3
Mayıs
2024
Cuma
ANKARA

RUHLARIN MEYİ VE İTFAİYE MEYDANI...

Küçük bir sandık, Elektro Konvulsif Tedavi cihazıymış. Psikiyatri müzesinde olmalıydı ama mekân Türkiye olunca böyle şeyler olabiliyor demek ki...

 

Saat sabahın dokuz buçuğu, hava o kadar güzelleşmiş; çiçekler o kadar konuşkan ki, sessizlikte kuş sesleriyle beraber yalnızlığımı paylaşıyorlar. Böyle sabahlarda yapılabilecek en güzel işlerden birisi domates, acı biber ve patlıcan üçlüsünü közleyip sarmısaklanmış- nar ekşilenmiş hale getirip mideyle bütünleştirerek (ki orjinal adı ‘babağannuç’tur) vücudun serotonin, dopamin ve mutlu edici bilimum maddelerini -gündemdeki her şeye rağmen- bir nebze de olsa artırmaktır. Nitekim öyle yapıyorum, önce közlüyorum sonra da afiyetle yiyorum.

Eski güzellikleri sevdiğim için İtfaiye Meydanı’na arada sırada zaman ayırırım. Serotoninin ya da endorfinin artmış etkisinden olsa gerek, 50 dakikalık bezdirici bir belediye otobüs yolculuğu ile önce Kızılay, oradan da Ankara’da uzun süredir ilk kez yaşadığım bunaltıcı sıcak altında, dolandırıcı tablacılardan ve bulkarayıalparayı’cılardan kaçmaya çalışarak 15 dakika kadar yürüyüp İtfaiye Meydanı’na varıyorum.

F tipi esnaftan alma...

O güzelim kitaplar yine yerlerde... Yanına oraya her gittiğimde uğradığım ihtiyar esnaf, günün erken saatlerinden demlenmeye başlamış her zamanki gibi ama bugün biraz sinirli. “F Tipi esnaflardan alışveriş yapma” diyor bana, kızgın ama samimi bir şekilde...

Yıllanmışlığının gücü ile insanlığın ve insan olmanın önemini anlatıyor bana, büyülenerek dinliyorum, aklıma alkol alımında beyin korteks’inin işlevi geliyor, şaşırıyorum. Tam gülümserken yerde siyah ciltli, Mina Urgan’ın çevirisini yaptığı Henry Fielding’in Tom Jones’unu görüyorum, biraz bakınca basım yılının 1945 olduğunu, hatta önsözünü İsmet İnönü’nün yazdığını da okuyorum. Hemen yanında Heinrich Böll’ün Palyaço’su duruyor, ciltlenmiş...

İkisini de alıyorum. Kitaplara dalıyorum, 10 dakika sonra tozdan ellerim kirlenmiş bir vaziyette, Frank Haskell’in Kadınlardan Bıktım’ı, W. J. Lederer’in Davar Millet’i ve Gordon M. Williams’ın Köpekler’ini alıyorum. Kızgınlığı geçmiş olan ihtiyara parasını verirken karşıdan bir ses beni çağırıyor sanki, bir şarkı, adı Uğrunda Bir Ölmek Kaldı, Orhan Baba yine büyülü sesi ile söylüyor. O kadar güzel bir şarkı olmasına rağmen Orhan Baba’nın dört klasik albümüne de bu parçayı neden seçmediğini anlayabilmiş değilim, tıpkı Kader Diye Diye, Bağrımda Bir Ateş hatta Selma ve daha niceleri gibi. Sese doğru yürüyorum, oryantal ve Batı ritimlerinin birarada olduğu bu parçayı dinlerken yine yerde Orhan Baba’nın Leyla ile Mecnun longplay’ini hemen arkasında da Biricik’in Bulamadık ki ve Kır Gönlümün Zincirini adlı Gencebay bestelerini okuduğu longplay’ini görüyorum.

O kadar şaşırıyorum ki Biricik’in longplayini bulduğuma, çatlamış olmasına rağmen ikisini de alıyorum. Özellikle sevgilimin sevdiği (ve tabii ki benim de sevdiğim) bir Zeki Müren 45’liği arıyorum, bulamıyor plakçı ama söz veriyor bir dahaki sefere hazır diyor. Derken, muhteşem plaklara dört muhteşem longplay daha ekliyorum: Ray Charles’ın seçilmiş parçaları, Müslüm Gürses’in Bağrıyanık’ı, Patti Page’in Folk Song Favorites’i ve Greenpeace Breakthrough adlı longplayi...

Plakçıya Fairuz’u soruyorum, bildiğini ama ellerinde plağının bulunmadığını söylüyor, haklı tabii nereden bulacaklar... Eski fotoğraflar, kitaplar, çeşit çeşit dürbünler, gözlükler, fotoğraf makineleri ve sayamayacağım dünya dolusu malzeme var, insanın başı dönüyor. Başımın dönüşlerinin bir tanesinde gözüm eski ahşap bir nesneye takılıyor, çok eski görünüyor, üzerinde göstergesi ve değişik değişik kabloları olan küçük bir sandık. Ne olduğunu soruyorum, aldığım cevapla beraber kalakalıyorum. Bir EKT (Elektro Konvulsif Tedavi) cihazıymış. Birazcık zengin olsaydım eğer, o cihazı asla orada bırakmayacağımı biliyorum, kimbilir o ahşap nesne neleri görmüştür, hangi beyinleri hangi şekilde hoplatarak resetlemiştir-resetlemiş midir? Allah bilir... Orada ne işi vardı anlayamadım, bir psikiyatri müzesinde olması gerekirdi ama mekân Türkiye olunca böyle şeyler olabiliyor demek ki...

Biricik, Ray Charles, Gencebay, Fairuz derken saatin ilerlemiş, ellerimin kirlenmiş, beynimin ise ferahlamış olduğunu hissederek kitaplar ve plaklarla dolu çantamla, Zeki Müren 45’liklerine bakmak için geri gelmek üzere ayrılıyorum İtfaiye Meydanı’ndan. Öyle bir yer ki, dükkândan çıkıp İtfaiye Meydanını terk edene kadar yürüdüğüm beş dakika içinde alkollü, berduş görünümlü, iyiyüzlü, hasta, bakımlı, yerde yatan, küfürbaz, zorlapornocd satan tiplerle karşılaşıyorum, gülümsüyorum düşünerek: “Burası Ankara’ya ait ise başkent neresi? Başkent burası ise kent ile ilgili tanımlamalar yeniden yapılandırılmalı” diye saçmalıyor beynim-beyinciğim...
Otobüse biniyorum, ilginç ilginç kokularla kokuşarak kendilerini cazibe merkezi haline getirmeyi başarmış “hanımefendiler” biniyorlar. Uzaktan izleyerek dünya umurlarında değil diye düşünüyorum, sonra kızıyorum kendime belki de haksızlık ediyorumdur diye.

Güneş batıyor, vuruyor yüzüme, gülümsüyorum yine... Kendime ve kokuşmuşlara...
 

Serdal Kanuncu - Radikal
Yayın Tarihi : 6 Temmuz 2009 Pazartesi 17:01:03


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?