Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi, Uzan gurubunun mallarına el konması ile ilgili olarak yaptığı açıklamada; 'amaç sadece hazinenin parasını tahsil etmek olsaydı 50 milyar doları bulan bu türden alacakların tümü için aynı işlemlerin yapılması gerekirdi. Oysa bu yapılmamıştır. Bu nedenle işlemin gerisinde sadece “muhalif bir sesi boğma amacının değil, o sesi siyasi iktidarın borazanı haline dönüştürme” planının da yattığını göstermektedir. hazine'ye aynı şekilde borcu olan diğer medya sahiplerine “bizi desteklemezseniz başınıza neler geleceğini görün” mesajı verilmektedir. bu çok vahim bir tehdit, hatta şantajdır' dei.
Ülkenin basın konseyi başkanının ağzından çıkanlar yenir yutulur şeyler değil ama tınlayan yok. Hükümetin bakanları “konu bizi ilgilendirmiyor bu tamamen TMSF’nin kararıdır”diyerek işin içinden çıkarlarken Unakıtan “spor olsun diye kanun çıkarmıyoruz” diyerek bi taraftan spor kavramını içeriğinden uzağa atarken diğer taraftan toplumla ince ince dalgasını geçmeyi de beceriyor.
Kanunilik ile hukukilik arasındaki farktan sözetmenin ifade ettiği bi anlam yok nasıl olsa. Bu yüzden çok rahatlıkla başka zamanlarda da spor olsun diye değil ama birilerinin bir gurubun çanına ot tıkamak için kanun çıkarılabilir. Önemli olan uygulanan şeyin kanun olması. Kanunun hukuka adalete uygun olup olmaması kimin umurunda..
Kan davasının post modern versiyonunda gelinen bu noktada Uzan’ları linç operasyonunun önce basın özgürlüğünün içine etmek sureti ile gerçekleşmesi ve üstüne sifon çekilen basının sessizliği açıkçası dehşete düşürüyor beni.
Hiçbir televizyon kanalının konu ile ilgili doğru dürüst yayın yapmadığı, gazetelerin tümünün suspus olduğu “köktenkıyım ile ilgili yazmak taşranın küçük gazetesinin küçük yazarına kaldıysa vay halimize…”
Basın hürdür sansür edilemez filan dedik yıllarca. Aslında bizim söylediğimiz bişey değil bu. Evrensel hukukun basın konusundaki temel ilklerinden biri ve biz bir çok doğru yasaya uymak zorunda kaldığımız gibi buna da uyuyor ve inanıyormuşuz gibi yapıp bu güne kadar idare etmeyi beceriyorduk.
Hükümetimizde bu ilkeye inandığı için “basın hürdür sansür edilemez” diyordu. Bu yüzden sansür etmek yerine meseleyi kökten hallderek el koyuyordu. Bazı yazarların yazması engellenirken bazılarının da ekrana çıkmasına izin verilmiyor ama asla sansür yapılmıyordu. Yapılan şey hazine alacağının tahsiliydi, yoksa sansür filan değildi.
“Yerseniz yani…”
“Yemeyen gargara yapsın.”
Manşetinde Akparti’ye övgüler olan bir star gazetesi açıkçası ilgimi çekmiyor. Çünkü onu doğan gurubunun gazeteleri yeterince yapıyor zaten. Star gazetesinin salya sümük intikam kokan manşetleri de ilgimi çekmiyordu ama basının cezası el konması değildir, ona cezayı biz almayarak veririz ancak. Alınmayan satılmayan okunmayan hiç bir mevkute değerli değildir.
Ayakta kalma gerekçesi muhalefet yapmak olan gazete ve televizyona kendisine karşı muhalefet edilenlerin el koyduktan sonra bu yayın organlarının para kazanmasını sağlayarak borçları tahsil edecekleri masalı çocukların bile inanabileceği türden olmayan ve eşi benzeri olmayan bi uygulama.
Basının sus pus olduğu bu ortamda asıl konuşulmayan başka bir husus ise el koyma işleminin hesap sorma kaygınsının sonucu olmayabileceği ihtimalidir.
Telsim’in Motorola’ya satılması, Çeaş ve Kepez’in bir amerikan firmasına satılması halinde her şeyin bu sonucu gerçekleştirme amacına yönelik olarak kurgulandığını da koyacaktır ortaya.
Demirbank’a el konup HSCB’ye verildikten sonra el koyma işleminin hatalı olduğu ortaya çıktı bu ülkede. Bu yüzden olmazın olmadığı yurdumda her şey olur….
İstisnasız her şey hem de…
tam da açıklamıyor ama neyse ben buldum bile xD