Tahmil-tahliye”... “Yüklemek ve boşaltmak” veya askerlikte “doldur boşalt”. Ülkemiz fesatlar, gafletler ve ihanetlerle öylesine yüklendi ki, bunları boşaltmak çok güç olacak. Şimdi malum furya sonucu tutuklanan Mustafa Balbay’ın, Mehmet Haberal’ın ve Engin Alan’ın tahliyeleri -salıverilip- milletin iradesiyle seçildikleri TBMM’deki yerlerini almaları, Türkiye’yi kilitleyen bir bunalıma dönüştü.
Öylesine bir kördüğüm, arapsaçı ki hukuki, siyasi ayrıntılarına girmeden durumu öyküler ve benzetmelerle ifade etmeye çalışacağım.
Önce; mekânı muhakkak cennet -bilge- rahmetli İhsan Sabri Çağlayangil’in, bana söylediği şu sözler: “Ben bugünlere meseleleri mesele yapmamakla geldim.”
Hakiki bir “âkîl adam” olan Çağlayangil, hem siyasette hem de diplomaside bu düsturla başarılı olmuştu.
Şimdi “mesele” olmayan şeyler “mesele” yapılıyor, milletin ruh -akıl- sağlığı zorlanıyor hatta ülkenin geleceği tehlikeye düşürülüyor. “Mesele” yaratmak siyasette âdeta başarı oldu. Bu krizin çözülmesi, Hazreti Süleyman sabrı ve adaleti gerektiriyor... “Süleyman nerede”? Mühür, şimdi kimdeyse, o, bir Süleyman olamadı.
Öykü mâlum: İki kadın bir çocuğu paylaşamıyorlarmış... Hazreti Süleyman’a başvurmuşlar. Hazreti Süleyman; “Getirin bana kılıcımı. Çocuğu, ikiye böleyim... Paylaşın” demiş. Kadınlardan biri rıza göstermiş, diğeri feryat etmiş; “Oğlum sağ kalsın başka şey istemem” demiş. Hazreti Süleyman’ın kararı: “Çocuğun anası bu kadın”. Bilmem anlatabildim mi... Ülkenin gerçek sahipleri, bu ülkenin bölünmez bütün olarak yaşamasını isteyenlerdir!
Ve Nasrettin Hoca’nın öyküsü: Hoca kadı... Önüne bir dava gelir... Davacı davasını anlatır. Hoca “haklısın” der... Davalı kendisini savunur. Hoca ona da, “sen de haklısın” der... Mübaşir, Hoca’nın kulağına; “Hocam nasıl ikisi de haklı olur?” der. Hoca, ona da “sen de haklısın” der. Bu krizde durum bu kadar basit değil, ama her taraf, kendi açısından haklı!
Mesela, Kılıçdaroğlu’nun, “Yemin etmemek” kararı, Haberal’a, Balbay’a sahip çıkması, zorunlu ve onurlu bir duruş... Erdoğan’ın elini -çözümü- zorlayabilir.
Öte taraftan, Devlet Bahçeli’nin fevri olarak Meclisi boykot etmenin, gelecek için kötü bir emsal teşkil edeceği ve faturasının, uzun vadede ağır olabileceği uyarısı da haklı!
Aslında “bunalım”, Devlet Bey’in dediği gibi siyasi bir iradeyle, fakat kanun ve yargı alanında çözülmeli... Ne var ki gerçek duruma; yargının, şimdiki iktidarın “vesayeti” altında olmasına bakınca, savcıların, yargıçların, gerçekten “Türk milleti adına” hareket ettiklerine inanılabilir mi? “Ankara’da da hâkimler var” diyebiliyor muyuz? Balbay, Haberal ve Alan hakkında “geç kalan adaletin” , “Adalet” olduğu iddia edilebilir mi? Haberal ve Balbay hakkındaki delillerin, bunca zaman hâlâ toplanmamış olması nasıl izah edilir, nasıl mazur görülebilir?
12 TEMMUZ BEYANNAMESİ
Bu yazımı, yakın demokrasi tarihimizdeki bir olayla noktalayayım: Çok partili dönem başladıktan sonra yapılan 1946 seçimlerinde Demokrat Parti muhalefette kalmıştı... Mecliste, çok hararetli tartışmalar oluyordu. Benim de gazeteci olarak izlediğim bir celsede, zamanın Başbakanı Recep Peker, Adnan Menderes’i ima ederek; “kötümser, psikopat, mariz bir ruhun ifadesi” dedi. Meclis karıştı ve DP’nin 66 milletvekilinin tümü, salonu bir daha dönmemek üzere terk ettiler...
Vahim bir bunalımdı bu; siyaset -ülke- krize kilitlenmişti. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, DP Genel Başkanı Celal Bayar ve Fuat Köprülü ile görüştü. Sonra siyasi tarihimizde “12 Temmuz Beyannamesi” diye anılan tarafsız bir açıklamayla, tansiyonu düşürdü ve siyasetin önünü açtı.
Şu bağlamda; Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, Çankaya arşivlerinde saklı bulunan bu belgeyi okuması, tavsiye olunur. ***