasıyla sonuçlanıyor. Boşanan çiftler artıyor ve beraberinde evlenmeyi tercih edenlerin sayısı azalıyor. Bu iki sonuç birbiriyle adeta kol kola ilerliyor, çünkü aynı sebeplerden besleniyor. Herkes hayatın merkezinde bir rol arıyor kendine. Yukarıda sıraladığımız sebeplerin üzerine bir de ‘ben merkezli’ hayat iştiyakı yerleşince birlikte yaşama fikri daha da zorlaşıyor. Velhasıl ilkokul yıllarından bu yana övündüğümüz aile değerlerimiz büyük şehirlerde göz göre göre ilmek ilmek çözülüyor.

AHMET KURUCAN’DAN İLİŞKİLERİ KORUMAK İÇİN 6 KİLİT TAVSİYE

“Evcilik oynamıyoruz” ve “Boşanmak için mi evleniyoruz?” kitaplarının yazarı Ahmet Kurucan, dinden uzaklaşma kadar dinin bilinmemesine de bağlıyor boşanma sebeplerini. “İslam, boşanmaya Efendimizin (sas) şu beyanı ile bakar: Boşanma, Allah’ın adap ettiği helaldir.” İslam meşru, ahirette insanı mesul etmeyecek sebepleri ortaya koyar ve bunlar varsa boşanma caizdir der. İlişkileri korumak adına alınacak tedbirler arasında şunları sayıyor Ahmet Kurucan:

1. Aile içi sırlar dışarıda ifşa edilmemeli.

2. Bazı problemlerin çözümü zamana bırakılmalı.

3. Fakat bazı sorunların hemen çözülmesi gerekir. Bu durumda eşlerin birbiriyle samimi şekilde konuşmaları önerilir.

4. Bazen bir çift sözle gösterilen çıkış yolu yaşanan gerginliklere son verebilir. Bundan hareketle tecrübeli kişilerden ya da uzmanlardan yardım alınmalı.

5. Aileler, evlenen çocuklarını aşırı koruma hissine bürünmemeli, çiftler arasındaki tartışmaya müdahil olacaklarsa, boşanma değil aksi istikamette şefkatleri ve tecrübeleri ile yol gösterici olmalılar.

6. Son tavsiye ise dua. Bütün sebepleri yerine getirdikten sonra dua ihmal edilmemelidir. Sadece mutsuzluk anlarında “Aramızı düzelt” değil, her zaman “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalplerimizi telif eyle. Yuvamıza huzur ve saadet lütfeyle!” diye dua ederek Rabb’e yalvarmalı.

Peki, anlaşma sağlanamadı ve çiftler bir şekilde boşandı ise ne olacak? Ahmet Kurucan’ın onlara da birkaç maddelik tavsiyesi var:

1. Boşanmış insan psikolojisinden çıkmak lazım. Hayat devam etmektedir ve boşanmak da dünyanın sonu değildir.

2. Eğer çocuklar varsa geleceğe dair planlarda hep onlar merkeze alınmalıdır.

3. Maddî ve manevî engelleri olmadığı takdirde yeniden evlenmek mantıklı. Çünkü fıtrata rağmen tek başına hayat sürmek doğru değildir.

Psikiyatr Zekeriya Kökrek: BİYOTEKNOLOJİ EVLİLİĞİ TEHDİT EDİYOR

Son yirmi yıldır sağlık alanında ciddi gelişmeler var; klonlama, sperm ya da yumurtalık kiralama, kiralık anne… Bunlar bir dünya sistemini alt üst edebilecek veriler. Hukuku, ahlâkı; hatta dinî algılamalarımızı değiştirebilecek boyutta önemli. Yeni bir toplum tipiyle karşı karşıyayız artık. Bu da kaçınılmaz olarak evliliğin sürdürülmesini, çocuklardan beklentiyi değiştirecek. Biyoteknolojideki gelişmeler de bunda etkili olacaktır. İnsanlar farkında değil; ama ayrı bir dünya tasavvuru oluşuyor. Bireyselleşmenin uç noktalarından biri biyoteknolojideki bazı uygulamalar; atomize olmaktan öte atomaltı yapılara geçtiğimizin delili. Dünyada evlilik esastır, biyoteknoloji ise bunu tehdit ediyor. Bir bilimkurgu toplumu oluşturmaya yönelik tavrın ilk adımları karşımıza çıkan. Çünkü yeni bir insan kemmiyeti öngörülüyor. Biyoteknoloji tam olarak hayatımıza girmedi. DNA testi ileride ticari nedenlerle bankamatik gibi olacak. Biyolojik anne baba ifadeleri normalleşecek. DNA testi kolaylaştığında sosyal anarşiyi de tehdit edecek. Batı’nın sistemi ve değerleri bunları kaldırabiliyor ama bizim kültür kodlarımız farklı ve bunlara maruz kaldığımızda çok daha feci sonuçlar doğabilir.

Prof. Dr. Nilüfer Narlı: DEVLET ‘YENİ AİLEYE’ SAHİP ÇIKMALI

Aileleri güçlendirmek için devlet politikaları önemli. Ailelerin sorunlarını çözmek için kapsamlı araştırmalar yapılmalı ve bunlar devlet politikalarına formül olmalı. Ekonomik sorunlar ve işsizliğin boşanma üzerindeki etkisi dikkate alınmalı. Biz aileyi kurtarmak için sorunları tespit etmek zorundayız. Artık hayatlar, aileler değişti. Bu yeni aile modeli nelere ihtiyaç duyuyor, nasıl destek verilebilir üzerinde kafa yorup, çözümler üretmek şart.

Dr. Senai Demirci: ÇÖZÜM, AYRILIĞI ÇÖZÜM OLARAK GÖRMEMEKTE!

Özellikle Batı ülkelerindeki boşanma oranlarıyla karşılaştırınca Türkiye’deki aile kurumu son yıllardaki ciddi çözülmeye rağmen hâlâ ümitvar bir manzara arz ediyor. Hızla değişen değerlerimizden en çok aile etkileniyor. Peki, bu kurumun korunabilmesi, boşanma oranlarının düşürülmesi için neler tavsiye edilebilir? Dr. Senai Demirci’ye göre, ‘Haz ve hız’ın revaçta olduğu çağımızda, insanlar ilişkilerini kolay vazgeçilebilir görüyor. Evliliklere de ‘anlaşamazsak ayrılırız’ niyetiyle giriyorlar: “Oysa, ayrılmak tüm çözümlerin bittiği yerde ancak devreye girebilir. Bu niyet, tüm çözümleri denemeden, ayrılığı çare olarak dayatıyor.” Demirci, hastalıklı evliliklere ilaç niyetine Fatiha suresini tavsiye ediyor: “Din, Fatiha’nın bize öğrettiği gibi kendisine verilene müteşekkir olmayı (hamd), kendisiyle var olana merhametle davranmayı (rahman ve rahim) ve kendisinden çıkan eylemleri sorumlulukla belirlemeyi (din günü) gerektirir. Fatiha’nın başında belirtilen bu üç insani özellik, eşler arasında uygulanırsa, eşimizin bize minnettar kalınası bir hediye, merhametle korunası bir emanet, ilişkimizin de ebedî sorumlulukla yürütülmesi gereken bir yol olduğunu anlarız. Bu duygunun içimize sinmesi ise görünür ‘dindar’lığımızın çok ötesindedir.”

MUTLU AİLENİN KODLARINI ARIYORLAR

Aile müessesesini erozyondan korumak için son yıllarda çok sayıda sivil toplum örgütü de elini taşın altına koymaya başladı. Açtıkları ‘Aile Okulu’ ile eşler arasındaki problemlere çare olmaya çalışan kurumlardan biri de İnsan Vakfı. Üç yıldır gerçekleştirdikleri seminerlerde, teorik de olsa ‘mutlu aile nasıl olunur?’un cevabı veriliyor katılımcılara. Ailede eşler arası iletişim, etkili anne baba olma ve evlilik öncesi başlıkları altında gerçekleştiriliyor seminerler. Beş haftalık programa evli çiftlerin birlikte katılması zorunlu. Aksi takdirde sadece bir kişi programları takip ediyor ve sürekli ilişkisini sorgulayan bir tipe dönüşebiliyor; bu da aile için dengesizliklere neden oluyor. Aile Eğitim Koordinatörü Kemal Kaya, eşler arasında her zaman sanki gizli bir yarışın var olduğuna değiniyor: “Burada insanlar benzer örnekleri görüp rahatlıyor; sorunların kendilerine özel olmadığını fark ediyorlar.” Şimdiye kadar seminere katıldıktan sonra boşanmaktan vazgeçenler olmuş. “Mutlu ailenin kodlarını bulabilirsek bunun formüllerini insanlara sunmayı planlıyoruz.” diyor Kaya, çalışmalarını aile eğitim setleri ile geniş bir kesime yaymak planları arasında.


aksiyon
Yayın Tarihi : 10 Haziran 2007 Pazar 21:58:46


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
HATİCE ÖZYAZI IP: 212.175.115.xxx Tarih : 24.08.2007 14:24:06
erkeklerin içinde aldatma duygusu var ise aman evlenmesinler kimsenin günahına girmesinler

yahya KOÇ IP: 81.214.149.xxx Tarih : 11.06.2007 23:21:33
MAGAZİN PROĞRAMLARINA ÇEKİ-DÜZEN GELMEDİKÇE (KALDIRILSA NE OLUR,KIYAMETMİ KOPAR),DİN DÜŞMANLIĞI ARTTIKÇA (İSLAM DİNİ,EN BÜYÜK ÖNEM VERDİĞİ KONU OLARAK AİLEYİ GÖSTERİR) BUNLAR GAYET NORMAL KARŞILANMALI.MAHKEMELERDE AVUKATLAR YAPICI OLMALI,YIKICI DEĞİL.PARA HER ŞEY DEĞİLDİR.