20
Mayıs
2024
Pazertesi
TURİZM

OKYANUS KIYISINDA ORTAÇAĞ MASALI

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Mont Saint-Michel Manastırı, Fransa’nın batısında, Normandiya bölgesinin Atlas Okyanusu’na açıldığı bir körfezin kıyısında. Katedralden oluşan tacı, surlardan oluşan zırhı ile okyanustan gökyüzüne yükselen dev yapı, geçmişte hac merkeziydi. "Keops çölde ne ise Mont Saint-Michel de okyanusta odur" demiş Victor Hugo. Pek güzel tanımlamış bu büyüleyici görüntüyü...

Bilinmezlerle dolu okyanusun eşiğinde, 80 metre yüksekliğindeki granit kütleden oluşan bir ada... Gelgit sırasında şaşırtıcı bir hızla gelen veya uzaklaşan deniz, ürkütücü balçık bir zemin ve gizemi artıran sis tabakası...

Etkileyici manzaraya sahip Mont Saint-Michel yüzyıllar boyunca gizemli mistik olayların yaşandığı, iyilik ve kötülük güçlerinin çarpıştığı, güçsüzlerin koruyucusu melek Mikael’in evi olarak kabul edilmiş.

Bu efsanenin başlangıcı, günümüzden 1300 yıl öncesine uzanıyor. Aubert isimli din adamı, adayı Tanrı’nın başmeleği Mikael’e adamış. Mikael, ortaçağın zor koşullarında kendisini zayıf hissedenlerin, açıklayamadıkları, kaynağını bilmedikleri tehlikelere karşı sığınacağı, güveneceği bir varlıktı. Bu nedenle adanın da dikkat çekmesi uzun sürmedi. 10. yüzyıldan itibaren dev bir manastır ortaya çıktı. Birbiri ardısıra yükselen yapılar bir taraftan bu adayı bir inanç ve hac merkezine dönüştürürken, diğer taraftan da ona efsanevi görünümünü kazandırdı.

HACILAR SİSTE DENİZ ZEMİNİNDE YÜRÜYORDU

Ortaçağda adaya yapılan hac ziyaretleri, kişilerin sıradan yaşamdan uzaklaşmalarını, günahlarından arınmalarını ve inanç tazelemelerini sağlamış. Ayrıca mahkumlara da bazen yarı çıplak ve ayakkabısız, ayakları zincirle bağlı oldukları halde Mont Saint-Michel’e gitme cezası verirmiş mahkemeler. Ellerinde bastonları, sırtlarında genellikle dilenerek doldurdukları torbaları olduğu halde dağ, tepe demeden yürürlermiş. Bazen eşkıyalar yollarını keser, genellikle de bitkinlikten hasta düşerlermiş. "Eğer Mont’a gideceksen önce vasiyetini hazırla" denirmiş o çağda. Uzun yolculuktan sonra, uzaktan belirdiğinde yarattığı sevinçten, bu tepelere Mont Joie (Sevinç Tepesi) adı verilmiş.

O zamanlar tam bir ada olan Mont’a, deniz çekildiğinde, balçıkta yürüyerek ulaşılırmış. Sis bastırdığında, 10 kilometre uzaktan duyulan çanlar kılavuzluk edermiş yolculara. Yüzlerce hacı hep bir ağızdan söyledikleri ilahilerle çan sesini takip edermiş. Manastır kaynaklarına göre, sadece 1318 yılında 13 hacı ezilerek ve nefessiz kalarak, 18 hacı boğularak 12’si de bataklığa saplanarak ölmüş. Neyse ki günümüzde buraya ulaşmak risksiz. Sadece meraklı olmak, biraz tırmanmayı, merdiven çıkmayı göze almak lazım. Sonuç, tüm bunlara fazlasıyla değiyor.

PAPA VE KRALIN KARIŞTIĞI ENTRİKALAR ÇEVRİLDİ

1874’ten bu yana adaya, karayoluyla ulaşılıyor. Otoparklar gelgit durumuna göre açılıyor. Uyarılara dikkat etmezseniz, birkaç saatlik bir gezinin ardından otoparktaki aracınızı yüzerken bulabilirsiniz. Manastıra bir kale görünümü veren surlardan içeri girildiğinde, bir zamanlar hacıların ilahiler söyleyerek yürüdüğü yolda turist kalabalığı çıkıyor karşınıza. Manastırı gezmek için önce en yüksek noktadaki kiliseye çıkılıp, sonra aşağıya doğru iniliyor. Yükselen yol sağlı sollu restoranlar ve hediyelik mağazalarıyla dolu. Yolun başında, tavalardan oluşan dekorasyonuyla "Mere Poulard" restoranı dikkat çekiyor. Fransa’nın en lezzetli omletini pişirdiğini iddia ediyor. Fiyatları bu iddiayla doğru orantılı.

Manastırın önemli kısmı müze özelliğinde. Bir bölümünde hálá az sayıda din adamı yaşıyor. Tepedeki kilisenin terasında olağanüstü bir manzara bekliyor sizi. Deniz adayı çevrelediğinde, dev bir kadırgadaymışınız izlenimini yaratıyor. Deniz çekildiğinde ise çamur deryası çıkıyor ortaya.

Romanesk ve gotik mimarinin yan yana yer aldığı kilisenin etekleri kat kat binalarla örülmüş. Alt katlara doğru yönelen merdivenlere girdiğinizde tarih kokusunu almaya başlıyorsunuz. Karanlık dehlizler, karanlık şapeller... Taşın soğukluğu hissediliyor. Bir zamanlar ziyaretçilerin barındığı bölmeler. Loş koridorlarda din adamlarının fısıltı halinde konuşmalarını duyar gibi oluyorsunuz.

Entrikaların da yine buralarda hazırlandığını söylüyorlar. Bu kutsal yerde entrika sözcüğü çok şaşırtmasın. Çünkü ortaçağda manastır mülk zengini bir kurum olduğundan burada yaşayan rahipler de bu serveti yönetmek, bundan faydalanmak için aralarında çatışmışlar, gizli kapaklı işler çevirmişler. Manastır zengin topraklara, ormanlara, balık avlama, kurutma sahalarına sahipmiş. Bunların kiralayla manastır ve sayıları 40’ı geçmeyen rahiplerin gideri karşılanırmış. Bankerlik faaliyetlerinde bile bulunan manastırda, bu nedenle yeni rahip kabulü, başrahip seçimi hep heyecanlı geçmiş. Papa, kral, dük bu entrikalarda rol almış. Rahiplerin zamanı servet yönetmek ve önemli bağışta bulunanların ruhlarının huzur bulması için, ölüm günlerinde ayin düzenlemekle geçermiş.

ATEŞ YAKMAK YASAKTI, RAHİPLER KIŞI TİTREYEREK GEÇİRİRDİ

Zindanların bitişiğine 13. yüzyılda eklenen yapılar, gotik mimarinin en güzel örneklerinden. Merveille olarak adlandırılan bölüm manastırın prestij kaynağı. Üç kattan oluşuyor, geniş salon ve avlulara sahip. En üst katında pencerelerle çevrili, aydınlık salon din adamlarının yemekhanesi. Tek kelime konuşmadan yemek yeniyor, salonda sadece yüksek sesle kutsal metinler okuyan rahibin sesi duyuluyor. Mütevazı bir yaşam sürmesi gereken rahipler, burada ziyafet sofraları donatırmış. Kırmızı et kısıtlaması nedeniyle, balık ve kanatlılardan oluşan zengin mönülere, leziz şaraplar eşlik edermiş. Sonra, sindirimi hızlandırmak için bitişikteki gotik avluda yürürlermiş.

Yemesi içmesi belki güzel ama bu taş bina içinde okyanusun rüzgarını, nemini rahiplerin iliklerinde hissettikleri ve zorlandıkları muhakkak. Yangın riskinden dolayı yatakhanelerinde ateş yakamayan rahipler soğuk günlerde tir tir titremiş. Kürklü giysiler ve botlar bile onları pek ısıtamamış. Ancak sonunda Papalığın özel izni ile çok sınırlı olarak ateş yakabilmişler.

Bir alt kat Şövalyeler Salonu olarak adlandırılıyor. Ziyarete gelen soyluların ağırlandıkları tonozlu, aydınlık geniş bir salon. Zamanında duvar halıları hem güzellik hem sıcaklık sağlamış. Bu kattaki bir diğer salon da rahiplerin minyatür yaparak, yazı yazarak zamanlarını geçirdikleri mekan.

En alt kat ise doğal olarak sıradan hacılara yani halka ayrılmış. Böylelikle feodal düzenin üç sosyal katmanı Tanrı’nın evinde uygun şekilde konumlanmışlar. En üstte Tanrı’ya en yakın olanlar yani din adamları, onların altında soylular ve en altta sıradan insanlar...

Ortaçağ insanını yüzyıllar boyu heyecanlandıran, umutlandıran Mont Saint-Michel günümüzde sanki yaşayan bir efsane. Doğal ortamı, mimarisi, atmosferiyle yüzyıllar öncesinin inanç, heyecan, entrika dünyasına götürüyor insanı. Keyifli bir keşfe...

İSTANBUL’DAN KAÇIRILAN AVEDİK BURAYA HAPSEDİLDİ

15. yüzyıldan itibaren hapishane olarak da kullanılan manastıra, Kral 11. Louis döneminden itibaren daha çok siyasi mahkumlar getirilmiş. Aydınlığın yer yer küçük pencerelerden sızdığı alt katları gezerken, "11. Louis Kafesi" olarak adlandırılan daracık hücrelerde çürümeye terkedilen mahkumları düşünmek insanı ürpertiyor. Buraya konulanları soğuk, nem ve genellikle de çıldırarak ölüm bekliyormuş. 1706 yılında Avedik isimli önemli bir Ermeni din adamı da, Osmanlı’da Fransız politikalarını engellediği için İstanbul’dan kaçırılıp buraya getirilmiş, hapsedilmiş. Fransız Devrimi liderlerinden Babeuf, Barbes, Auguste Blanqui zindanların diğer ünlü misafirleri.

Hürriyet
Yayın Tarihi : 28 Eylül 2008 Pazar 14:53:15


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?