19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Bütçe görüşmeleri: Başbakan söylediklerini sahi zannediyorsa yandık...

Dün TBMM’de bütçe günüydü. Bütçe günü aynı zamanda, iktidarın ve muhalefetin, genel başkanlarının ağzından, özellikle ekonomi ile ilgili görüşlerini ortaya koyma imkanını veriyor.
Konuşmaları Genel Kurul’da 4 dönemdir milletvekilliği yapan, son derece tecrübeli bağımsız bir milletvekili ile beraber dinliyorduk. “Biliyor musun Emin, işin en vahim tarafı Başbakan söylediklerine inanıyor ve sahi zannediyor. Söylediklerini bir siyasi demagoji için söylüyor olsa anlardık ama kendi söylediklerine inanması ve dış siyaset ve ekonomide herşeyin mükemmel gittiğini zannetmesi; işte o çok vahim....”

Doğru...

AK Parti iktidara geldiğinden beri, daha evvel başlamış olan IMF programını hakikaten, dünyada hiçbir ülkenin gösteremeyeceği bir dikkat ve sebatla uyguladı. İktidara geldiği zaman, zaten yüzde 80’lerden, 30’lara düşmüş olan enflasyonu, yüzde 10’lara indirdi.

Amaaa, AK Parti iktidara geldiğinden beri reel faizlerde hiçbir düşme olmadı. Reel faizin toplam faize oranı yüzde 10’lardayken (örnek, faiz yüzde 90- enflasyon yüzde seksen= reel faiz yüzde 10.)

Bugün reel faiz enflasyonun yüzde yüzü nispetine geldi, hatta geçti (faiz yüzde 20-22 - enflasyon yüzde 10= reel faiz yüzde 10-12). Türkiye bugün 160 milyar dış borcu olan bir ülke, borçlar düşmüyor artıyor. AK Parti iktidarı işbaşına geldiğinde kamunun iç borcu 144 katrilyon idi; bugün 235 katrilyon. 2 senede 91 katrilyon artmış. 2 senedeki artış Yani aşağı yukarı yüzde 70. Konsolide bütçede, kamu kesiminin toplam borç stoku, 141 milyar dolardı, bugün 230 milyar dolar!

AK Parti iktidara geldiğinde dış ticaret açığı 14 katrilyondu, bugün 33 katrilyon. Cari işlemler dengesinde açık 1.5 milyar dolardı, bugün 14 milyar dolar...

Evet, IMF talimatlarını sıkı sıkı uygulayan Hükümet, yüzde 6.5’luk faiz dışı fazlayı tutturdu ama ortadaki durum bu. Gelir dağılımında bir düzelme yok, işsizlik oranında bir düşüş yok.

Üstüne üstlük hem Tayyip Erdoğan’ın, hem de Deniz Baykal’ın DİE’ye güvenerek verdikleri büyüme rakamlarının yanlış olduğunu, yine DİE’nin soru önergelerine verdiğimiz cevaplarla ortaya çıkardığımızı bu sütunları takip edenler biliyorlar...

Bugün basına baktım; basın işin magazin tarafında. Tayyip Erdoğan Baykal’a "iki koyunu güdemez, bilgisiz" demiş, vs, vs...

Durumun vehametini, ülkenin Endonezyalılaştığını, Arjantinleştiğini, ekonominin sadece düşük döviz kuru ve sıcak para ile (aynen bugün Amerika’nın kendisi için yaptığı gibi) sürdürülmeye çalışıldığını görmüyorlar. Yalnız arada bir fark var. Orası ABD, burası Türkiye!

****

Sayın Başbakanın konuşmasının uzunca bir ilk bölümü kendi partisinde, parti grubunda konuşuyormuş gibi kendisini ve partisini methetmekle geçti. O konudaki görüşlerime bir sonraki yazımda değinmek istiyorum.

Bugün konumuz ekonomi. Bakın, Başbakanımız AK Parti’nin 2 senelik ekonomi performansı için neler söylüyor:

“AK Parti’nin ekonomi siyasetini, iş görme pratiğini özetlemek istiyorum:

Türkiye ekonomisi AK Parti döneminde büyük bir atılım gerçekleştirmiş, yalnızca 2000 ve 2001 krizlerinin etkilerini silmekle kalmamış, on yılların kronik sorunlarına da neşter vurmuştur.

AK Parti, ekonomik sorunlara özgün, yerli, akılcı, sürdürülebilir ve kalıcı çözümler getirmiştir.

İki yıl gibi kısa bir süre zarfında parti programımızda, hükümet programımızda ve acil eylem planımızda belirlenen hedeflere çok büyük oranda ulaştık, tamamladık diyemiyorum, hatta ulaşılanları da kısmen aştık.

Hükümetimizin ekonomi politikaları geçmiş hükümet dönemlerinde olduğu gibi asla günü kurtarmaya yönelik olmamıştır. Türkiye’nin kaynaklarını Türkiye’ye kazandırıyoruz. Ekonomide temel anlayışımız, işsizliğin, yoksulluğun, gelir dağılımındaki adaletsizliğin çözümüne odaklanmıştır.

Burada makroekonomik göstergelerdeki iyileşmenin sokağa yansıması için azami çaba gösterilmiştir, bu konuda da çok önemli mesafeler kat edilmiştir.

İddiaların aksine bizim dönemimizde yoksullaşma, kesimler arasındaki gelir adaletsizliği artmamış, aksine yeterli olmasa da nispi iyileşmeler yaşanmıştır.

Bakınız, toplumun en alt gelir düzeyini oluşturan yüzde 20’lik kesim 2002 yılında gayri safî millî hasılanın yüzde 5,3’ünü alırken, 2003’te bu oran yüzde 6’ya çıkmıştır. Şimdi, bunların altını çiziyorum.

Buna karşılık, en üst gelir düzeyindeki yüzde 20’lik kesimin payı 2002 yılında 50,1 iken, 2003 yılında bu rakam 48,3’e gerilemiştir.

Görüldüğü gibi, gelir dağılımındaki eşitsizlik makası da artık daralma yoluna girmiştir.

Türkiye ekonomisinin kronik sorunu olan yüksek ve belirsiz enflasyon, otuzdört yıl boyunca, Türkiye’de, âdeta birkaç neslin kâbusu olmuşken, bu sorun, kalıcı olarak çözüme kavuşturulmuştur.

Tabiî, burada, 1999’daki IMF uygulamalarının bir neticesi olarak bu gösterilirken, öbür taraftan da, IMF’le ilgili anlaşmaların yanlış olduğu anlayışına ulaşmak, inanıyorum ki, konuşma içerisinde de bir çelişkiyi ortaya çıkarıyor.

Türkiye’de bir ara yüzde 130 oranlarına kadar ulaşan enflasyon, iktidarı devraldığımız andan itibaren istikrarlı ve kalıcı bir düşüş trendine girmiştir. Enflasyon oranlarında, aylık bazlarda negatif oranlar ve yıllık bazda tek haneli seviyeler hükümetimiz döneminde gerçekleşmiştir.

Burada iki yıldır ısrarla üzerinde durduğumuz bir konuyu yeniden belirtmekte fayda görüyorum. Enflasyonun düşmesi fiyatların düşmesi değil, fiyat artış hızının düşmesidir. "Enflasyon düştü, ama dana eti şu kadar arttı, peynirin fiyatı bu kadar arttı, şeker fiyatı şu kadar arttı, şuradan şuraya geldi, benzin şu idi, şu oldu" diyenler, lütfen, ellerini, şöyle vicdanlarına bir koyuversinler. Ellerini vicdanlarına bir koyuversinler.

Bakın arkadaşlar, her zaman söylüyorum; ama, anlamakta zorlananlar var, belki anlamaları için ifade etmem gerekir: Hayatında iki koyun gütmeyen, maalesef bu sıkıntıyı yaşıyor işte. Tabiî, bu iş masada oturularak olmaz, hayatı yaşamakla olur. Hayatı yaşarsanız, o zaman bunun ne derece önemli olduğunu anlarsınız. Biz, Türkiye Cumhuriyeti Devletini yönetiyoruz. Böyle bol keseden bunu dağıttığınız anda, ondan sonra memurun, işçinin maaşını ödeyemez hale gelirsiniz, o hale gelirsiniz.

Ama şimdi, istikrar var; şimdi, güven var. Bunu böyle yönetmek durumundayız.

Biz gelirken meydanlarda bunu söyledik, "gelir gelmez cepleriniz şişecek" demedik. Ya; "üç yıl" dedik. Üç yıl, ama değer kazanmaya başladı, daha ikinci yılın sonundayız. Biz de diğerleri gibi atıp tutabilirdik, atmadık. Niye; tabloyu iyi görüyorduk ve hamd olsun, şu anda bunun neticelerini alıyoruz. Türkiye şu anda güven ve istikrar ülkesi olmuştur. Faiziyle, büyüme oranlarıyla, enflasyonuyla, her şeyiyle, şu anda güven veriyor, istikrar vaat ediyor.

Bakınız, şimdi, ben de size bazı örnekler veriyorum: Asgarî ücretli bir vatandaşımız, eline geçen aylık tutarla, Ekim 2002’de 190 kilogram ekmek alabilirken, bugün, asgarî ücretle, 258 kilogram ekmek alabilmektedir.

Ekim 2002’de, bir asgarî ücretli, 181 kilogram makarna alabilirken, bugün, 297 kilogram makarna alabilmektedir.

O gün, 151 litre süt alınabiliyordu, bugün, 203 litre süt alınabiliyor.

Bir başka örnek: Ekim 2002’de, bir asgarî ücretli, 80 kilogram kuru fasulye alabilirken, bugün, 122 kilogram kuru fasulye alabilmektedir.

Ekim 2002 ile Ekim 2004 arasında buzdolabı fiyatlarına lütfen bir bakalım; ortalama yüzde 29, çamaşır makinesi fiyatları yüzde 35 azalmıştır; bundan haberiniz var mı?! Buzdolabı, fırın, çamaşır ve bulaşık makinesinin içinde bulunduğu toplam beyaz eşyada, 2002’de, 1 950 000 adetlik bir satış gerçekleşirken, 2004’te bu rakam, yüzde 91 oranında artarak, 3 725 000 adede yükselmiştir. 2002-2004 seneleri arasında gerçekleşen satış, toplam 7 500 000 adettir yaklaşık olarak.

Bakınız, tüp gazdaki durumu da soruyorlar. 12 kilogramlık tüp 21 500 000 liraydı; şimdi ise, 23 500 000 lira ve dikkat edin, bu, dışa bağımlı bir olay; artış, yüzde 61 değil, yaklaşık olarak yüzde 10.

Değerli arkadaşlar, mazotun litre fiyatı 1 340 000 liraydı; şimdi ise, 1 784 000; artış, yüzde 65 değil, yüzde 32,25.

Elektriğe gelince: Burada da yanlış bilgilendirmeler var. Maalesef, sufle edenler, yanlış sufle etmişler. Bir defa, elektriğe, tam yirmibeş aydır hiç zam yapılmamış; tam aksine, indirim yapılmıştır. (AK Parti sıralarından alkışlar)

Bakınız, şu anda, Kasım 2002’den bu ana kadar, elektrikte kilovat/saati konutta 160 760 liraydı, 158 344’e; sanayide 152 610 liraydı, 142 778 liraya inmiştir.

SEDAT PEKEL (Balıkesir) - Dünyanın en pahalı elektriği Sayın Başbakan.

GÜROL ERGİN (Muğla) - Sulamadaki elektrik ne oldu; lütfen, onu da söyleyin.

BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN (Devamla) - Kitapçığı biraz okursanız, orada onları bulacaksınız.

GÜROL ERGİN (Muğla) - Kitapçıkta yok; çünkü, söyleyemiyorsunuz; çünkü, yüzde 34 artırdınız.

Büyümede Türkiye, OECD ülkeleri arasında bir numaradır. Artık, bunu, OECD kendisi ilan etti ve Türkiye’yle ilgili raporu da bütün detaylarına kadar verdi.

Ve bir başka konuya burada hemen dokunuyorum. 2004 yılının ilk dokuz ayında özel kesim tarafından gerçekleştirilen sabit sermaye yatırım tutarı 45 katrilyon Türk Lirasıdır. (AK Parti sıralarından alkışlar) Bunu da özellikle bilmenizi istiyorum. Bu yatırımın 30 katrilyon lira tutarındaki kısmı makine ve teçhizat yatırımıdır. Bu rakamlar, önümüzdeki dönemde, Türkiye’nin üretim, ihracat ve büyüme potansiyelinin de artacağına işaret etmektedir.

İşsizlikle ilgili konuya gelince: Şüphesiz, işsizlikte ideale, arzu edilene ulaşmış değiliz; ama, 10,3 oranında olan işsizlik, bizim dönemimizde 9,7’ye düşmüştür ve Türkiye’de istihdama giren insanların sayısı her yıl 500 000 civarındadır. Bu 500 000’i düşündüğünüz zaman, bunu da ne yapıyor; şu anda Türkiye’deki yatırım absorbe ediyor; bunu unutmayalım, bunu da bir kenara atmayalım. Yani, işsizlik oranı artmıyor, çok az da olsa, oran azalıyor; ama, Türkiye’de işgücüne katılım, aynen, bunun içinde o da absorbe ediliyor. Bunu bir kenara koyamazsınız; bu da, bunun ayrı bir gerçeğidir.

Bakınız, 1999 yılında Türkiye’nin ihracatı 26,5 milyar dolardır; ama, şu anda, bu yıl sonu itibariyle, beklenen rakam 60 milyar dolardır. Nereden nereye geldik.

Ve olayın ithalatına bakıyorum. Aynı dönemde, ithalat, 1999’da, 40 600 000 000 dolardır, şimdi ise 90 000 000 000 dolardır; yani, buna baktığımız zaman, oranın çok da öyle farklı olmadığını çok açık, net, burada, görüyoruz. Hesabı yaparsanız, bu, zaten, açık, net ortaya çıkıyor.

Ne kadar cari açık dediyseniz de, cari açığın kımızı ışıkları yanmış olsaydı, ülke batmıştı zaten, maaşları ödeyemez duruma gelirdik. Böyle bir sıkıntı, hamdolsun, yok. Bu noktada gayet rahatız. İşler de gayet iyi gidiyor.

Bakınız, burada, sizlere, başka bir iki örnek daha vereceğim.

Bazı ülkelerin kamu toplam borç stokundan bahsediyoruz. Bakınız, "borç yiğidin kamçısıdır" derler.

Şimdi, Amerika Birleşik Devletlerinde, şu anda, borç, bakınız, borç, bunun gayri safî millî hâsılaya oranı yüzde 60, Japonya’da yüzde 169, İtalya’da yüzde 106, Kanada’da yüzde 185. Bunu daha açık olarak, ben, sizlere söyleyeyim. Şu anda, kamu borç tutarı olarak söylüyorum bunu, Amerika Birleşik Devletlerinin yaklaşık 6,5 trilyon dolar, İtalya’nın ise 1,2 trilyon dolar, bunların borcu.

Bir diğer konu da, bürokrasiyle ilgili, bürokratik oligarşiyle ilgili. Bakınız, bürokratik oligarşi nedir derseniz; şimdi, bakın, bürokratik oligarşi dediğiniz zaman, orada, bence, bu işin tarihine girdiğimizde, bunun tarihinde çok farklı bir yaklaşım görürsünüz. Bürokratik oligarşinin nereden geldiğini araştırdığımızda karşımıza ne çıkıyor, biliyor musunuz; 1950 öncesinde, Cumhuriyet Halk Partisi İl Başkanları aynı zamanda il valiliği yaparlardı; işin kökeninde, ruhunda o vardır aslında ve biz, bir defa, bu ruhu geride bıraktık, bu zihniyeti paylaşmıyoruz zaten. Şu anda, hamdolsun, artık, böyle bir şeyden kurtulduk, daha demokratik bir anlayışla yürüyoruz.

Kaldı ki, biz, makamında işinin hakkını veren hiçbir bürokrata, asla, kalkıp da yerini terk ettirmeyiz; ama, bu bürokrat arkadaşlarımız -yerini değiştirdiklerimizi kastediyorum- zaten başarılı olsaydı, önceki koalisyon hükümeti çok başarılı olurdu. Başarılı olamadıkları için bunları yerlerinden almak durumundayız. Kaldı ki, biz, yerlerine yeni birilerini getirmiyoruz; Türk bürokrasisinin içerisinde olan bir başka bürokratı getiriyoruz; olay budur; bundan farklı bir şey yok.”

****

Deniz Baykal, uzun zamandır gördüğümüz en iyi performansını bütçe konuşmasında sergiledi.

Geçen seneki bütçe konuşmalarını hatırladım. CHP adına Kemal Derviş kürsüye çıkmış, Hükümeti övüp duruyordu... Bu sene Baykal, herhalde geçen sene yaptığı hatayı anlamış olacak kürsüye kendisi çıktı ve muhtevalı, güzel bir konuşma yaptı.

Baykal’ın konuşmasında da önemli bir eksiklik var; eksikliği de dış politikada olduğu gibi, tenkitlerinde haklı olsa bile, tenkit ettiği konularda kendisi ne yapılması gerektiğini açıklamıyor.

Yine de güzel bir konuşmaydı.

Baykal’ın konuşmasından, benim de altına rahatlıkla imza atabileceğim kısımları size aktarıyorum:

“Bütçe görüşmeleri, ekonominin genel durumunun değerlendirilmesi, gidişatın fotoğrafının çekilmesi, halkın gerçek durumunun anlaşılması için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Geçmişte bütçe görüşmeleri, hep bu çerçevede, önemli toplantılar niteliğinde gerçekleşmişti; günümüzde, yavaş yavaş sıradanlaşmaya başladı. Tabiî, günümüzde bütçe görüşmelerinin ilgiyi ve dikkati kaybetmeye yönelmesinin altında, bütçelerin, giderek otomatik belirlenen, siyasî müzakereyle içeriği şekillendirilemeyen, bir anlamda, Türkiye’nin denetimi ve tercihi dışında ortaya çıkan bir çerçeveyi uygulamaya yönelmiş olması önemli bir unsur durumundadır. Bütçeye ilgiyle, merakla bakmak için fazla neden kalmamıştır; çünkü, bütçeler, esas itibariyle otomatik bir uygulama metni haline gelmiştir. Türkiye’nin IMF’yle ekonomik ilişkisinin getirdiği kısıtlamalar ve çerçeveler bütçeyle uygulanmaya başlanmıştır ve bütçeye yönelik tartışmalar önemini kaybetmiştir; ama, aslında ben bulunduğumuz noktada, tam bu noktada, bütçenin bir yeni anlayışla değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum; çünkü, Türkiye’de her şey otomatiğe bağlanmış, çaresiz bir tablo içerisinde gidişat yolu tutmuş ve her şey, böyle, devam edecek gibi bir bekleyiş ve anlayış kontrolünde yürüyor; bu, çok sağlıklı bir değerlendirme değil. Bütçeyi, bir durum değerlendirmesi için, gidişatın nereye olduğunun doğru anlaşılması için, bir fırsat olarak görmek ve kullanmak ihtiyacı var…(...) Çünkü, önümüze getirilen rakamlar, bir çaresizlik duygusu içerisinde, teslimiyet duygusu içerisinde değerlendiriliyor. Sevinilecek tarafları varsa oralardan sevinç rüzgârları estirilmeye çalışılıyor; üzüntü verici tarafları varsa görmemezlikten gelinmeye çalışılıyor ve böylece, bu, bir rutin işlem, sıradan bir bürokratik faaliyet halinde yürüyor, olayın siyasî özü kayboluyor.

Türkiye, 1999 yılından beri bir IMF programını yürütmeye çalışıyor; bu program, 2001 yılında yenilendi. AKP Hükümeti, bu bütçeyle üçüncü bütçesini Türkiye Büyük Millet Meclisine sunuyor. Bu bütçenin gerisinde iki tane bütçe vardır, bu üçüncü bütçedir. Bu büt-çelerin tümü de, IMF ilişkileri çerçevesi içerisinde şekillenmiş bütçelerdir. Türkiye, IMF’yle 19 tane anlaşma yapmıştır. Şimdi, hükümetimiz 20 nci anlaşmayı yapmaya çalışıyor. Dünyada IMF’yle 20 tane anlaşma yapmış bir başka ülkenin varlığından, ben, haberdar değilim. 16-17 tane yapmış olanlar var; şimdi, Türkiye, 20 nci IMF anlaşmasını yapıyor.

Bir ekonominin, Türkiye konumundaki bir ekonominin iyi işleyip işlemediği, gidişatın olumlu ve iyi bir istikamete doğru olup olmadığı nasıl belirlenir, hangi ölçüyle belirlenir, neye bakacağız ki, ekonomi iyi diyeceğiz; ilk yapılması gereken iş, galiba, buna doğru bir cevap vermektir. Ekonomiyi ölçerken kullanacağımız kriterleri doğru saptamamız gerekiyor; çünkü, ortada çok kriter var. Bunların bir kısmının anlamı yoktur, bir kısmı yapaydır, bir kısmı önemlidir; ama, onun tam öte tarafında bambaşka olumsuz işaretler vardır. O nedenle, neye bakacağımızı görmemiz lazım.

Şimdi, baktığımız zaman, Türkiye’de, bizim sevinmemize yol açacak bazı gelişmeler var. Nedir onlar: Enflasyon iniyor; enflasyonun inmesine bağlı olarak faizler iniyor; Türkiye’de, büyüme kendisini hissettirmeye, göstermeye başladı; büyüme konusunda sevindirici sayılabilecek işaretler var. Tablo da aşağı yukarı budur.

Şimdi, enflasyonla mücadele, tabiî, çok önemli, Türkiye’nin temel konusu. Türkiye, yıllardır bu mücadelenin içinde, özellikle, işte, 1999 yılındaki IMF programıyla buna başlandı, metot 2001 yılında değiştirildi, şimdi o devam ediyor. Hatırlayacaksınız, bu enflasyonla mücadelenin ölçülmesi açısından şunu zihnimizde tutmakta yarar var: 2001’de TEFE, enflasyonla mücadele sonucunda, yüzde 88,6’dan, 2002’de yüzde 30,8’e düşmüştü. Yani, toptan eşya fiyatları endeksi, yüzde 88,6’dan yüzde 30, 8’e 2001 yılında düşmüştü ve 2001 yılında yüzde eksi 9,5 olan büyüme hızı, 2002’de yüzde 7,9’a çıkmıştı; yani, 2002 yılında, AKP iktidarı görevi devralmadan önce, Türkiye’nin uygulamakta olduğu IMF programının bir sonucu olarak, 2002 yılında enflasyon yüzde 88’den yüzde 30’a düşmüştü, büyüme de, eksi 9,5’tan artı 7,9’a çıkmıştı 2002 yılında.

Şimdi, bu trend devam ediyor.

Bu, sevindirici bir olaydır; ama, bir ekonomiyi bütün ölçüleri bırakarak, sadece bununla ölçmek kadar yanlış bir şey olamaz. Buna bağlı olarak faizler düşmüştür, düşmesi kaçınılmazdır; yani, yüzde 88 enflasyon olan bir ortamda faizlerin yüzde 90’un üzerinde olması kadar doğal bir şey yoktur. Enflasyon yüzde 30’a düştüğü zaman, faizler de yüzde 35’e, yüzde 40’a doğru düşer, yüzde 20’ye düştüğü zaman yüzde 20 civarına düşer. Bu, çok doğaldır. Bu, enflasyondaki inişin bir uzantısıdır, bir doğal sonucudur.

Türkiye’de, büyümeyle ilgili olarak da kendisini gösteren gelişme, üst üste üçüncü yıl ekonomi büyüme işaretleri veriyor. Büyüme hızında memnuniyet verici işaretler var; ama, oturmuş değil, güven verici değil, sürekli olacağı konusunda bizi tatmin edecek bir tablo içinde değil. Burada neye bakacağız peki, bunu konuşuyoruz hep, Türkiye’de ekonominin bakılacak pek çok yönü var. Nedir bunlar; bir, önce Türkiye, borçlar karşısında nasıl bir manzara sergiliyor, Türkiye’nin borç tablosu nedir, borçların durumu nedir, önce bunların aydınlatılması gerekiyor.

Ayrıca, ne gerekiyor; Türkiye’nin dış ticareti, yani, borçları belirleyen ana alt unsur, dış ticaret nasıl gelişiyor, geleceğe yönelik olarak dış ticaretimiz umut ve güven veren bir istikamette mi, sevindirici bir tablo sergiliyor mu, yoksa, kaygı verici bir tablo mu var. Türkiye’de dış ödemeler dengesiyle ilgili cari işlemler açığı manzarası ne? Türk ekonomisi, cari işlemler dengesi bakımından nasıl bir olay gösteriyor. Bu, borç, dış ödemeler dengesi, dış ticaret açığı, cari işlemler açığı, bunların hepsi çok önemli; çünkü, biz, Türkiye olarak geride bıraktığımız dönemlerde daima döviz krizleriyle karşı karşıya kaldık. Yani, Türkiye, kalkınmak için büyük hamleler yaptı, yatırımlar yaptı, sanayileşme çıkışları gerçekleştirdi; ama, bir süre sonra nefesi kesildi, döviz problemleri kendisini gösterdi, devalüasyonlar onu takip etti, böyle, sıkıntılı bir sürecin içinden geçtik. Tarihi olarak, daima, bizi, bir döviz problemi karşısında buldu. Şimdi, içerisinde bulunduğumuz dönemde buna kaygı yok; dalgalı kur uyguluyoruz, merak etmeyin deniliyor; ama, Türkiye’deki bu dış ödemeler dengesiyle ilgili gelişmelerin özel bir ilgiyle ele alınması her zamankinden daha büyük bir ihtiyaç olarak, bence, kendisini gösteriyor.

Ayrıca, tabiî, borçlar ne durumda, dış ödemeler dengesi ne durumda, cari açık ne durumda, yatırımlar ne durumda? Türkiye, yatırım yapıyor mu? Türkiye’nin yatırım yapıp yapmaması, olağanüstü önemli, ülkenin geleceği için önemli, yarın için önemli. Yatırım yapmayan bir ekonominin geleceğe güvenle yürüyor olduğunu söylemek kesinlikle mümkün değil. Yatırımlar tablosu nedir? İşsizlik tablosu nedir? Vergiler artıyor mu, azalıyor mu? Vergiler adaletli mi, değil mi? Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hizmetleri nasıl yerine getiriliyor? Gelir dağılımı düzeliyor mu? Kayıtdışı ekonomi giderek kontrol altına alınıyor mu? Ana sorunlar bunlar. Bunlar olursa bir ülkede, ekonomi olumlu istikamette gelişiyor deriz. Bunlar olmuyor, hele, bunların tersine bir gelişme oluyorsa, eyvah, kaygı duymayı gerektiren bir tablo vardır, ekonomide ciddî sıkıntılar şekilleniyor demektir. Şimdi, böyle baktığımız zaman ne görüyoruz?

Türkiye, bugün, 160 milyar dolar dışborçla, dünyada, en çok borçlu ilk 10 ülkeden biridir. Toplam net kamu borcu gayri safî millî hâsılamızın 2000 yılında yüzde 57’siydi, şimdi, yüzde 80’e dayanmıştır. Kasım 2002 tarihinde, yani, AKP İktidarı işbaşına geldiği tarihte, kamu kesiminin toplam içborcu 144 katrilyon lira idi, şimdi, toplam içborcumuz 235 katrilyon liradır; yani, 91 katrilyon lira, geride bıraktığımız dönemde, iki yıllık dönemde, Türkiye’nin borç stokuna ekleme yapılmıştır. Eski borçlardan bahsetmiyorum, bu iktidarın döneminde üretilen, ortaya çıkarılan yeni borçlardan söz ediyorum. 144 katrilyon lira devralındı, 91 katrilyon lira eklendi. Bu ne demektir biliyor musunuz; üçüncü yılın sonunda, cumhuriyet tarihinin, ta Atatürk’ten, İsmet Paşa’dan, Bayar’dan, Menderes’ten, Demirel’den, Bülent Ecevit’e kadar, Tansu Çiller’e kadar, Mesut Yılmaz’a kadar, Necmettin Erbakan’a kadar, gelmiş geçmiş bütün başbakanların yaptığı, cumhuriyet tarihinin toplam içborcu kadar bir içborcun, bu üçüncü yılın sonunda ortaya çıkması söz konusu olacaktır demektir. Yani, Türkiye’nin 1983 yılında yaptığı borca eşit bir borcu, Türkiye, üç yılda yapma konumuna gelmiştir.

Konsolide bütçenin, sadece konsolide bütçenin, kamu kesimi toplam borç stoku 2002 yılı başında 141 milyar dolardı; bugün, 230 milyar dolar olmuştur. Konsolide bütçenin toplam kamu borç stoku, bu iktidar döneminde, 90 milyar dolar artırılmıştır; 141 milyar dolar, 90 milyar dolar artırılmıştır. Bu ne demektir, biliyor musunuz; sizin bu iktidar döneminizde, iki yılda, her Türk vatandaşına, siz, 1 250 dolar ek borç yaptınız. İki yılda, her Türk vatandaşının borcunu 1 250 dolar artırdınız; ama, bu 2 yılda, gayri safî millî hâsılayı, adam başına düşen geliri 1 250 dolar artırmadınız. Piyasalardaki kullanılabilir fonların, bu borçları ödeme arayışı içinde giderek daha büyük bir kısmının malî sistem dışına çekildiğine tanık oluyoruz. Bu, 2002’de yüzde 47 düzeyindeydi, 2003’te yüzde 52’ye çıktı; 2004’te yüzde 62’si, iç ekonomik kaynakların yüzde 62’si, şimdi borç ödemeye yönelik olarak kullanılıyor; çünkü, piyasadan bu borçlanma gerçekleştiriliyor.

Bu borçlanmayı, yani, bu iktidar döneminde ortaya çıkan borçlanma konusundaki bu tabloyu, olumluya doğru bir sevindirici gelişme olarak değerlendirmek olanağı var mı?! Bu borç tablosundan memnuniyet ifade etmek, bunun, iyi bir gelişme olduğunu söylemek, kesinlikle mümkün değil; çok açık, üzüntü verici bir tablodur ve her sorunun altında da bu borçluluk tablosu yatar. Bir süre sonra başka sorunlara bu kendisini yansıtacaktır. E, bu açıdan bakarak, bir sevinç ifade etmek olanağı yoktur.

Dışticaret nasıl gelişiyor; dışticaret ilişkilerine baktığımız zaman, maalesef, aynı sıkıntılı tabloyu görüyoruz .Kasım 2002’de siz iktidarı devraldığınız zaman Türkiye’nin 14,1 milyar dolarlık bir dışticaret açığı vardı; yılda 14, 1 milyar dolar açık yapıyordu Türkiye. Şimdi geldiğimiz noktada, geride bıraktığımız 12 aya göre, dışticaret açığı 32,5 milyar dolardır; büyük bir olasılıkla, yıl sonunda 35 milyar dolarlık bir açık olarak bunun gerçekleşmesi de söz konusudur.

Yani, 14,1 milyar dolardan aldığınız dışticaret açığını, şu anda 32,5 milyar dolara çıkarmış durumdasınız; yani, siz, 144 katrilyon olarak aldığınız borçları 235 katrilyona çıkarmış durumdasınız; 141 milyar dolarlık borcu, 230 milyar dolarlık borca çıkarmış durumdasınız. Bu da sevindirici bir manzara değil; gayri safî millî hâsılanın yüzde 11’i, 12’si düzeyinde dışticaret açığı veren bir ülke haline dönüşmüş durumdayız.

İthalatın içindeki tüketim mallarının oranı, payı, aramalların oranı, payı, yatırım mallarının oranına, payına göre hızla artıyor. Türkiye, giderek daha çok tüketiyor, daha çok ithalat yapıyor ve ithal ettiğini de, çoğu kere tüketime yönelik olarak kullanmak durumunda oluyor.

İhracatın ithalatı karşılama oranı, geçen yıl, 2003 yılında yüzde 73 idi, bu yıl ekim ayı itibariyle yüzde 64’e düşmüştür. Yüzde 60’lar alarm verir. Bir ülkenin dışticareti, ihracatı ithalatının yüzde 60’ını ya da onun altında bir kısmını karşılar hale gelmişse, o ülkenin dışticareti çok ciddî bir kırmızı alarm veriyor demektir.

Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, Türkiye’nin cari işlemler dengesi de, maalesef, olumsuz bir tablo sergilemektedir. Siz iktidara gelirken aldığınız cari işlemler açığı 1,5 milyar dolardı, bugün, şu anda 14,4 milyar dolara gelmiştir. Türkiye, 15 milyar dolarlık cari açığı konuşuyor; 1,5 milyar dolardan on katı yüksek bir düzeye çıkan cari açığı.

Bunlar, sevindirici olaylar değil; bunlar, çok ciddî bir manzarayı gösteriyor. Bunun ortaya çıktığı tablonun; yani, bu yüksek borç tablosunun, dışticaret açığı ve cari açık manzarasının karşısında ne duruyor; Türkiye’de faizdışı fazla konusunda birkaç yıldan beri sergilenen olağanüstü çaba duruyor. Türkiye, yüzde 6,5 faizdışı fazla verme politikasına angaje. Şu anda, dünyada, yüzde 6,5 faizdışı fazla verme çabası içerisinde olan başka hiçbir ülke yoktur. Geçmişte, Bulgaristan bir ara o duruma girdi, hızla çıktı. Şimdi, Türkiye, kaçıncı yıldır ki, yüzde 6,5 faizdışı fazlayı verme durumundadır.

Faizdışı fazla, Türkiye’de, borçların azaltılması için uygulanıyor. Borçlar azalıyor mu; borçlar azalmıyor. Faizdışı fazla uygulamanın bir bedeli, yatırımları kesmektir, orta dönemde kalkınmayı sıkıntıya sokmaktır. Faizdışı fazlanın bu kadar yüksek olması, kamu hizmetlerinin çok ciddî bir şekilde sıkıntıya girmesi demektir, ücretlerin daralması demektir. Bütün bunları Türkiye uyguluyor. Niçin uyguluyor; borçlar azalsın diye. Azalmıyor. Niye azalmıyor; çünkü, reel faizler, Türkiye’de borçların azalmasına izin vermiyor.

İstikrarlı bir ekonomide olması gereken faiz düzeyinin 2 katı civarında bir faizi Türkiye olarak ödüyoruz. Önümüzdeki yıl yüzde 8 bir enflasyon hedefine sahibiz. Gelecek yıl ödemek üzere yapılan borçlanmaların faizi, hâlâ, yüzde 20’ye yakın düzeylerde kendisini gösteriyor.

Katılım öncesi ekonomik program hazırlandı. Bu programda, Türkiye’nin önümüzdeki üç yıl için iş bulma umudu 1 600 000 kişiye yönelik olarak ifade edilebiliyor; önümüzdeki dönemde 1 600 000 kişiye iş vereceğiz deniliyor. Türkiye’de, her yıl 850 000 kişi işsizler ordusuna katılıyor. Bu, üç yılda 2 500 000 insandır. Bu demektir ki, Türkiye’de, zaten çok ağır olan işsizlik tablosu, önümüzdeki üç yıl boyunca daha da ağırlaşacaktır ve hükümet de bunun farkındadır, bunu öngörmektedir.

Değerli arkadaşlarım, bugün, işsiz sayısı, ikinci çeyrekte 10 407 000 kişiyi bulmuştur; resmî işsizlik sayısı. Bu istatistikler çok tartışmalıdır, güvenilir de değildir; ama, kabaca bir fikir veriyor diyorsanız, Türkiye’de, resmen 10 500 000 insan işsiz olduğunu beyan ediyor. Türkiye’de, işsiz olduğunu beyan edenlerin sayısında azalma var; çünkü, iş bulma umudu azaldıkça, işsizliğini ilan edenlerin sayısı da, ona bağlı olarak azalıyor. Bugün, kahveleri dolduran gençler işsiz, 40-50 kişinin alınacağı işlere, ilan üzerine başvuranların sayısı, bununla mukayese edilemeyecek şekilde binleri buluyor. Güvenlik görevlisi olmak üzere sıraya girmiş, bekleyen üniversite mezunu gençler var. Bütün bunlar Türkiye’deki işsizlik tablosunun acı görüntüleri.

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de, şu anda, 10 katrilyon liranın üzerinde İşsizlik Fonunda kaynak birikmiştir. Sadece, bu yıl, 2005 yılında İşsizlik Fonuna 5.4 katrilyon liralık bir ek kaynak gelecektir; ama, şu ana kadar işsizlikle mücadele için Türkiye’nin harcadığı para, 2004 yılında, sadece 239 trilyon lira olmuştur. 5.4 katrilyon lira, bu yıl, İşsizlik Fonuna kaynak gelecek, bu yıl planlanmış olan harcama da 296 trilyon liradır; yani, Türkiye, işçilerden ve işverenlerden, işsizliğe karşı mücadele etmek üzere kestiği fonları, primlerden oluşan fonu, bir çeşit vergi gibi borç finansmanında kullanma noktasındadır. İşsizlikle mücadele için toplanan fonlar, işsizlikle mücadele için değil, tam tersine, maalesef, Türkiye’de rantiye kesimin faizinin finansmanı için kullanılmaktadır. Bu da çok acı bir tablo ortaya çıkarmaktadır.

Kayıtdışı işçilik ve kayıtdışı ekonomik alan hızla gelişmektedir. Yapılan çalışmalar açıkça göstermiştir ki, son bir yıl içerisinde, Türkiye’de, kayıtdışı işçilerin sayısı yüzde 55,4’e çıkmıştır ve 12 670 000 kişinin kayıtdışı olduğu, Devlet İstatistik Enstitüsünün resmî rakamlarıyla ifade edilmektedir. 2003 yılında yüzde 50,6 idi, şimdi yüzde 55,4’e çıkmıştır. 2002 yılında yüzde 52 düzeyinde kayıtdışı istihdam vardı. Değerli arkadaşlarım, dünyanın bilinen herhangi bir ülkesinde bu ölçüde bir kayıtdışı manzarası yoktur.

Şimdi Türkiye’deki ekonomik tablo aşağı yukarı şekillenmiş oluyor. Türkiye’de borçlar artıyor, cari açık artıyor, dışticaret açığı artıyor, reel faizler düşmüyor, Türkiye’de kamu yatırımları azalıyor, kayıtdışı sektör genişliyor, işsizlik artıyor... Bunlar somut, bilimsel, ekonomik, teknik tespitler; ama, bu manzara karşısında, ekonomi düzeliyor, iyiye gidiyor diye kendimizi aldatmaya gayret ediyoruz. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Ciddî sorunlarımız var, önemli sorunlarımız var.

Ekonominin bu tablo içinde bulunması, unutmayalım, o yüzde 6,5 faizdışı fazlaya rağmen ortaya çıkmıştır; yani, borçlardaki artış, diğer artışlar, yüzde 6,5 faizdışı fazla.. Şimdi böyle bir tablonun sonucunda eğer ekonomi başarılı bir noktada olsaydı, herhalde, bugünkü hükümet çıkıp derdi ki: "Ekonomiyi toparlamaya başladık; IMF’yle özel bir ilişki kurmaya gerek yok, kendi yolumuza kendimiz devam edeceğiz." Ama, maalesef, hükümet, bunu ifade etme noktasında değildir; olmadığını kendisi de tespit etmiştir ve şimdi, iki yıllık ağır bir IMF programı uygulamasının sonucunda, hükümet, IMF’ye gidip "lütfen, bizi bırakmayın; lütfen, bizi kendi halimize bırakmayın; biz, kendi halimizle devam edemeyiz. Tablo ortada; bize sahip çıkmaya devam edin, bize destek verin; sizinle üç yıl daha beraber yürümeye hazırız, gönüllüyüz, bunun gereğini yapacağız" demiştir. Niye demiştir; demek zorundadır da onun için. Niye demek zorundadır; ekonomi toparlanmamıştır da onun için!.. Ekonomi toparlanmış olsaydı, bir üç yıl daha, getir, vur kelepçeyi elime diye, hükümet gönüllü olabilir miydi.

Şimdi, makroekonomik tablo bu. Peki, vatandaşın durumu ne; bunun içinde vatandaşın durumu. Bugün yaşadığınız, gördüğünüz sorunlar, şikâyetler onun bir uzantısı. Yani, bugün "enflasyonu indirdik" diyoruz; doğrudur, indirdik; ama, şunu bir doğru dürüst ölçmeyi başarsak da hepimiz sevinsek. Çok açıkça biliyoruz ki biz, mesela, 2002’den Kasım 2004’e kadar iki yılda dana eti yüzde 56 artmıştır; beyaz peynir yüzde 52 artmıştır; çay yüzde 59 artmıştır; tozşeker yüzde 42 artmıştır; kömür yüzde 56 artmıştır; tüpgaz yüzde 61 artmıştır; mazot, yüzde 66 artmıştır.

Sayın Başbakan da, bürokratik oligarşiden şikâyet ediyor. Sayın Başbakan, oligarşi mi kaldı sayenizde?! Ne oligarşisi kaldı ne demokrasisi kaldı... Memurların tümünü aldığınız yerden değiştirdiğiniz, bir tane genel müdürü yerinde bırakmadınız, bir tane daire başkanını yerinde bırakmadınız. Kendi tayin ettiklerinizden, şimdi, kendiniz "bürokratik oligarşi var" diye şikâyet etmeye kalkıyorsunuz.

Biliyorsunuz, bu bütçeyle, çalışan emeklilerin çalışmaya devam etme hakkı elinden alınacaktır. Yani, yıllardan beri çalışıyor, işinden maaş alıyor, bir de emekli maaşı var babasından, eşinden kalma; hayır, sen, onu almaya devam edemezsin, ya onu alacaksın ya bunu. Onunla geçinmek mümkün mü; hayır, onunla geçinmek mümkün değil. İkisini toplasan, doğru dürüst, açlık sınırının üzerinde bir geçim düzeyini ancak sağlayabilecek; onu da çok görüyoruz ve onu iptal ediyoruz. Bu, zihniyetini ortaya koyan bir şey; yani, bütçenin felsefesi bu tip yerlerde kendisini gösteriyor.

Türkiye’de vatandaşın durumunu düşünürken asıl büyük sorunu yaşayan çiftçimiz, tarım kesimi. Gerçekten, olağanüstü bir sıkıntının içinden geçmeye gayret ediyorlar; yetiştirdikleri ürünler bir önceki yılın altında satılıyor, kullandıkları malların fiyatları kat kat artıyor ve giderek sıkıntı olağanüstü yüksek bir düzeye çıkıyor. Ege’deki üretici, 1 200 000 liraya sattığı pamuğunu, bu yıl 800 000 liraya sattı; 210 000 liradan sattığı çekirdeksiz yaş üzümü, bu sene 150 000 liradan sattı. Çukurovalı, Akdenizli üretici, 500 000 liradan sattığı limonu, bu sene 200 000 liraya sattı; 400 000 liradan sattığı mandalinayı, 300 000 liraya sattı; 450 000 liradan sattığı portakalı, 350 000 liradan sattı. Buna karşılık, geçen yıl üre gübresinin fiyatı 330 000 liraydı, bu yıl 520 000 lira oldu; kompoze gübrenin fiyatı 290 000 liraydı, 425 000 liraya çıktı; mazot, 1 365 000 liraydı, 1 809 000 liraya çıktı; traktör, 24 milyar liradan 30 milyar liraya çıktı. Trakyalı üretici, geçen yıl Tekele 220 000 liraya sattığı beyaz üzümü, bu yıl, 150 000 liradan satamaz hale geldi.

1 milyar liraya satılan dana şimdi 500 000 000 liraya satılamıyor. Köylünün sütü 450 000 liraya satılabiliyor; halbuki, geçen sene de aşağı yukarı aynıydı ve geçen yıl 15 000 000’a süt yeminin torbasını alırken, şimdi, 22 000 000’a o süt yeminin torbasını alıyor. Bal üreticisi, 120 000 000 - 130 000 000 liraya sattığı balı, bu yıl, 50 000 000 liraya satamıyor. Bu, çiftçinin halidir değerli arkadaşlarım.”

****

Evet, Sayın Başbakanın durumu görememesi ve düşük döviz kuru ile sıcak para girişine dayanan, yüksek reel faizlerin devam ettiği bu ortamın iyi bir ortam olduğunu zannetmesi bir felaket...

Yayın Tarihi : 29 Aralık 2004 Çarşamba 15:26:04


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?