18
Mayıs
2024
Cumartesi
SARIKAMIŞ - KARS
Belediye Sayfaları

Sarıkamış: Facia mı, destan mı?

Özhan Eren, son albümü, “Sarıkamış’lı Geçmiş Zaman” ile beni kalbimden vurdu. Daha önce “Kara tren gecikir, belki hiç gelmez” diye hüzne buladığı yetmiyormuş gibi, şimdi sürpriz bir acıyla savurdu beni. Bu kez karşıma bir tarihçi olarak çıktı. Zihnimin çok derinlerinde yarım yamalak bir şekilde “Allahuekber Dağları’nda bir gecede 90 bin askerin, tek kurşun atamadan donduğu savaş” olarak yer alan bir faciayı, bütün detaylarıyla hatırlamaya çağırdı. Görsel olarak inanılmaz zarif bir kitabın içinde yer alıyor CD. Yoğun bir emek harcanmış içeriğine.

Kitapta yazılanları, CD’deki 8 parçanın eşliğinde okurken, her satırında kâh üşüdüm, kâh kavruldum. Yaşanmasının üstünden 88 yıl geçtikten sonra Eren’in davetiyle o insanları gözyaşlarıyla selamladım. Şimdi ben de sizleri bu CD’yle buluşmaya davet ediyorum. “Sarıkamış’lı Geçmiş Zaman” fikri ilk nasıl çıktı ortaya? 11 Ekim Perşembe, 2001, saat 3 civarında. Bu kadar kesin; çünkü o sırada çekilmiş bir fotoğrafım var. Geçen sene Kars’a gittim bir konser için.

Durduk yere bir hüzün başladı daha yoldayken. Kars’ta işlerimizi hallettik. Öğleden sonra dediler ki, “Meraklısına Sarıkamış seferimiz var.” Sarıkamış’a gittik, o hüzün orada daha da arttı. Çamlarla dolu bir tepeye çıktık. O sıra kar başladı, rüzgâr da var. İçim ürperdi duyduğum seslerden... Orada yaşanan facianın seslerini mi duydun, yoksa daha sonra albüme girecek parçaları mı? Galiba ikisini de. İçimden, ‘buralarda bir şey var’ diye geçirdim. Aşağı inerken çok hüzünlüydüm. “Sarıkamış üstünde kar, kar altında Mehmedim var” diye iki satır söz ve onun müziği... “Sarıkamış Türküsü” o gün çalmaya başladı içimde. Oraya giderken, Sarıkamış’ın hikâyesini biliyordun tabii.

Şu kadarını biliyordum: Birinci Dünya Savaşı’nın başında, bir harp için bizim Mehmetçikler gidiyorken, Allahuekber diye büyük bir dağı aşamamışlar ve harp bile edemeden, bir gecede 90 bin kişi o dağda donarak ölmüş... İstanbul’a geldim ve Sarıkamış Türküsü’nün izini sürmeye başladım. İş Bankası Yayınları’ndan Köprülülü Şerif İlden’in, “Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi” diye bir kitabından haberdar oldum. Albümünden öğrendik; Köprülülü Şerif Yarbay, Sarıkamış Harbi’nde, 9’uncu Kolordu’nun kurmay başkanlığını yapmış bir emekli yarbay.

Evet, “Sarıkamış Harbi ile ilgili yazılmış en iyi hatıra kitabı” olarak da tanımlanıyor yazdığı kitap. O kitapla başlayan macera inanılmaz bir yolculuğa dönüştü. İstanbul’da Sultan Aziz’in hallinden 93 Harbi’ne, Trablusgarp, Balkan harpleri ve oradan Köprüköy ve neticede Sarıkamış Harbi’nin bitişine kadar epeyi uzun bir yolculuk. Bu harbin İstanbul’la bağlantısı ne? Sarıkamış, 93 Harbi’yle Ruslara geçer. 93 Harbi malum, İstanbul’u da çok fazla sarsan bir harp olmuş, Yeşilköy’e kadar gelmiş Ruslar. Doğu Anadolu’ya da saldırmışlar; Sarıkamış, Kars, Ardahan harp tazminatı olarak onların olmuş. Ve o zamandan 1914’e kadar yaklaşık kırk yıl insanların ıstırabı “Başımıza Gelenler”, “Kara Günlerimiz” gibi kitaplara konu olmuş. “Yaşlılarımız ‘Ah Kars!’ diye ağlayarak öldüler”, diyorlar. İstanbul’da meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinden herkes bir şeyler ummuş, doğudakilerin bir kısmı için de kaybedilen ata topraklarına kavuşma imkanı olarak görülmüş.

Oradaki âşıkların da dile getirdikleri çok sıkı bir hasreti hissediyorsun. Yani bu, düz bir harp seferi değil. Öyle görünüyor. Tabii epeyi bir politik, ekonomik gerekçelerden bahsediliyor işin ön planında; ama tek tek insanlara baktığımız zaman kimi için de bir sevda hikâyesi gibi. Teğmenlerden biri var mesela, o hep içimi acıtan bir cümledir. Harp sırasında esir düşüyor ve alalım diye mücadele ettikleri Sarıkamış’a Rus askerlerinin eşliğinde götürülüyor ve hatıra kitabında bu bölümü anlattığı yerin başlığı, “Böyle mi gelecektim sana?” Yani, bunu insan, çok sevdiği bir insana diyebilir.

Sen hüzünlere çok açık bir adamsın, o yüzden mi bunlar gelip gelip seni buluyor? Ah bir bilsem? Çok yatılı okudum ben, çok ayrı düştüm, ondan mı, yoksa zaten böyle biri olduğum için mi hüzün peşindeyim? Ama doğru, “hüzün alıcıları” vardır bende. Baba tarafım, Azerbaycan’dan gelme 1917’de. Kim bilir, belki 19. yüzyılda Kafkaslar’da Ruslardan kurtulmak için göç edenlerdendi büyük dedelerim. Babadan oğula nasıl bir müzik kabiliyeti geçiyorsa, genlerle belki bir dönem yaşanmış hüzünler de geçiyor. Mesela Balkan Harbi, Sarıkamış Harbi’nden iki sene önce oluyor.

Balkan Harbi’nde ordu, tam anlamıyla bozguna uğramış, İstanbul koleradan kırılmak üzere. Subayların çoğunluğu, “Balkan Harbi rezaletini üzerimizden atmak için, şimdi bu harpte muvaffak olmalıyız” diye düşünüyor. Bilmiyorum ki Sarıkamış’ta rastladığım hüzün belki İstanbul’da yaşananları da hissedilir kıldı bana, yani aynı damardandı zaten ikisi de. O yüzden “Sarıkamış’lı Geçmiş Zaman” İstanbul’dan başladı herhalde. Yolculuk sürdükçe de, albüm tamamlandı. Bu albümde sanki hikâyeyi anlatmak ihtiyacın ön planda. Öyle de diyebiliriz; ama bu planlı–programlı bir iş olmadı, tamamen kendiliğindendi her şey.

Mesela Stephan Lausan’ın “Hastanın Başucunda” diye bir kitabı var. Balkan Harbi sırasında dolaşan, İstanbul’u anlatan bir yazar. Ben onu okuyordum. Televizyonun karşısında uyuyakalmışım. Ve okuduğum bölümde de artık Bulgarlar İstanbul’a girmek üzereler. Televizyondan gelen, “sokak çatışmaları başladı” diye bir haberle uyandım. Toparlandım, hava kararmış, gözlerim dolmuş. Evdekilere neredeyse “Hadi hazırlanın, geldiler!” diyeceğim.

Haberin İstanbul’la filan bir ilgisi yok tabii; ama ben Balkan Harbi günlerinde daldım ya? ONLARLA YAŞAMIŞ GİBİYİM Bu kadar kaptırmışsın kendini yani? Hem de nasıl! İki üç gün sonra, stüdyodaydım, çok bunaldım. Bir hava alayım diye çıktım, “Ey şehr–i İstanbul” şarkısı bitmiş olarak döndüm. Böyle şeyler çok olur mu bilmiyorum ama, o insanlarla yaşamış gibiyim o dönemi. Sanırım “Sarıkamış’lı Geçmiş Zaman” tarzında bir çalışma daha önce yapılmadı... Bildiğim kadarıyla ilk kez yapıldı. Derler ya işte, bir ülkeyi tanımak için ana yoldan ayrılmak lazımdır, benimki de öyle oldu galiba.

Bir Sarıkamış’lı Geçmiş Zaman’a döndüm, tam döndüm. Mesela oradaki insanlardan biri Ethem Albay. 1905 rakımlı Çobandede tepesini, Ruslardan geri alıyorlar. Diyor ki, 1914 Kasım ayının ilk günlerinde, “Ben, son bir asırda ilk defa Rus ordusunu bizden kaçıyorken gördüm ya, bu bana yeter!” Onur harbine dönmüş mesele neredeyse. Böyle bir sevda. Toprağın sevdası yani? Tabii ki toprak sevdası. Kaç kişi için geçerliydi bu, bilemem; ama bu “Kafkasya’yı fethedeceğiz” gibi ideolojik bir şeyin de dışındaki duygu gibi göründü bana. Devlet politikalarının ötesinde, çok insani bir şey. Yani “Ah Kars!” diye ağlayan dedelerin torunu olarak bir şey yapmak istemiş kimisi.

Eksi kırk derecede, mektep bebeleri, yaşlı insanlar, sırtlarında erzak çuvallarıyla böyle bir sevdanın peşine düşülmüş; ama olmamış. Çok sarstı gerçekten beni, tanımadığım insanlar tanıdım. Bu benim için “tarihimizi öğrenmek” konusunun çok ötesinde bir şey oldu. Ben şimdi böyle “tarih” filan dedikçe bir taraftan da rahatsız oluyorum, çekiniyorum. Niye çekiniyorsun? İnsanları, yaşadıklarını, yolculuklarını, duygularını izledim ben. Kayserili Katipzade Ragıp Efendi’den Enver Paşa–Naciye Sultan aşkına kadar, Yavuz Zırhlısı’na kadar ne bulabildiysem. İşin tabii ki çok ciddi bir “ilim” yanı da var; ama onlar aşkın, hüznün kimyasını tahlil etmek gibi geliyor bana, çok rahat hissetmiyorum kendimi o yüzden.

Ne zaman “Sarıkamış” desem, içimde “Sarıkamış’lı Geçmiş Zaman” çalıyor. Şimdi, içimde o müzikler, hele ki Sarıkamış Türküsü çalarken ben kalkıp da işin tarihi boyutundan, politik boyutundan ya da askeri stratejilerinden filan bahsetmeye kalksam, örtüşmüyorlar. Biri benim işim değil, teknik bir şey, diğeri ise içime çöreklenmiş bir “Ah Sarıkamış!” hüznü, kanayan bir yara. Tıkanıp kalıyorum. Üstelik ben müziğimin söylediklerini önemsiyorum. İçinde albümümün olduğu kitap da, tamamen müziklerimle ilgili. Nelerden haberdar oldukça yapmışım bu müzikleri, neyin hatırasıdır bu müzikler, insanlar onu bilsin istedim.

Zaten kitabın çok önemli bir bölümü o insanların hatıraları. Tabii ki çok önemli, çok şey anlatan hatıralar da var diğer kitaplarda. Mesela 4 Ocak’tan itibaren, Sarıkamış’ın alınamayacağı kesinleşince başlayan bir geri çekilme var, yaklaşık bir ay süren. Askerlerimiz hem kendileri kurtulmaya çalışıyorlar hem de ellerindeki topları taşımaya çalışıyorlar, o karda kıyamette buzlu derelerden aşırmaya çalışıyorlar, düşmanın eline geçmesin toplarımız diye. Zaten fukara millet. Ya da 26 Aralık gecesi Allahuekber Dağları’nda yakalandıkları tipi... Allahuekber Dağları’nda 90 bin ölüm kesin bir rakam mı? Ramazan Balcı’nın doktora tezinde bütün Sarıkamış Harbi kayıplarının 30 bini bile bulmayacağı yazılı. Yıllar önce General Fahri Belen’in verdiği rakam da o civarda, ‘esirlerimiz dahil 40 bin kayıp’ diyor.

Mareşal Fevzi Çakmak ise ‘60 bin’ olarak söylüyor. Üstelik bütün bir ordunun Allahuekber Dağları’nda bir gecede donarak ölmesi filan diye bir şey yazmamışlar, bütün detaylar var o kitaplarda. Tabii ki Sarıkamış Harbi’nin kendisi zaten facia. Facia bütün bir orduyu zaten perişan etmiş. Ama kayıp sayısı olarak bildiğimiz 90 bin değil de 30 bin ise, ordu Allahuekber Dağları’nda donmamışsa, Sarıkamış’ı ele geçirmek için yapılan o insanüstü mücadelenin kıymeti azalmış mı olacak? Ya da facia mı daha azalacak? Tabii ki azalmaz...… Biz “Cemal’im” diye, “Hekimoğlu” diye birçok “tek kişi”ye türkü yakmış insanlarız. Harp filan bir yana, eksi kırk derecede günlerce yürümek bile tahammül edilebilir bir şey mi? Allahuekber Dağları’nda bir gecede donarak ölmemeleri, yer yer haftaları bulan bir harpte ellerindeki imkânsızlıklarına rağmen Ruslarla mücadele etmeleri... Ama ‘Ruslar hiç kayıp vermemiş, biz tek kurşun bile atamamışız’ diye anlatıldı bize hep? Ruslara 30 bin civarında bir kayıp verdirdiğimiz yazılı kaynaklarda.

Bunların iki veya üç bin kadarı da aldığımız esirler. Başlarındaki komutan bile kaçıyor harbin ilk günlerinde. Rus kaynaklarında da, diğer yabancı kaynaklarda da var Sarıkamış Harbi’nde yaşananların, oradaki direnişimizin kahramanlık örneği olduğu. Hatta Fahri Belen Paşa, o “tek kurşun atmama” hikâyesi bir yana, “Eşi az bir kahramanlık destanı.” diyor. Albümün yanında verdiğimiz kitapta da yer aldığı için bahsedeyim, Rusların başkomutanlarından Nikolski de “Tahammülü çok zor şartlardaki kahramanlıklar...” olarak tanımlıyor Sarıkamış Harbi’mizi. Düşünün ki Sarıkamış Harbi’nin ilk günlerinden sonra Rusların komutanı Mişlayevski kaçıyor, ‘hepimiz imha olacağız’ diye, soluğu Tiflis’te alıyor. Sarıkamış’a giriyoruz birkaç kere, avucumuzdan kayıyor. UZUN BİR TRAJEDİ Galiba bize anlatılanların dışında çok farklı bir Sarıkamış Harbi hissettin sen? Bildiklerimizin dışında o kadar çok ayrıntıları olan bir dönem ki, şimdi düşün: 1914 Kasım ayının ilk günlerinde Karadeniz’deki baskının hemen sonrasında Samsun civarından yürüyerek yola çıkan bir kolordu var; 10. Kolordu, yaklaşık 40 bin kişi. Bir tümeni de Amasya’dan gidiyor harbe.

Şimdi ben bunu ilk öğrendiğimde Kaymakam Selahattin Bey’in yazdıklarından, önümde harita, bütün safahatı çözmek için epeyi bir uğraştım. E, ne de olsa hemşehrilerimin hatıraları, belki içlerinde akrabam olanlar bile vardır. Çok uzun bir yolculuktan sonra da, bir aydan fazla karda kışta yürüyerek Erzurum’a geliyorlar, ne araba var ne de tren ve hemen arkasından 22 Aralık’ta Sarıkamış harekatına katılıyorlar. Oltu’yu alıyorlar, Allahuekber Dağları’nda olmadık facialar yaşıyorlar, Sarıkamış’a iniyor bir kısmı. 4 Ocak’a kadar Sarıkamış civarında harp ediyorlar, yaralanıyorlar, şehit düşüyorlar, esir düşüyorlar, kurtulanlar geri çekiliyor. Uzun bir trajedi... Tabii Enver Paşa sorumlu bütün bunlardan değil mi? Enver Paşa, yaptıkları veya yapmadıklarıyla zaten çok tartışılan bir lider.

“Her harp komutanın hanesine yazılır” derler, Sarıkamış Harbi’nin baş sorumlusu da Enver Paşa’dır tabii ki. Ama diğer yandan 120 bin kişilik bir ordunun yaşadıkları da var... Sadece askerler de değil, Erzurum’daki insanlarımız, harp bölgesindeki kasabalarda, köylerde yaşayan insanlarımız var. Cepheye Rize’den, Kastamonu’dan erzak, malzeme yetiştirmeye çalışan insanlarımız var, aç açık. Hele bir de tifüs... En çok ne etkiledi seni? En üzüldüğüm şeylerin başındadır, Sarıkamış için onca mücadele eden, son mermisini tüketene kadar siperini savunan insanlardan bu zamana kadar habersiz olmam.

Memleketleri için, çocukları için, topraklarına ve kendi değerlerine saygıları için ya da Şevket Süreyya’nın deyimiyle “bir borcu ödemek için” harp eden, yaralanan, hastalanan, esir düşen, şehit düşen on binlerce insan... Nasıl gömmüşler onca insanı? Harp bittikten sonra. Bölge yeniden Rusların hakimiyetine geçiyor, ağır kış şartlarının tesiriyle defnedilemeyen; çünkü toprak donmuş bir vaziyette ve kazmak mümkün değil, binlerce şehidimiz bütün bir kışı kar altında geçiriyorlar. Ancak baharla beraber defnettiriyor Ruslar, mart ayında. Civar köylerden imamlarımız eşliğinde, toplam 23 bin şehit defnediliyor, Sarıkamış ve çevresindeki mezarlıklara... Hepsinin ruhu şâd olsun. Aziz hatıralarını, kahramanlıklarını ömrüm boyunca unutmayacağım.

Zaman Gazetesi
Yayın Tarihi : 17 Ağustos 2003 Pazar 00:00:18
Güncelleme :18 Ocak 2004 Pazar 15:59:42


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
orhan KARAYILAN IP: 88.224.39.xxx Tarih : 11.03.2007 13:29:43
sarıkamış bir faciadır enver paşanın selanikten aldığı tüm askerler sarıkamışta canını VATAN için feda etmişlerdir

selena bayan IP: 88.242.130.xxx Tarih : 15.11.2007 21:50:29

bunu birazdaha geliştirebilirsiniz


kazım Çifteli IP: 88.226.249.xxx Tarih : 22.04.2007 11:05:15
Sarıkamış insanın okudukça diken diken olan tüyleriyle hep içinden bir şeyler koparılan sarıkamış enver paşa bukadarını göremedimi acaba yoksa haincemi davrandı nezaman sarıkamış lafı geçse içim burkulur RUHUNUZ ŞAAD OLSUN

ismail çil IP: 85.104.63.xxx Tarih : 8.01.2007 12:18:50
bence sarıkamış Enver Paşa'nın insanımıza yaşattığı acı bir destanmı desem yoksa facia mı desem bilinmez ama acı acı acı bir durum

seda turan IP: 85.97.90.xxx Tarih : 20.03.2008 23:42:39

sarıkamış destanı bence bir faciadır enver paşanın şehitlerimiz mücadele ederken itilaf devletlerine sığınması onun ne kadar millici oldunu bizlere göstermiş oldu damat feritten farkı olmadını düşünüyorum hatayı kabullenmek heleki böyle bir hatayı hiç mi kolay deil bence nasıl olduda bida güvenimizi kazandı ve böle bir faciayla karşılantık bilinçli bir durumuş gibi geliyor bana