19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Aslanlar ve Çitalar

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kenya’ya-Nairobi’ye yaptığı resmi ziyaret esnasında, hayvanat bahçesindeki çitaların kafesine girmiş ve yavru bir çitayı okşamış, fotoğrafını çekmiş!

Bu rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’in, bana ve eşime anlattığı bir olayı hatırlattı. Galiba 1975 yılında, Dışişleri Bakanı iken Cumhurbaşkanı rahmetli Cevdet Sunay’la birlikte, Etiyopya’ya resmi ziyarette bulunurken, başkent Adisababa’da, Kral Sarayının bahçesindeki, küçük hayvanat bahçesini geziyorlar... Aslan kafesinin önünden geçerlerken, rahmetli Kasım Gülek “Bu kafese girer misin İhsan Bey” diye şakayla karışık, adeta meydan okuyor! Hiçbir şeyden korkmayan ve “meseleleri, mesele yapmamakla” meşhur Çağlayangil, tereddüt etmeden aslan kafesine giriyor! Aslan bakıcısı aslanlara yem vermektedir. Çağlayangil’i görünce afallıyor ve hemen, yem kepçesini Çağlayangil’in eline veriyor. Aslanlar yemlerini onun elinden yiyorlar.

Bu olayı, daha sonra Cumhurbaşkanına anlattıklarında, Sunay, refakatteki hariciyecilere; “Neden engel olmadınız. Aslanlar, mazallah İhsan Bey’i yeselerdi, ertesi gün gazetelerde, ‘Cumhurbaşkanı, Bakanını aslanlara yedirdi’ diye manşetler çıkardı” diyerek kızar!

27 Mayıs 1960 “Darbesinden” sonra Balmumcu Cezaevindeyken ranza komşum olan İhsan Sabri bey, bize bunları anlatınca sormuştum; “Hiç korkmadınız mı beyefendi, ya aslanlar sizi yeselerdi?” Cevap verdi: “Tabii korktum ama, yabancılar önünde, hele Gülek karşısında, yiğitliğe toz konduramazım. Hem de ülke benden kurtulur, ben de kahraman olurdum.”
Nurlar içinde yatsın, o da Cevdet Sunay da... Artık onlar gibiler pek yok!

GENE BANDIRMA VAPURU

Mustafa Kemal’e sataşmalar arttı! Onu bir yerinden vurmak isteyen sağlı-sollu liboş ve liboşeler, televizyon kanallarında ve gazete sohbetlerinde sıkça arzı endam eder oldular. Geçen akşam iki kanalda, iki sözde tarihçiyi izlerken, bu adamları boğasım geldi. Yarım bilgileriyle, ne yalanlar söylüyor, ne iftiralar atıyorlardı! Bir defasında, dayanamadım telefonla programa müdahale ettim: Adama “Sen her şeyi bırak, kıvırmadan Atatürk hakkında ne düşündüğünü, buradan söyle” dedim... Şaşırdı kem küm etti, “Artık Atatürk’ün yakasını bırakın” dedi! Ben de “Atatürk ve bizler senin ve sizlerin yakalarını bırakmayacağız” dedim. Programın nazik sunucusu konuşmayı kesti!

TAVŞANLAR

Taraf gazetesinde Ayşe Hür’ün sohbet konuğu olan bir “tarihçi” Hakan Erdem; bazı tarihçilerin yazdıklarının “tavşanın suyunun suyu” olduğunu söylüyor. İddialarını içeren kitabının adı “Tarihlenk” yani “topal tarih”!
Onu, suçladığı gerçek tarihçilere, mesela Prof. İlber Ortaylı’ya havale ediyorum. Ama kendinin söyledikleri “tavşanın başka şeyleri”. Mesela şu sorusu; “Bandırma masalı... Mustafa Kemal’in 16 Mayıs’ta yola çıkıp Samsun’a 19’unda vardığı söyleniyor. Bandırma modern bir gemi... Üç gün böyle bir yolculuk için fazla uzun değil mi?” Erdem, bundan ne ahkâm çıkarıyor, belli değil... Aklınca bir efsaneyi bozmak ister...

Bandırma konusunda merakını ben gidereyim: Amcam Muzaffer Kılıç, Mustafa Kemal’le birlikte Bandırma vapuruyla Samsun’a giden yaverlerinden biri idi... Onun yanında büyüdüm. Daha Samsun konusunda imalı rivayetler başlamadan o yolculuğu bize anlatmıştı. Bir defa; Bandırma vapurunun modern bir gemi olmadığını, aksine ne kadar külüstür, hatta pusulası bozuk bir vapur olduğunu, rastladıkları fırtınaları ve İngiliz destroyerlerinden kaçmak için rota değiştirdiklerini, kahramanlık taslamak için değil, gerçekleri öğrenmemiz için anlatırdı. Erdem’in sorusu, topal olmaktan öte, kötü maksatlı tarihçilerin ne kadar fesat olabileceklerinin bir örneği! Ama işin acı tarafı, bugün okullarda liselerde, Cumhuriyet ve Devrimler tarihini, hamdolsun hâlâ kalan Atatürkçü öğretmenlerden öğrenen gençlerin beyinlerini, yüksek öğretimde, sözde aydın, sözde tarihçiler yıkıyorlar ve milletin de kafalarını karıştırıyorlar!***
 

Yayın Tarihi : 25 Şubat 2009 Çarşamba 11:56:23


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?
Yorumlarınız
Y.Hakan Erdem IP: 195.174.20.xxx Tarih : 11.03.2009 20:46:56

11 Mart 2009

Altemur Beyefendi,

3.3.2009 tarihli "Aslanlar ve Çitalar" adlı yazınızı teessüfle okudum ama "şaşırdım" veya "beni şaşırttınız" da diyemeyeceğim. Beni, bana telefon ettiğinizde ve kitabım için kutlarken şaşırtmıştınız. Şimdi taşlar yerine oturuyor.

Altemur Bey, hakaret etmeksizin yazamayacağınızı tamamen müdrik olarak yazıyorum. Dolayısıyla "kötü maksatlı" bir tarihçi ve "bu gibi sözde aydın sözde tarihçiler"den biri olduğum, söylediklerimin "tavşanın başka şeyleri" olduğu yolundaki ifadelerinizin üzerinde hiç durmuyorum. Naili Paşa’nın torunu olarak böyle bir üslubu benimsemiş olmak size bir rahatsızlık vermiyorsa bana hiç vermiyor efendim. İsteğiniz üzere şahsınıza imzalayarak gönderdiğim ve elinizde bulunan bir kitabı okumak ve kendiniz bir karar vermek yerine beni "gerçek tarihçilere, mesela Prof.İlber Ortaylı'ya havale" etmenize de saygı duyuyorum. Merak buyurmayınız, İlber Ortaylı, benim gibi sözde bir tarihçinin iddialarını hemen çürütecektir. İçiniz rahat etsin. Etsin de bu konuda ben de sizin kadar sabırsızlıkla bekliyorum... Henüz herhangi bir noktanın çürütüldüğü filan da yok.

Fakat bir husus var ki, o da zaten beni bu yazıyı yazmaya sevk eden sebeptir. "Mustafa Kemal'e sataşmalar arttı! Onu bir yerinden vurmak isteyen sağlı-sollu liboş ve liboşeler, televizyon kanallarında ve gazete sohbetlerinde sıkça arz-ı endam eder oldular" buyurmuşsunuz. Sonra da bendenizle Taraf gazetesinde yapılan röportaja atıfta bulunuyor, onu alıntılıyor ve "Erdem, bundan da ne ahkam çıkarıyor, belli değil. Aklınca bir efsaneyi bozmak ister..." tarzında devam ediyorsunuz.

Siz her ne kadar bana tarihçiliği yakıştıramazsanız ve bu sıfatı tırnak içine almaksızın bana layık görmeseniz de size kötü bir haberim olacak efendim: Ben gerçekten tarihçiyim. Sadece yazarken değil, konuşurken de kaynaklara dayanırım. Gazete röportajı gibi kaynağın zikredilmesine ihtiyaç olmayan durumlarda da dayandığım bir vesika, bir kaynak muhakkak vardır. Şimdi, o kaynaktan bazı alıntılar yaparak sizinle paylaşmama izin lutf etmenizi istirham edeceğim. Şöyle diyor kaynağım:

"19 Mayısın, Atatürk'ün hâtırasına saygı ve Kurtuluş Savaşı'nın başlangıcı olduğu söylenecek. Başlangıca bakılırsa daha ileriki günlere gitmek gerekeceği gibi Atatürk'ün hâtırasına saygı da daha saygılı bir şekilde ve başka türlü de yapılabilir. Onun, çok üstün Yunan kuvvetlerine karşı 13 Eylül'de kazandığı Sakarya Zaferi (ki o zamana kadar cihan tarihindeki en uzun meydan savaşıdır) elbette Türk tarihi bakımından 19 Mayıs'ta Samsun'a çıkışından çok mühimdir. Kaldı ki Atatürk'ün Samsun'a çıkış tarihinin 17 Mayıs olması ihtimali de vardır.(1)"

Evet, aynen böyle diyor ve kendisi de bir dipnotla kaynak gösteriyor:

"(1) Prof.Jaecke'nin "Türk İnkilâbı Kronolojisi" adlı eserinde (1.fasikül, 39.sayfa) Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkış tarihi hem 17 Mayıs, hem de Atatürk'ün nutkuna göre 19 Mayıs olarak gösteriliyor. Atatürk, Samsun'a çıkış tarihini fırtınalı olaylardan ve yıllardan sonra anlatırken yanılmış olabilir. Kendisinin 16 Mayıs'ta İstanbul'dan hareket ettiği kesinlikle bellidir. Bandırma gemisi 14-15 mil hızında idiyse onu 24-30 saat sonra Samsun'a ulaştırmış olabilir. Herhalde bu tarih yeniden incelenmeye muhtaçtır."

Kaynağım böyle diyor... "Kim bilir hangi liboş veya liboşe kaleme almıştır, üzerinde durmaya değmez" değil mi? Ama, pardon sanki sizin adınıza düşündüm. Belki de siz, yazanın kim olduğunu öğrenince öyle düşünmeyeceksiniz: Bunları söyleyen Nihal Atsız. 13 Mayıs 1966'da Ötüken dergisinde söylemiş. Kitap formatında ulaşmak isterseniz de Ötüken yayınevinden çıkan "Türk Tarihinde Meseleler" adlı kitabına (ss.89-90) müracaat etmeniz gerekecek.

Altemur Bey, şimdi sizden köşenizde bir düzeltme yapmanızı beklemiyorum ama bir yazı daha yazıp Nihal Atsız için de bendeniz hakkında istimal eylediğiniz kelimelerle dolu bir yazı yazmanızı ve onun yazdıklarından da "tavşanın başka şeyleri" olarak söz etmenizi istirham etmenin fazla bir haksızlık veya küstahlık olmayacağı kanaatindeyim. Tutarlılık ve hakkaniyet bunu sizden bekliyor efendim.


Saygılarımla,
Y.Hakan Erdem