2
Mayıs
2025
Cuma
ANASAYFA

Amerika, Amerika...


Türkiye’nin ABD ile münasebetleri her zaman çok önemliydi ama son 1.5 ayda gelişen konjonktür ile, hem iç, hem dış politika açısından en önemli, hatta tek konu haline geldi.

Bu bağlamda, ben de görüş ve fikirlerini açıkça ortaya koymak istiyorum. Amerikalı dostlarım (pek kalmadı ya), “sen fikrini söylemişsin ne olur, söylememişsin ne olur” diyebilirler. Kendi açılarından haklı da olurlar ama unutmasınlar ki, 1 Mart tezkeresinde 2-3 kişinin tavrı değişik olsaydı tezkere geçiyordu…

Yine de Amerika’yı önemseyen, Amerikalıların basit samimiyetini çok takdir eden, tahsilinin bir bölümünü Amerika’da yapmış ve dünya tarihini iyi kötü bilen biri olarak görüşlerimi büyük bir samimiyetle ortaya koymak istiyorum.

Geçen asır ABD son derece önemli bir aktördü…

Ve, insanlık adına müspet işler yapan iyi bir aktördü. Evet, asrın başında “büyük sopa” politikası ile Orta ve Güney Amerika’ya korku salmasına rağmen, Birinci Dünya Savaşı’ndan itibaren dünya için önemli müspet katkıları oldu. Başkan Wilson Kürt ve Ermeni politikaları yüzünden Türkiye’de pek sevilmez ama, Wilson’un dünya çapındaki katkısı müspetti. ABD, Birinci Dünya Savaşı’nın neticelenmesinde önemli bir rol oynadı. Doğrusu, bir çok insan “özellikle İngilizler Wilson’u biraz daha çok dinleselerdi de, Versay Anlaşmasını bu kadar katı yapıp Hitler’in önünü açmasalardı” diye hayıflanır.

Amerika’nın 1929 krizi dünyaya çok ağıra mal oldu. Arkasından İkinci Dünya Savaşı geldi. İkinci Dünya Savaşı’nda Amerika olmasaydı, Nazizm ve Faşizm galip geliyordu. Dünya ne olurdu bir düşünün. Stalinizmi, Komünizmi yenen de ABD oldu.

Bugün, eğer Batı Avrupa bir barış, insan hakları ve demokrasi bölgesi ise, bunu hiç tereddütsüz ABD’ye borçlu.

Bizim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ilişkimiz ve maceramız inişli çıkışlı ve oldukça da sakat gelişti. ABD bizi NATO’ya alarak, Stalinizme karşı bir koruma şemsiyesi verdi. Bu Türkiye için çok önemli bir kazançtı. Buna mukabil MİT’in maaşlarını bile verir hale geldi. Türkiye’deki askeri darbeleri destekledi. Ve, özellikle, “korkak”, “ürkek” ve “edilgen” politikacılarla çalışmayı tercih etti.

****

Amerika’nın en rahatsızlık verici tavrı, iyi-kötü itibar ettiği muhatapları ile konuşuyormuş gibi davranmaktansa, üstten bakan emir veren tavrı oldu.

Hiçbir zaman empati yapmadı. Karşısındakini anlamaya çalışmadı. “Hayır yanılıyorsun, mutlaka anlamaya çalıştık” deseler de yapmadılar, yapamadılar. Belki de, bu konuyla görevlendirdikleri kişiler yeterli değildi.

Bugünlere gelelim. Abdurrahman Dilipak, Graham Fuller ile yaptığı bir görüşmeyi nakletmişti. Fuller, “Biz Ortadoğu’da İslam ile uzlaşmadan olamayız, İslam da biz olmadan iktidara gelemez” demiş. Bu konuda ABD’nin 20-30 senelik çalışmasının sonuçlarını bugün görüyoruz.

Clinton döneminde fevkalade seyreden münasebetler, Bush döneminde ciddi bir sıkıntıya girdi. Clinton’un 16 Kasım 1999 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşma, hakikaten tarihi bir konuşmaydı. (Keşke Bush da TBMM’ye gelip konuşsaydı, Ankara ziyareti çok daha anlam kazanırdı. İstanbul Boğazında “seçkin beyaz Türk”lere yaptığı konuşma, derin Türkiye için tam bir hayal kırıklığıydı.) Gerek ABD-Türkiye münasebetleri, gerekse Türkiye’nin önümüzdeki 20-30 yılda dünyada oynayabileceği rol üzerine çizdiği vizyon müthişti. Türkiye, hem Clinton’u, hem Clinton Amerikasını sevdi, çok sevdi. Clinton’un Arafat ve Barak’ı bir araya getirip, Ortadoğu’ya neredeyse barış getirecek inisiyatifini gönülden destekledi. Bu anlaşmanın Arafat tarafından bozulduğu günlerde herhalde Türk kamuoyunda İsrail’in prestiji, Arafat ve Filistinlilerin üzerindeydi. Muhtemelen Clinton da Türk siyasetçilerinin çoğundan daha fazla seviliyordu.

Derken, Bush dönemi geldi. Bush dönemi ile birlikte 11 Eylül geldi.

Ve, dünya değişti…

Bu dünyada Neocon denilen ve dünyayı yepyeni bir şekle sokmaya çalışan, hiçbir şekilde empati yapmayan, tek taraflı davranan ve en önemlisi dünyada sevilmeyen ve inandırıcılığı olmayan bir ekibin zihniyeti Amerika’nın politikasına hakim oldu.

Haklı oldukları taraflar yok mu? Var. Ama, müzakereye kapalı tavırları, “ya tam bana uyacaksın ya da düşmanımsın” şeklindeki davranışları, muhatap olarak karşılarında kendilerine edilgen bir biçimde “baş üstüne” diyecek yerel siyasetçiler arayışları kendilerine büyük sıkıntı yaratıyor. Hatalarını görmüyorlar, tavırları da umumiyetle küstahça.

Ortadoğu’yu, Türkiye’yi ve Türk insanının Anadolu’nun binlerce senelik derinliğine dayanan sosyal, kültürel, manevi ve politik genetiğini anlamıyorlar. Anlamaya çalıştığını söyleyenler de, hiç de anlayabilecek kapasitede görünmüyor.

Ve, en önemlisi, hiçbir zaman ama hiçbir zaman kendilerinde en ufak bir hata olabileceğini kabul etmiyorlar.


Haaa, haklı oldukları bir taraf var; kendilerine söz verip, sonra da sözünü yerine getirmeyenlere kızmakta son derece haklılar.

****

Yazımın başında Amerika münasebetleri hem iç, hem dış politikadaki en önemli meseledir demiştim.

Amerikalıların bir özelliği var; ne yapacakları önceden söylüyorlar. Başkan Bush, ABD Meclisi’nde yaptığı konuşmada açık açık Suriye ve İran’a saldıracaklarını söyledi. Condoleezza Rice da, Türkiye’yi ziyaretinde “1 Mart tezkeresinin reddedilmesine üzüldük ama sizi yine de IMF meselesinde destekledik” diyerek söyleyeceğini söyledi. Rumsfeld, Irak’taki direnişin suçlusunun Türkiye olduğunu deklare etti. Rice’nin söylediği bir önemli başka husus Türkiye’deki Anti-Amerikan tavrın Hükümetin tutumu yüzünden olduğunu söylemesi idi.

Birbirinin üzerine eklenen bu hadiselerin sonunda manifesto da Wall Street Journal’da birkaç gün evvel yayınlanan makale ile geldi. Müthiş bir makale. Makalede, Erdoğan’ın “ekümenik” Ortodoks Patriği yemeğine katılımı yasaklaması, Erdoğan’ın iki yüzlü olduğunu söylemesi, Hükümetin kadın haklarını tehdit eden gerici-popülist bir hükümet olduğu iddiasının muhtemelen doğru olduğu, Başkan Bush’un Tayyip Erdoğan’ı tanıyan ilk dünya liderlerinden biri olduğu unutulduğu, yıllarca süren askeri yardımların unutulduğu, Bakü-Ceyhan Boru Hattı için verilen çabaların unutulduğu, Ermeni soykırımı tasarılarına karşı ABD yönetiminin verdiği mücadelenin unutulduğu, PKK konusunda verdiği yardımların es geçildiği, Öcalan’ın ABD tarafından yakalandığının unutulduğu, buna karşılık özellikle Başbakan Erdoğan’ın göz yumması ile Amerikan ve Yahudi düşmanlığının yükseldiğini yazıyor.

Tam bir manifesto…

Üstelik de teşhisler doğru… Bu teşhislerin hepsi doğru da, ABD’li dostlarımızı doğru olan bu teşhislerinizi meydana getiren sebepleri düşünmeye davet ediyorum. Bu olanlar sadece Erdoğan’ın iki yüzlülüğünden, oportünizminden, iktidara gelirken açık destek verdiğiniz AKP’nin beceriksizliğinden ve Yahudi düşmanlığından mı oluyor?


Anketlere göre halkın yüzde 85’i ABD’yi tasvip etmiyor. Bütün bu halk Erdoğan’ın söyleminden mi etkilendi? Sizin hiç mi kabahatiniz yok? Daha doğrusu kabahat demeyelim de kusurunuz mu yok?

****

Ben de Wall Street Journal’daki makaleyi yazan Robert L. Pollock gibi bir sıralama yapayım:

- Elçilikte siyasi konularda etkili olan Kunstadder adlı kişi, emirler veren, tehditler savuran, bütün Türkiye’yi dolaşıp, herkesle konuşup anladığını zanneden ama hiç empati yapamayan bir kişi.

- Sömürge valisi tavırları dolayısıyla tenkit edilen Pearson’dan sonra gelen, akıllı ve başarılı olduğu şüphe götürmeyen Edelman, sadece kendisi gibi düşünenlerle temas kuruyor.

- Türk Halkının hassas olduğu Irak konusundaki işgal için hiçbir makul sebep ortaya konulamadı. Daha doğrusu Türkiye’nin yüzde yüz iştirak ettiği dünya çapında terörle mücadele meselesinin Irak ile ilgisi Türk kamuoyu tarafından anlaşılamadı. ABD’nin Afganistan’ı işgaline her türlü desteği veren Türkiye ve Türk kamuoyu, Irak konusunda geri çekildi.

- ABD’nin ülke basınını yönlendirme konusunda aktif bir çalışma içine girdiği görüldü.

- Askerimizin başına çuval geçirildi.

- Telafer’deki Türkmen bölgesine girip katliam yaptı.

- Musul’da güvenlik bölgesinde Bağdat’taki Elçiliğe giden 5 Türk güvenlik görevlisi ABD askerlerinin önünde, hatta yanında öldürüldü.

- Devamlı Türkiye’yi tehdit eden Barzani’ye açık destek verildi. Hatta, onun tarafı tutuldu.

- Kendi talepleri üzerine Sünni üçgenine asker yollamak üzere tezkere çıkarttık, arkasından Hoşyar Zebari’yi konuşturup Türk Hükümetini ve TBMM’yi küçük düşürdüler.

- Pearson, “Türkiye’nin doğusu Bağdat’la aynı ekonomik bölgededir” diyerek, bölücülük hassasiyetlerini sonuna kadar kaşıdı. Elçiliğin bazı elemanlarının, bölücü unsurlarla faaliyetleri de biliniyor.

- Patrikhane konusunda Türk halkının hassasiyetlerini hiçe saydılar, hatta “not ettik” gibi rencide edici tavırlar takındılar.

Pollock’un yazını sanki Kunstadder yazmış. Şimdi, oradaki hususlarla benim saydığım hususları karşılaştırsın, sonra da ortada bütün bu hususlar varken, dönsün Erdoğan’a kamuoyunu nasıl Amerika’nın yanına çekebilecek akıl versin.

Tayyip Erdoğan’ın muhtemelen, mecburen bir erken genel seçime gideceğini, bu seçimde kamuoyunun anti- Amerikan tavrını kullanmak mecburiyetinde kalacağını ve milliyetçilik unsurunu da ön plana çıkaracağını da unutmadan bu tavsiyeleri versin.

Ben evvela bir tecrübemi nakledeyim, sonra da kanaatimi söyleyeyim:

Geçen gün bir televizyon programında, “Türk Hükümetinin Irak’la alakalı kargo taşımacılığı için İncirlik Havaalanını kullandırmaması yanlıştır ve bir çifte standarttır. Madem Afganistan için kullandırıyoruz, Irak için de kullandırmamız lazım. Zira, Birleşmiş Milletler kararları açısından ikisinin durumu aynı” dedim; kıyamet koptu. “Sen de Amerikancı mı oldun? İşgali nasıl savunursun?” diye telefonlarım kitlendi…

Amerikalı dostlarıma üç tavsiyem var; ister dinlerler, ister dinlemezler. Ben, ABD’nin kuvvetinin ve özündeki iyi niyetin farkında olarak dostluğa önem veriyorum ve tavsiyelerimi yapıyorum:

1- Lütfen empati yapın ve meydana gelen anti-Amerikan kamuoyunun, Türk Hükümetinin “beceriksizliği” ve “ikiyüzlüğü” (tabir benim değil Wall Street Journal’ın) kadar sizin kendi davranışlarınız ve tavırlarınız yüzünden meydana geldiğini idrak edin.

2- Türkiye’ye empati yapabilecek, ukalalık etmeden insanlarla konuşacak, emirler yağdırmayacak ve tehditler savurmayacak elemanlarınızı yollayın.

3- Türkiye’de mevcut iktidarın başındakiler gibi bazılarını “kullanıyoruz, bunlarla anlaşıyoruz” diye destekleyip, arkasından hayal kırıklığına uğrayacağınıza, edilgen olmayan, hizmet ruhundan ziyade, haysiyetli duruş ve işbirliği ruhuna sahip insanlarla çalışmayı tercih edin.

Benden söylemesi…

Biz, genel anlamda Ortadoğu’nun istikrara kavuşmasını, mümkün olduğu azami ölçüde demokrasinin gelmesini, enerji yollarının açık tutulmasını, ekonomik hayatın herkesin menfaatini koruyacak şekilde yürümesini isteriz ve ABD ile de bu konuda işbirliği yaparız, üstelik de, Ortadoğu’yu asgari Amerikalılar kadar gibi biliriz. Hele hele burada Elçilik’te tanıdığım kişileri dikkate alırsanız, karşılaştırmaya bile değmez. ABD’nin kendi politikasını da yürütürken makul ölçülerde mutlaka bize danışmasını, danışacağı insanları da hizmetkarlardan değil, Türkiye’nin özünü temsil eden insanlardan olmasını isteriz.



Yayın Tarihi : 18 Şubat 2005 Cuma 19:07:56


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?