19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

AB manifestosu...

Dünkü yazımda AB münasebetleriyle ilgili olarak ne düşündüğümü açıkça bir manifesto olarak ortaya koymuştum:

“AB 2005 senesinden itibaren Türkiye’den istediği nitelikte senede asgari 100 bin işçiyi aileleri ile beraber almaya başlasın. Biz de, kendi talebimizle AB ile özel statü anlaşması yapalım ve tam üyelikten; 2005’ten itibaren asgari 15 sene müddetle, asgari senede 100 bin işçi alınması anlaşması karşılığında vazgeçelim.”

****

Size izah edeyim:

AB’nin ne olduğu konusuna 17.06.2004 tarihli, “Hükümet AB’ye girmek istemiyor” başlıklı yazımda değinmiştim. AB, Batı Avrupa’da yüzyıllarca süren savaşları bitirmek, güvenliği temin etmek üzere kurulmuş bir yapı. Bu yapının esasını serbest ticaret, insanların serbest dolaşımı, malların serbest dolaşımı ve refahın artması meydana getiriyor. 30-40 sene bu meseleleri oturttuktan sonra bu konulara hukuk devleti ve insan hakları kavramları da ilave edildi. Bugün itibariyle özetlersek AB:

a-hukuk devleti, demokrasi ve insan hakları, b- güvenlik sistemi, c- malların serbest dolaşımı, d- sermayenin serbest dolaşımı, e-insanların serbest dolaşımı şeklinde beş ayaklı bir yapı, kocaman bir pazar, Topluluğu meydana getiren 25 ülkenin önemli bir kısmının katıldığı tek bir para birimi var. Son 50 seneye bakıldığında da, evet, çok muvaffak olmuş bir proje.

Peki, önümüzdeki senelerde AB ne olacak? AB’nin ne olacağını en iyi anlatan belge, ileride üye ülkeler kabul ettiğinde anayasa haline gelecek “Avrupa İçin Bir Anayasa Oluşturan Anlaşma”. Bu anlaşmaya baktığınızda, üye ülkelerin sermaye, insan ve mal dolaşımlarına hiç karışılmamakla beraber, üye ulusal devletlerin egemenliklerini giderek Brüksel’deki süper bürokratlara bıraktıkları bir yapıya doğru gidişat var.

Bu yapı federatif bir yapı gibi görünmüyor. Bu yapı daha ziyade, Brüksel’deki merkezi idarenin giderek kuvvetlendiği ve önemli bir yürütme fonksiyonu yüklendiği, yasama ve yargı erklerinin de ulusal devletten giderek Brüksel’e kaydığı bir yapı. Ulusal devletler de neredeyse genişletilmiş belediyeler gibi olacaklar.

****

Biz bu AB’ye üye olmak istiyoruz...

“Neden” üye olmak istiyoruz diye bakıldığında ortaya çeşitli sebepler çıkıyor.

Bu sebeplerin en önemlisi, her türlü ankette de somut olarak ortaya çıktığı üzere ekonomik. Halkımız, AB’ye girilir ise Avrupa’ya gidip iş bulacağını veya Türkiye’ye akan yabancı sermaye ile zenginleşeceğini düşünüyor.

Bir başka sebep; daha bir kaç gün evvel Avrupa Birliği’ni ciddi olarak savunan eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın söylediği gibi, “Demokrasiyi güçlendirmek, insan haklarını güvence altına almak ve istikrarlı bir Türkiye’ye kavuşmak”. Bu görüşü savunanlar AB’den diğer üyelere yaptığı mali desteği beklemiyorlar, insanların serbest dolaşımının kısıtlanmasını da kabul ediyorlar.

AB’yi isteyen bir üçüncü grup; esas itibariyle AB’yi istememekle beraber ister görünüyor ve AB şemsiyesi altında Türkiye’nin yapısını değiştirmeye uğraşıyor. Bunların bir kısmı esas itibariyle ABD’nin BOP’una angaje, bir kısmı Türkiye’nin bölünmesini istiyor. Diğer bir kısmı İslami devlete doğru giden yolun parke taşlarını AB müzakerelerinin döşeyeceğini düşünüyor. Bir diğer kısmı müzakere tarihinin getireceği siyasi avantajların peşinde koşuyor. Bu sepettekilerin hepsine herhalde “takiyyeciler grubu” diyebiliriz. Bu gruptakiler müzakere tarihi aldıktan sonra iktidarlarını perçinlemek için erken genel seçimi düşünecek; kimi, light İslam, kimi BOP ipine sarılacak...

Bir başka grup AB’ye özellikle, “takiyyeciler grubu”na yol vermemek için girmemizi istiyor. Bu gruptakiler de, AB formatına iyice girer, mali, idari yapımızla, adalet sistemimizle, güvenlik sistemimizle, ordumuzla AB’nin içine iyice çapalanırsak “takiyyeciler grubu”ndaki çeşitli kesimlerin istediklerini gerçekleştirme riskinin ortadan kalkacağını düşünüyor. Bu grupta, Türkiye’nin “başıboş” kalmasından korkan bazı AB üyeleri de var.

****

Bütün bu yukarıdaki görüşlerin hepsinin bir ölçüde haklılık payı var.

Sıhhatli bir değerlendirme yaptığımızda, AB’nin temelini teşkil eden 5 ayaktan, üç tanesini zaten gerçekleştirdiğimiz görünüyor. Malların serbest dolaşımı mevcut, sermayenin serbest dolaşımı mevcut, Kopenhag Kriterleri adı altında bahsedilen hukuk devleti, insan hakları ve demokrasi konusunda da önemli bir yol aldık. Özellikle Kopenhag Kriterleri konusunda toplumda ciddi bir konsensus var ve Türkiye bu yolda zaten yürümek arzusunda, kararında.

AB’ye girince geriye ne kalıyor? AB’ye girince sadece iki konunun gerçekleşmesi kalıyor:

Bunlardan birincisi ordumuzun, AB ordusunun parçası haline gelmesi ve güvenlik sistemine dahil olması ve ikincisi işçilerimizin serbest dolaşması. Buna karşılık, kabul etmek mecburiyetinde kalacağımız Avrupa Anasayası ile dış politika, güvenlik konularında neredeyse tamamen, mali konularda da çok büyük ölçüde egemenliğimizi kaybedeceğiz.

Bildiğiniz gibi AB’de, Almanya’da, Fransa’da ve özellikle kuzey ülkelerinde kamuoyu nezdinde ve siyasilerde Türkiye’ye karşı ciddi bir tepki var. Başta Almanya olmak üzere, genel seçimlerinden sonra iktidara gelecek siyasilerin Türkiye ile müzakereleri yokuşa sürmeleri büyük bir olasılık. Keza, Kıbrıs Rum Kesimi’nin, hatta Yunanistan’ın herhangi bir gün Türkiye’ye problem yaratması da problem. İşçilerin serbest dolaşımı da 20-25 seneden önce değil.

Bütün bu hususlar dikkate alındığında AB ile masaya edilgen bir pozisyonda, güreşe yerde başlamak gibi bir durumda masaya oturmanın manası var mı acaba?

Türkiye’nin 1963 Roma Anlaşması’ndan doğan dünya kadar müktesep hakkı var. Bu müktesep haklar karşılığında diyorum ki:

“Bizim serbest dolaşımı 20-25 sene beklemeye niyetimiz yok. Bizim, egemenliğimizi, dışişlerimizi, güvenlik sistemimizi ve adalet mekanizmamızı kayıtsız şartsız AB’ye çapalamaya niyetimiz de yok. Biz zaten Kopenhag Kriterleri denilen kriterleri yasalaştırdık, uygulamayı da en mütekamil hale getireceğiz. Malların serbest dolaşımı ortada, sermayenin serbest dolaşımı ortada. Şimdi biz, Avrupa’ya kendimiz teklif ediyoruz:

2005 senesinden itibaren doğan müktesep haklarımızı da dikkate alarak, asgari 15 sene müddetle, aileleri ile birlikte bizden senede 100 bin işçi alın. Bu işçiler istediğiniz nitelikte olsun. Kendilerine kayıtsız şartsız her türlü hakkı tanıyın. Biz, özel statüyü kendimiz teklif ediyoruz. GB’ye, sermayenin serbest dolaşımına devam edeceğiz ama güvenliğimizi, dış politikamızı, yasama ve yargı sistemimizi bazen fevkalade subjektif olduğunu gördüğümüz sizin sisteminizin içine terketmeyeceğiz. İşsizlik var diye de senede 100 bin kişi almaktan kaçmayın. 25 ülkede, 454 milyon nüfusunuzla, 200 milyon çalışanınızla senede 100 bin kişiyi alamayacağınız mazeretini hiç ortaya koymayın. Bize bugüne kadar GB’den dolayı doğan borçlarınızı ödeyin, GB mükellefiyetlerinizi yerine getirin.”

Son olarak “AB’ye kayıtsız şartsız hayır” diyenlere de hatırlatacaklarım var.

Hayır beyler...

AB’ye bedavaya hayır demeyiz... Tam 40 senedir işbirliğimiz var, GB’nin büyük külfetini çektik, masayı edilgen pozisyonda terk etmeyiz...

Senede yüzbin işçi kotası istiyoruz....

Kıbrıs Rum Kesimi’nin tanınması, Ermeni soykırımı, Kürdistan gibi bitmez tükenmez münasebetsiz konuları da dinlemek istemiyoruz... Evet, bu konuların hepsini ikili münasebetler içinde makul ölçülerde konuşuruz ama AB’nin tehdit kokan baskıları altında değil

Yayın Tarihi : 18 Kasım 2004 Perşembe 16:51:22


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?