4
Mayıs
2024
Cumartesi
ANKARA

Anıtkabri yapan mimar nasıl öldü

Usta mimar ve kenthaber yazarı Yılmaz Ergüvenç, köşesinde çok önemli bilgiler veriyor mimari dünyamız hakkında.. Ergüvenç, İnönü devrine ait mimariyi tanıtırken, Anıtkabrin mimarının başına gelenleri de hatırlattı... 

1940–1950 yılları arasındaki 10 yıllık dönem, mimarlık tarihimizde ‘İkinci Ulusal Mimarlık Dönemi’ olarak adlandırılır. Modern mimari anlayışına sahip bazı mimarlarca da istihfafla, ‘Taş Devri’ diye anılır.

1940’lı yıllar, 2. Dünya Savaşı’nın en şiddetli cereyan ettiği yıllardı. Zaferi, ‘müttefikler’in mi, ‘mihver devletleri’nin mi kazanacağı belirsizliğini koruyordu. Bilindiği gibi, Nasyonal Sosyalist Almanya ve Faşist İtalya, ‘mihver devletleri’ni oluşturuyordu. Birinci ulusal mimari akımın 10 yıllık bir aradan sonra, yeniden ortaya çıkması ve gelişmesinde, ‘Millî Şef’ İnönü’nün Atatürk’ten farklı anlayıştaki kişisel görüşleri yanında, Avrupa’daki totaliter rejimlerin getirdiği mimari dayatmaların yurdumuzda da etkili olduğunu düşünmek yanlış olmaz.

1938’den, Atatürk’ün vefatından sonra Sedat Hakkı Eldem’in Güzel Sanatlar Akademisi’nde yeniden başlatmış olduğu ‘Millî Mimari Semineri’ ile daha sonraki yıllarda Prof. Paul Bonatz’ın evvela Milli Eğitim Bakanlığı’nda, daha sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nde yaptığı neo klasizme dönüş çalışmaları, bu yolu yeniden açan etkenlerdendir.

Eldem’in, Akademi’deki seminerlerde ve yaptığı projelerde, kadîm ‘Türk Evi’ mimarisine yeni bir yorum getirmesi, bu akımın en olumlu adımı olmuştur. Hocanın, zaten anıtsal - ulusal mimarideki ‘Taş Devri’ne dönülmesine fazla taraftar olmadığı şu yazısından anlaşılıyor: ‘’…(Kübizme) tepkilerde devlet önder oldu. Fakat pratik düşünce ve müeyyidelerin yanında ideolojiler de harekete geçmiştir. Totaliter rejimler dünya ve çevre görüşlerini Avrupa’ya empoze etmeye başlamışlardı; Türkiye de bu baskıdan uzak kalamazdı, zaten kübik mimari iflâs etmişti… Ancak bu mimari denemeler, resmî direktiflere uyarak taştan bir kılığa bürünmek zorunluluğuna girdiler…’’ diyor. 

Üniversiteden atıldı, yüreğine indi

Şimdi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi’nden ve onun yeniden kurucusu, daha doğrusu yenileyicisi olan Ord. Prof. Emin Onat’dan bahsedelim:

Emin Onat (1908–1961), Vefa Lisesi’nden sonra Hendese-i Mülkiye’nin yeni adı olan Mühendis Mektebi’ne girdi. Üstün başarısı sonucu, daha 3. sınıfta iken İsviçre Zürih Teknik Üniversitesi (ETH)’ne gönderilerek eğitimini orada tamamladı. Meşhur mimar Prof. Otto Rudolf Salvisberg (1882–1940)’in öğrencisi oldu. 1934’de yurda döndü. 1935’de Yüksek Mühendis Mektebi, Mimari Şubesi’ne başkan, 1938’de Prof., 1943’de okulun İstanbul Teknik Üniversitesi’ne dönüşmesi ile Ord. Prof. ve Mimarlık Fakültesi Dekanı, 1950’de Rektör oldu. 1954–1957 arası yaptığı milletvekilliğinden sonra tekrar fakülteye döndü. 1960 ihtilâlinde, despot bir kararla üniversitelerden atılan 147 hoca içinde Emin Onat da vardı. Bu olayla kahrolan hoca yüreğine yenildi ve olaydan 8 ay sonra vefat etti. Mimarlık fakültesine ömrünü veren, Atatürk’ün Anıt-Kabir mimarı hocanın affedilemez suçu (!) acaba ne idi? Söyleyeyim: Eşinin Alman olması ve Demokrat Partiden milletvekili seçilmesi. (Bu size tuhaf gelmesin; abartmıyorum, yine 147’lik olan Prof. Orhan Safa’nın suçu (!) ise, sadece eşinin Rus asıllı olması idi.)

Emin Onat, İTÜ Mimarlık Fakültesi’ni adeta baştan yaratmış, 10 yıl gibi kısa bir zamanda onu uluslar arası düzeyde bir fakülte haline getirmiştir. Fakültede hep akılcı – işlevci – modern mimariden yana oldu. Ancak ikinci ulusal mimarlık dönemindeki zorunlu çalışmalarında ulusal mimari ile uluslar arası mimari arasında denge kurmaya çalışmıştır. Hoca olarak, öğrencilerle masalarına giderek tek tek ilgilenir, rahat bir ortam içinde sigaralar yakılır, projeler üzerinde empoze edici değil, genel ilkeler üzerinde durarak, onları iyiyi ve güzeli bulmaya yöneltir ve takdirkâr sözlerle teşvik edici davranırdı. Ancak yeteneksiz gördüğü öğrenciye: ‘’Paşa, sen istersen başka fakülteye geç, belki de iyi bir makine mühendisi olabilirsin, muafiyet derslerinde sana yardımcı olurum.’’ dediği de vâkî idi.

O günlerin üçüncü mimarlık okulu, bu günün Yıldız Teknik Üniversitesi – Mimarlık Fakültesidir. Bu okul, 1911’de ‘Kondüktör Mektebi’ (Tekniker Okulu) olarak açılmış, 1922’de ‘Nafıa Fen Mektebi’, 1937’de ‘Yıldız Teknik Okulu’, 1969’da ‘İDMMA’, 1982’de Yıldız Üniversitesi’, 1992’de ‘Yıldız Teknik Üniversitesi’ olmuştur. Mimari Şube, Yıldız Teknik Okulu döneminde, 1942’de kurulmuş, öğretim üyeleri genellikle GSA ve İTÜ mezunlarından oluşmuştur. Üniversite olduktan sonra akademik kadrosu gelişmiş, önemli ilerlemeler kaydetmiştir.

Ulusal mimarlık döneminin en önemli yapıtı, ‘Anıt-Kabir’dir. Ata’nın vefatından 4 yıl sonra, 1942’de toplanan, hocamız Prof. Paul Bonatz’ın da bulunduğu uluslar arası jüri, Prof. Emin Onat ve Doç. Orhan Arda’nın projesi ile beraber Prof. J. Krueger’in ve Prof. A. Feschini’nin projelerini birinciliğe lâyık gördü. Sonuçta 3 birinci projeden Emin Onat ve Orhan Arda’nın projesi tercih edildi. 11 yıl sürüncemede kalan inşaat, ancak 10 Kasım 1953’de Ata’yı bağrına basabildi.

Anıt-Kabir projesi, Selçuklu ve Osmanlı mimari üslûplarından farklı olarak, kökenini ‘Antik Anadolu’da aramıştır. Ama bu yapıya bir ‘Parthenon’ diyemeyiz. Vaziyet planında, sanki bir Hitit kentinin havasını bulursunuz. Selçuklu ve Osmanlı’ya ancak ayrıntılarda rastlarsınız. Anıt, üç ana unsurdan oluşmuştur: 1/ Aslanlı yol, 2/ Tören alanı, 3/ Mozole.

Aslanlı yol, insanları ziyarete hazırlayıcı bir yol olup iki yanına Hitit aslanları dizilmiştir. Yolun iki yanındaki sık ağaçların işlevi, ana bina olan Mozole’yi gözlerden saklamak, yolun sonunda tören alanına ulaştığımızda, birden bire sol yanımızda karşımıza çıkarak sürpriz etkisi sağlamak amacını güder.

Tören alanı, 15 bin kişiyi alabilecek kapasitededir. Zeminine, renkli travertenlerle Anadolu’nun halı ve kilim desenleri işlenmiştir. Çevre kolonat başlarındaki 10 adet kule tavanları Selçuk kümbetleri gibi piramit, tepeleri Türk çadırlarındaki gibi tunç mızrak uçludur. Duvar-çatı arakesitlerinde Selçuklu’da kullanılan ‘testere dişi’ bordürler bulunur.

Mozole, 3 bin 750 metre kare alanı kaplar. Yükseklik 17 metredir. İlk projede 27 metre olan yükseklik, ekonomik düşüncelerle taç kitlesi kaldırılarak düz bir tavanla bitirilmiştir. Sembolik lâhit, 40 ton ağırlığında yekpare mermerdir. Mozole altındaki mezar odası, Selçuklu kümbetlerinde ve Osmanlı türbelerinde sık kullanılmış olan sekizgen planlı olup tavan Selçuklu piramiti formundadır. Tüm doğal taş ve mermerler, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden çıkarılarak işlenmiştir.

(Anıt-Kabir, Ata’mızın medfeni olduğu kadar, Cumhuriyet’imizin simgesi olması ile en büyük, en önemli, en değerli anıtımızdır. Bu nedenledir ki, kısa makalemizdeki yapılar içinde en fazla yeri Anıt-Kabir’e verdim.)

Sedat Hakkı Eldem ve Emin Onat, dönemlerinin başat mimarlık hocaları idi. Onun içindir ki, tek parti yönetimi bu iki mimara ortaklık önerdi. Bu zoraki evlilikten doğan çocuk, Beyazıt’daki İstanbul Üniversitesi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri kompleksi oldu. Yıl 1944. Daha sonra bu ikiliye Prof. Paul Bonatz da katılarak 1947’de Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi yapıları ortaya çıktı. Her iki projede de Sedat Hakkı Eldem’in fikirlerinin daha ağır bastığı anlaşılıyor. İkinci ulusal mimari akımının birinci ulusal mimari akımından en büyük farkı bu yapılarda beliriyor. Birinci dönemde bol bol kullanılan yuvarlak mermer sütunları, sivri kemerleri, ve de kubbeleri bu yapılarda görmüyoruz. Bu yapılarda, Sedat Bey’in savunduğu kadim Türk ev, hanay ve konaklarının özelliği olan kemersiz dikdörtgen pencereleri, geniş saçakları, kare kesitli sütunları, aşı boyası rengindeki sıvaları görüyoruz. Küfeki taşı duvar kaplamalarının ise ‘devlet zoru’ ile yapıldığını Sedat Beyin yazısından anlıyoruz.

Bu arada, İTÜ Mimarlık Fakültesi de yöresel ve bölgesel mimari araştırmalarına ağırlık veriyor, geleceğin profesörü olacak asistanlara Anadolu yerleşimlerinin, geleneksel Türk ev, konak ve hanaylarının rölöve ve etütlerini ‘doktora tezi’ olarak yaptırıyor ve bunları yayınlıyordu.

Şimdi, ‘İkinci Ulusal Mimarlık Dönemi’nin oluşmasına destek veren, önemli bir yabancı mimardan, hocamız Prof. Paul Bonatz’dan söz edeceğim: Prof. Paul Bonatz (1887–1956), Stuttgart Technische Hochschule hocasıdır. 1914’de Friedrich Scholer’le beraber girdiği ‘Stuttgart Tren Garı’ proje yarışmasındaki birinciliği kariyerinin başlangıcı olmuştur. Projeyi yetiştirmeye çalışırlarken, üst katta kızların verdiği partiye kız arkadaşının davetine rağmen gitmediklerini, ama aklının yukarıda kaldığını, yukarıya çıktığı anda projenin yatacağını, iradesini zorlayarak çizime devam edip sonuçta birinci olduklarını anlatmış, bizlere de güzel bir irade hâkimiyeti dersi vermişti.

1940’lı yıllarda Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, köy enstitüleri ile beraber teknik öğretime de önem vermiş, Bonatz’ı bu konuda çalışması için Ankara’ya davet etmişti. Hoca, sosyal demokrat düşünceleri nedeniyle Nazi rejiminin baskısı altında ve de savaş koşullarında Almanya’da yaşamaktansa Türkiye’ye gelmeyi seve seve kabul etmiş, bu gelişi, mimarlık ve mimarlık eğitimi için kazanç olmuştur. Böylece 1943’de, bakanın danışmanı olarak Ankara’da göreve başlamıştır.

Teknik okul proje çalışmaları yanında, 1945-1946’da Ankara Saracoğlu Mahallesi (bu gün Namık Kemal) düzenlemesi ve memur lojmanlarını yapmıştır. Bu mahalle, sempatik ve ağaçlı sokakları, saçaklı ve kiremitli çatıları, kitle ve cephe oranları ile tipik bir Türk mimarisi yorumudur. Dönemin ekonomik şartları paralelinde, lüks malzeme kullanılmamasına rağmen, bu gün de asaletinden ve dayanıklılığından hiçbir şey kaybetmemiş mimari mirasımızdır. (Ben, bir dairesinde 3 yıl oturdum, binadan ve çevreden çok mutlu oldum.)

İstanbul Teknik Üniversitesi, 1946’da hocayı kendi bünyesine almıştır. Hoca, Taşkışla’nın yıkılarak yerine yeni bir fakülte binası yapılması önerisine karşı çıkmış, Taşkışla’yı restore ederek İTÜ Mimarlık Fakültesi’ne kazandırmıştır. 1955’e kadar kaldığı fakültede, Türk hocaların yetişmesinde de çok büyük katkıları olmuştur.

O yıllarda, Ankara Devlet Konservatuarı çok değerli tiyatro, müzik ve opera sanatçıları yetiştirmiş, bu sanatçılara ve kompozitörlere ‘Ankara Halkevi Tatbikat Sahnesi’ dar gelmeye başlamıştı. Ankara’nın bir Devlet Tiyatro ve Opera binasına şiddetle ihtiyacı vardı. Ancak, mevcudu korumak ve yaşatmak yerine, bizim göçebe ruhumuzdan gelen, sanki başka yer yokmuş gibi mevcudu yıkıp yenisini yapmak hastalığımız nüksetmiş, Türk kübik – modern mimarisinin en iyi örneklerinden, Şevki Balmumcu yapıtı, Ankara Sergievi’nin yıkılması gündeme gelmişti. (Görüyorsunuz ki bu gün de değişen bir şey yok) Nitekim, Bonatz’ın projesine göre, binanın dış duvarları bırakılarak iç kısmına salon, fuaye, sahne ve sofita ile sanatçı tesisleri yapılmış, ön cepheye kolonat ilavesi ile halk girişi yanında, sanatçıya verilen önemi gösteren görkemli sanatçı girişi ile güzellikler taşıyan neo-klasik bir bina ortaya çıkarılmıştı.

Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim: Taşkışla’yı yıkımdan kurtaran Bonatz, Sergievi’nin yıkılmasına karşı çıkmamış, meslekdaşının eserini kendi üslûbuna göre değiştirmekte beis görmemiştir. Çünkü Bonatz, kübizme karşı bir mimardı ve binayı değersiz buluyordu. Ne olursa olsun, nerede kaldı telif hakkı ve de meslek etiği? Acaba Türk mimarlığının önemli yapıtı Sergievi yerinde bırakılsa idi, kent operası için yer mi bulunamayacaktı? Nitekim kent plancılığı olarak, Gençlik Parkı içinde bir sergievi daha anlamlı idi. Cadde kenarında Devlet Opera ve Tiyatrosu ise, hiç de enteresan değil. Önündeki ‘Opera Meydanı’ ile bütünleşecek bir ‘Devlet Opera ve Tiyatrosu’ daha görkemli olmaz mı idi? (Aslında opera ve tiyatro mimarileri farklı özelliklerdedir. Bir bina, hem opera-bale, hem tiyatro olmaz, hem de konser salonu hiç olmaz ama bizdeki ekonomik koşullarla, daha doğrusu kültür düzeyi ile oluyor.) Bir yapıt, müellifi kaale alınmadan yıkılıp tadil ediliyor, kimsenin sesi çıkmıyor. O zamanlar meslek odaları yok; mimarlar birliği de her halde bir sosyal kulüp gibi. Ama, konusunda otorite olan hocalar, Sergievi’nin mimari değerini açıklasalar ve yıkıma karşı çıksalardı, sanata saygılı olan İnönü, bir kültür adamı olan Yücel, binanın kalmasını kabul etmeyecek zatlar değildi. Demek ki o zamanlar neyin değer olduğu bile bilinmiyormuş. Tek parti döneminde Şevki Bey’in devleti mahkemeye vermesi de düşünülemezdi. Yapıtlar mimarların evlâdı gibidir. Merhum Şevki Bey’in elinden evlâdını aldılar ve adamcağızı hasta ettiler.

Bundan sonraki yazımda İstanbul’daki mimari oluşumlara değineceğim.
yılmaz ergüvenç/kenthaber
Yayın Tarihi : 2 Nisan 2007 Pazartesi 10:44:23


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?