20
Mayıs
2024
Pazertesi
ANASAYFA

AB: Biraz düşünelim...

TCK, eksiğiyle fazlasıyla dün kanunlaştı. Şimdi gündemde AB var.

Zaten gündemde bundan sonra uzun müddet, hatta her zaman AB’nin olması; baş köşeyi işgal etmesi lazım.

Ben AB konusunda daha evvel çok yazı yazdım, düşüncelerimi sizinle paylaştım, paylaşmaya da devam edeceğim. Bugün sadece bizi AB yolunda bekleyen bir riskten bahsetmek istiyorum. AB’ye girmeliyiz, AB’nin bir parçası olmalıyız. Türkiye ve Türkler 1400’lerden beri Avrupalıdır. Önümüzdeki asırda da o Avrupalılığımızın pekiştiği, ön plana çıktığı bir ülke olacağız.

Bu gidişata mani olmaya çalışacak çok önemli dış ve iç güçler olacak. Bu güçler Türkiye’yi Ortadoğu’ya, Yeni Osmanlılığa, yüzde 50 köylü nüfusa mahkum etmeye uğraşacaklar. Önümüzdeki 10-20 senede, bu mücadeleyi yaşayacağız.

Avrupalı Türkler bu mücadeleyi, kendi iradeleri ile kazanmalılar...

Bugün size, iki köşe yazısı ve bir konuşmadan bir pasaj nakletmek istiyorum. AB, Kopenhag Kriterleri, Mastrich Kriterleri, 90 bin sayfalık müktesebat gibi formüllerden ibaret değil. Bu konularda bugün Mehmet Ali Birand ve Ahmet Kekeç çok güzel, sade, düşünen ve düşündürücü birer yazı yazmışlar. Adalet Bakanı Cemil Çiçek de dün, akşam saatlerinde TBMM’de yaptığı teşekkür konuşmasında AB ile ilgili olarak düşüncelerini açık kalplilikle hem milletvekilleri, hem kamuoyu ile paylaştı.

İştirak edersiniz etmezsiniz ama herşeyden önce bilgilenmek, somut ve soyut kavramları anlamak, konuyu ekonomisinden sosyolojisine, sosyolojisinden sosyal psikolojisine ve felsefesine kavramak zamanı. Bu yazılar ve konuşmayı aşağıya alıyorum...

****

Önce, Adalet Bakanı Sayın Cemil Çiçek’in, TCK’nın kabul edilmesinden sonra TBMM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmadan bir kısım aktarıyorum:

“Şimdi, Türkiye olarak bizim, Avrupa Birliği konusunu tam olarak zihinlerimizde şekillendirebildiğimiz kanaatinde değilim. Bu eksikliği en evvel kendimde duyuyorum. Onun için, gelin uygun bir zamanda, Meclis açıldığında uygunsa, şu ulusal taahhüt olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına bizden evvelki hükümetin, bizim Parlamentoda görüşerek Avrupa Birliği makamlarına verdiğimiz Ulusal Programda ne var ne yok buna bir defa daha bakmamız lazım. Neden bakmamız lazım; bir evvelki konuşmada da ifade ettim; çünkü, bundan sonraki süreç, gerçekten zor bir süreçtir.

Çok sıkıntılar var, zaman zaman Türkiye’de "keşke bu işe girmeseydik" diyebileceğimiz noktalara gelir miyiz gelmez miyiz bilemiyorum; ama, önümüzde hangi engellerin olduğunu, hangi zorlukların olduğunu, neleri kabullenmemiz gerektiğini çok iyi bilmemiz lazım. Onun için de, müsaade ederseniz, birbirimizi suçlamak yerine, şu neden geldi, bu niye çıktı, bunun burası neden eksik, bu neden fazla demek yerine, birbirimizi anlamaya çalışalım. Birbirimizi anlayabilirsek bu zorlukları daha kolay aşarız diye düşünüyorum.

Bizim yönümüzden böyle bir problem var. Türkiye olarak, yani işsiz bir vatandaşımız bakımından Avrupa Birliğinin 80 000 sayfalık müktesebatının çok fazla önemi yok; onun için, eğer Ankara’da iş bulamazsam, dayımın oğlu Berlin’dedir, gider orada iş bulurumdur. Onun nezdinde, onun nazarında, Avrupa Birliği, bir an evvel iş bulmaktır; tüccarımız bakımından, sanayicimiz bakımından, kolaylıkla gidip orada mal satabilmektir, vizesiz girip çıkabilmektir; bir başkası bakımından, başka bir nokta; yani, böylesine karmaşık bir işte, herkes kendi bulunduğu kareden baktığı zaman, bu Avrupa Birliğinin bize ne gibi imkânlar sağladığını, ne gibi yükümlülükler getirdiğini birlikte göremiyoruz; imkân kısmında heyecan duyuyoruz, yükümlülük kısmına geldiğimizde birkısım zorluklarla karşı karşıya kalıyoruz. Bu da, zaman zaman, bizim kendi içimizde, siyaset platformunda, yanlış değerlendirmelere, yanlış üsluplara da sebebiyet veriyor. Onun için, uygunsa, bir denetim gününde, ucu açık bu Avrupa Birliği meselesini bir defa daha görüşmemizde fayda var; bu, bizim yönümüzden.

İkincisi, Avrupa Birliği açısından baktığımızda, onların da Türkiye’yi kafalarında tam yerli yerine oturttukları kanaatini taşımıyorum. Halen, birkısım beklentileri var, birkısım tereddütleri var. Bu tereddütler, kendi yönünden birkısım sıkıntıları da beraberinde getiriyor. 70 000 000’luk bir büyük ülke, dengeleri çok değiştiren bir ülke; üstelik de, Avrupa Birliği içerisinde, halkının çok önemli bir kısmı Müslümanlığı benimsemiş, kültür farklılıkları, vesaire olan bir ülke. Dolayısıyla, bunun algılanmasında birkısım zorlukların olduğunu da, bana gelen heyetlerden, karşılaştıklarımızdan, okuduklarımızdan, duyduklarımızdan anlıyoruz. Dolayısıyla, böylesine bir tarihî projeyi gerçekleştirmede ve müzakere süreci verilecektir; benim kanaatim odur; yani, vermemiş olmaları, verdikleri sözde durmamaları anlamına gelir; bu da çağdaş değerlerle bağdaşmaz; ama, müzakere sürecinin başlamasıyla birlikte tam üyelik sürecinin kısalması, biraz bize bağlı, biraz onlara bağlı; kendimize de olduğundan çok fazla haksızlık etmememiz gerekir, demin söylediğim, gereğini yerine getirmek kaydıyla”.

****

Sizinle paylaşmak istediğim köşe yazılarından ilki Mehmet Ali Birand’ın Posta Gazetesi’ndeki yazısı:

İşte bundan dolayı AB’yi istiyorum...

“AB’nin hem ekonomik, hem sosyal - siyasi kuralları giderek Türkiye’nin geleceği açısından önem kazanıyor. Ülkenin toprak bütünlüğü ve Laik rejimi korumanın en önemli güvencesi artık askeri müdaheleler değil, Kopenhag Kriterleridir. Rejimimiz, Genelkurmay’ın azarları değil, Brüksel’in tepkileri kollayıp koruyacaktır.

Ben her geçen gün, Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliğinin, ülkenin geleceği ve uzun vadeli çıkarları açısından hayati öneminin arttığına biraz daha fazla inanıyorum. Öyle gelişmeler yaşıyoruz ki, insan kendi kendine “ İyi ki AB kriterleri var. İyi ki AB baskısı var” diyor.

(Eğer bu yazdığıma kızacaksanız, yazının sonunu getirmeden okumaktan vazgeçin. Amacım sizlerin sinirlerini bozmak değil. Amacım, neden böyle düşündüğümü anlatmaktır.)

Türkiye’de demokrasi henüz istenildiği ve gerektiği gibi yerine oturamamıştır. Ülkenin politik yapısı öylesine dengeler üstüne kurulmuş durumda ki, ya koalisyon ortakları birbirlerine giriyorlar veya tek bir parti geliyor ve önce başarılı adımlar atsa dahi, bir süre sonra ona da rahat batıyor ve herşeyi kendine yontmaya başlıyor.

Birgün bakıyorsunuz, laik sistemi bozacak bir adımla karşılaşılıyor. Ertesi gün, bu kadarı yetmemiş gibi, yeni adımlar atılıyor.

Birgün bakıyorsunuz, İnsan Hakları adına ülkenin toprak bütünlüğünü bozacak akımlarla karşı karşıya kalınıyor. Bunu engelleyebilmek için, bu defa tüm özgürlükler kısılıyor. O zaman da olaylar kontrolden çıkıyor, kısıtlamalar teröristlerin işine yarıyor.

Toplum da, her sıkışma veya kargaşada ince ayarın sürekli şekilde asker tarafından yapılmasını bekliyor. Askeri hala rejimin sigortası olarak görüyor.

Gelelim işin ekonomik yönüne.

Her gelen hükümet, kendi kafasına göre, kendi ideolojisine ve genelde de kendi taraftarlarını zenginleştirmeye yönelik bir ekonomik politika uyguluyor.

2001 krizi bu nedenlerle doğmadı mı ?

Yıllar boyunca, oy kaygısı daima acı reçetelerin önüne geçti. Çok az lider, oy kaybı pahasına gereken ekonomik kararları alabildi. Hepsi kendi yandaşını veya kazanacağı oy sayısını düşündü.

Sonunda ne oldu ?

Olay her defasında, ya darbe veya IMF jandarmasının bizleri hapse atması, elimizi kolumuzu bağlamasıyla kapandı. Özal dönemi ve AKP’nin son 2 yılı hariç, Cumhuriyet dönemi böyle geçmedi mi?

(Eğer buraya kadar aynı fikirdeysek, anlattıklarımı kabul ediyorsanız, bundan sonrasını okumaya devam edebilirsiniz . Başka bir sayfaya geçmeniz için son fırsattır.)

DENGEYİ KORUMANIN YOLU AB’ DEN GEÇİYOR

Hepimizin kafasındaki “sigorta“ yani Silahlı Kuvvetlerimizin müdahelesi artık geçersizdir. Eskiden etkili olan Genelkurmay açıklamaları, Komutan demeçlerinin de ağırlığı giderek azalmaktadır. Büyük bir felaketle karşılaşmadığımız taktirde, hem iç hem dış koşullar, artık silahlı bir müdaheleyi imkansızlaştırmaktadır. Askeri müdahele altındaki bir Türkiye’nin ekonomik ve sosyal olarak istikrarı bulamayacağı, iç ve dış baskılara dayanamayacağı ortadadır. Bu gerçeği artık TSK da bilmektedir. Eski deneyimlerin ülkeye yarardan çok zarar getirdiğini tekrarlamaya bilmem gerek var mıdır.

O zaman geriye hangi “ sigorta veya güvence “ kalmaktadır ?

Önümüzdeki 10 yıl iktidarda kalabileceği izlenimini veren AKP mi?

Yoksa AKP’den sonra iktidar olabilecek, dinine daha düşkün, daha muhafazakar bir başka parti mi? Veya koşullar değiştiği taktirde, ultra milliyetçi-ulusalcı partiler koalisyonu mu ?

Birbirimizi hiç kandırmayalım. Türkiyemizin siyasi geleceği bu partilerin elinde olacaktır.

Böyle bir durumda da ince ayarı kim yapacaktır ?

Toplumun oylarıyla yapmasını ve sandıktan çıkan oya göre ülkenin yönetilmesini hepimiz istiyoruz da, oy sandıkta durduğu gibi durmuyor. Kimin cebine giriyorsa, bir süre sonra bu insanlar ipin ucunu kaçırabiliyorlar. Adamların başına vuruyor.

İşte Avrupa Birliğini bundan dolayı istiyorum.

Avrupaya üye olmuş bir Türkiye’de, kimse kafasına estiği gibi ekonomik kararlar alamayacaktır. Kimsa yandaşlarını kollayamayacak, ihaleleri eş dostlarına yöneltmeyecek, oy için bütçenin ağzını açamayacaktır. Ülkenin sadece batısını değil, fakir bölgelerini de zenginleştirmek zorunda kalacaktır.

Avrupaya üye olmuş bir Türkiye’de, laik sistemi rayından çıkaracak hiçbir adım atılamayacaktır.

Avrupaya üye olmuş bir Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kimseler tehlikeye atamayacaklardır.

Avrupaya üye olmuş bir Türkiye’yi ne dinci aşırılar, ne de faşist kafalılar yönetebilecektir.

1999’daki adaylıktan bu yana gelişmelere bir göz atın, nasıl haklı olduğumu anlarsınız. Daha adaylık sürecindeyken, AB baskısı veya AB’yi tatmin etmek için, siyasi kadroların yıllardır üstesinden gelemedikleri önlemleri ne çabuk alabildiklerini, popülist eğilimlerinden nasıl vazgeçtiklerini görmedik mi ?

Türkiye tam üye olduğu zaman bu zorunluklar daha da artacaktır. AB kurallarının dışında kimse hareket edemeyecektir. Kopenhag Kriterleri ekonomik ve sosyal yaşamımızı yönlendirecektir. Kimse şu veya bu gerekçeyle, ülkenin geleceğiyle oynayamayacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinin korunup kollanması, toprak bütünlüğü ve laik sistem AB tarafından güvenceye alınacaktır.

Aksi halde, AB’siz bir Türkiye’de neler olabileceğini düşündükçe, AB’ye tam üyeliğin ülkemize çok daha yarar sağlayacağına inanıyorum

Siz ne düşünüyorsunuz ?

Görüşlerinizi paylaşın benimle....”

****

Son yazı ise Yeni Şafak Gazetesi’nden Ahmet Kekeç’in yazısı:

Değişiyoruz, çürüyoruz...

“Değişecek. Değişiyor. Değişmek zorunda. Dipten gelen dalga, yeni talepler silsilesi ve dış dinamikler Türkiye’yi değişime itiyor.

İyi mi oluyor, kötü mü oluyor, bilmiyorum. Değişerek aslında hem iyi bir iş yapmış oluyoruz, hem de farkında olmadan çürüyoruz. Herkes rahat yaşamak istiyor, herkes çok para kazanmak istiyor ve giderek salyalı bir tüketim canavarına dönüşüyoruz.

İyi şeyler de olmuyor değil.

Ülke, dibe vurmanın ödülü olarak bir "düzelme ve toparlanma" sürecine de giriyor.

İşin kötüsü, bu düzelme/toparlanma süreci, kendi aristokrasisini (!), kendi burjuvazisini, kendi hırt bürokrasisini oluşturacak; kronik gelir dağılımı bozukluğu yeni zenginler ve açlık sınırında sebat eden yeni "işsizler" yaratacak ama, takdir edersiniz ki hiçbir değişim, hiçbir reform, hiçbir devrim bilabedel olmuyor.

Merkezî otoritenin siyaseti ve tüm hayatı dizayn etme çalışmaları ters tepmezse (ki, bugüne kadar hep ters tepmiştir), ufukta idealsiz, vizyonsuz, tarihsel iddialarından vazgeçmiş küçük ama zengin bir Türkiye görünüyor.

Türkiye değişime itiliyor.

İki seçenek vardı: Türkiye, ya egemenlik haklarını "karşılıklı bağımlılık" ilkesi gereği Brüksel’e devredip geleceğin "sömürgen", kokuşmuş refah ülkelerinden biri haline gelecekti, ya da sınırlarına ve egemenlik haklarına sahip çıkan "bağımsız", "yoksul", "onurlu", millî refleksleri öne çıkararak bölge üzerinde (buna son zamanlarda Osmanlı hinterlandı diyorlar) söz sahibi olmaya çabalayan, ama başaramayan, dışarıda şahin, içeride ise halkına eziyet ederek hayatiyetini sürdüren Washington güdümlü beşinci sınıf bir "üçüncü dünya ülkesi" olarak kalacaktı.

Hangisi?

İkinci seçenek (Buna "Avrasya seçeneği" de diyorlar), malûm süreçten sonra rasyonelitesini yitirdi.

Tarihiyle, geleneğiyle, halkıyla, halkının değer tercihleriyle kavgalı bir ülke, hangi enstrümanlarla ya da hangi malzemeyle "bölge"ye açılacaktı? "Din" ve "milliyet" gibi dominant unsurlar olmaksızın bölgede (Daha doğrusu Osmanlı hinterlandında) nasıl söz sahibi olacaktı?

Geçmiş ola!

Türkiye, şimdi, müteaddit defa belirlenmiş "uluslararası şartlara" uyup uymadığını gözetleyen güçler tarafından (Tarık Zafer Tunaya’nın benzetmesiyle) "medeniyetin bekleme odası"nda dinlendiriliyor. Makul bir "alıştırma süresinden" sonra, belli kotalarla içeriye buyur edilecek.

Önümüzde (başarabilirse), demokratikleşmiş, MGK’yı gerçek bir "danışma kurulu" haline getirmiş, işkencecilerini yargılamış, azınlık hakların tanımış, serbest piyasa koşullarını oluşturmuş, "ulusal sanayi" ve "kalkınma" gibi kaka sözcükleri telaffuz etmekten vazgeçmiş, tüm eski siyasi kadroları temizlemiş, "anayasayı tağyir ve ilga" suçu işleyenleri bürokrasi kadrolarından temizlemiş, tarımsal büyümeyi bırakıp hizmet ve servis sektörüne ağırlık vermiş, dost ve müttefik (!) ülkelerin bölgedeki çıkarlarını gözetmekte kararlı, kısacası tüm eski alışkanlıklarından kurtulmuş bir Türkiye fotoğrafı var...

Geçiş süreci, ağır, sancılı, sıkıntılı olabilir.

Ama Türkiye, "ölümü görüp hastalığa razı" insanların yekûn tuttuğu bir ülke.

Olacak o kadar. “
Yayın Tarihi : 28 Eylül 2004 Salı 12:21:20


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?