Dün tarihlerden 27.04.2005, Tayyip Erdoğan Ak Partinin TBMM Grup Toplantısında konuşuyor. Konuşma hem önemli tespitleri taşıyan bir konuşma gibi görünüyor, hem de acıklı tarafları var.
Gibi görünüyor dememin sebebi Hükümetin ve Tayyip Erdoğanın uzun vadeli plan ve tavırlarının olmamasından. Gerek AB, gerek ABD konusundaki iniş çıkışları bunları gösteriyor.
Tayyip Erdoğan AB konusunda hayal kırıklığına uğramış, rotayı yavaş yavaş Büyük Ortadoğu Projesine doğru kırmaya çalışıyor.
****
Evvela AB konusuna bakalım:
AB konusunda güya kazan kazan politikası yürüten Tayyip Erdoğan, ABnin kazandığını, Türkiyenin kaybettiğini görmeye başladığı için ABye gönül koyuyor. ABye, Bizi bir taraf değil, ortak olarak görün; iyi niyet, samimiyet, tutarlılık gösterin gibi, yakarışlar içerisinde.
Sonra da devam ediyor: Ankara Antlaşmasının uyum protokolünü imzalayacağız. ABden de KKTC için öngörülen mali yardım ve doğrudan ticaret tüzüklerini onaylamasını beklemek hakkımızdır.
Tayyip Erdoğan, Avrupanın tavrının bu hale gelmesinin bir numaralı sebebinin kendi edilgen pozisyonu olduğunu hala anlamamamış.
Kıbrıs meselesine gelince de durum dramatik bir hale geliyor. Sebebini anlatayım:
Lüksemburgda, 26 Nisan 2005de AB-Türkiye 44. Ortaklık Konseyi Toplantısı yapıldı. AB, toplantıya, küçük puntolarla 12 sayfalık pozisyon bildirdi. Bu pozisyonun ortada Türkçesi yok, sadece Fransızcası var. Tayyip Erdoğan zaten 12 sayfayı okumaz ama, tercüme de olmadığına göre, önüne nasıl bir not konuldu bilemiyorum.
ABnin bu pozisyon belgesinde Türkiye için bir tek satır, tekrar ediyorum bir tek satır müspet bir taraf yok. Kıbrıs konusunda da bizim hükümet ne derse desin, Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin, bütün Kıbrısın meşru hükümeti olarak tanınması manasına gelecek kabulleri Türk Hükümeti imzalamadığı müddetçe müzakere filan falan yok. Beklenen 259 milyon euroluk yardım da Güney Kıbrıs tanındıktan sonra ve Güney Kıbrıs kanalı ile olacak.
Tayyip Erdoğana, 2. sayfanın son bölümü ile 3. sayfanın başını ve 4. sayfanın ikinci paragrafını tercüme ettirmesini ve dikkatle okumasını tavsiye ederim. Sonradan tercüme hatası filan yapıldı demesin. Açık açık söylüyorum: Türkiye, Güney Kıbrıs Rum Yönetimini, bütün Kıbrısın meşru hükümeti olarak tanımadan müzakere filan falan yok.
****
Konuşmanın bir sonraki bölümü AB münasebetlerine, son bölümü de İsrail ve Filistin seyahatlerine ayrılmış.
İster istemez 23.09.2004 tarihli Hükümet rotasını BOPa mı kırıyor başlıklı yazımı hatırladım. Benim baştan beri görüşüm bu. Hoş, AB de, baştan ABD ile işbirliğine çok taraftar olmama rağmen bizim Hükümetimizin de edilgenliğini kullanmak arzusu ile hata üzerine hata yaparak Türkiyeyi itmeye başladı ve bizi ister istemez haklı çıkarmaya başlıyor.
Bahsettiğim yazımda Akşam Gazetesi Ankara Temsilcisi, Tayyip Erdoğan ve ABDnin yakını Nuray Başaranın 23.09.2004 tarihli bir yazısından alıntı yapmıştım:
Tayyip Bey, ABD-Türkiye-İsrail formülüne sıcak bakıyor. AB içerisinde 40. adam olmaktansa, BOP içerisinde 2. adam olmayı tercih etti. Peki şimdiye kadarki radikal AB taraftarlığının nedeni ne idi? dediğinizi duyar gibiyim: AB kırbacı ile Türkiyenin iç hukukunu kendi lehine ve gelecek siyaseti adına stabilize etti.
Böyle diyor Tayyip Erdoğanın yakını Nuray Başaran.
Tayyip Erdoğanın kendi lehine neyi becerip becermediğini bilemem ama ortaya AB aleyhine, BOP lehine bir tavrın çıkmaya başladığı muhakkak.
Peki AB ve İsrail ile münasebetleri Tayyip Erdoğan mı düzeltecek? İnandırıcı olabilecek mi? Tayyip Erdoğan, Cumhuriyet tarihinde ABDnin en açık desteği ile iktidara gelen ve sonra da ABD ile münasebetleri en kötü seviyeye getiren Başbakan değil mi? Şimdi inandırıcı olacak mı?
Bakalım göreceğiz
ABD ve İsrail, karşılarında edilgen, sık sık tavır değiştiren, takiyye yaptığı neredeyse kesinleşmiş ama zoru gördüğü zaman söz dinleyen birini mi tercih ederler, yoksa hem kendi ülkesinin, hem de karşısındaki müttefiklerinin menfaatlerini düşünerek hareket eden sağlam insanları mı tercih ederler?
Bunu da göreceğiz
****
Bu gelişmeler çerçevesinde ben Türkiyeyi yakından alakadar eden bazı dış politika konularında görüşlerimi birkaç paragrafta toparlayarak özetlemek istiyorum.
Evvela AB konusu:
Evet, Avrupalıydık, AB taraftarıydık ama, 29 Ekimde ortaya çıkan konvansiyon ve 17 Aralık kararlarından sonra AB ile ilgili tavrımız kesinleşti. ABye özel statüyü biz teklif etmeliyiz, bu çerçevede Merkeli ve Sarkozyi de rahatlatmalıyız. Özel statünün şartları da GBnin makul çerçevede gözden geçirilmesi ile ABnin 15 sene müddetle bizden senede 100 bin işçi almasıdır. Konu sarihtir. Bu AB ile tam üyelik Türkiyenin menfaatine değildir. Kararı da, Türkiyeyi alalım mı, almayalım mı diye AB değil, ABye girelim mi, girmeyelim mi diye Türkiye vermelidir.
AB ile bir numaralı sorunumuz, Türk halkı ile Avrupa halklarının birbirlerini daha iyi tanımaları ve yakınlaşmaları için faaliyette bulunmaktır.
Sonra ABD münasebetleri konusu:
ABDnin Büyük Ortadoğu Projesinin direkt olarak içinde olmamalıyız. Kendilerinin yolu açık olsun. Ancak, teröre karşı mücadelede ispat edilmiş konularda ABDnin sonuna kadar yanında olmalıyız. ABDnin önümüzdeki yüzyılın ilk yarısında ihtiyacı olacağı askeri harekat imkanları için teklifimiz KKTCyi tanımaları karşılığında KKTCde limanı ve havaalanı da olan İncirlikten daha da büyük bir üsdür.
ABD ile bir numaralı sorunumuz, Türk halkı ile Amerikan halkının birbirlerini daha iyi tanımaları ve yakınlaşmaları için faaliyette bulunmaktır.
Kıbrıs meselesi:
24 Nisan referandumundan sonra ortaya çıkan durum, Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin tavrı, ABnin tavrı ve hatta Birleşmiş Milletlerin tavrı, daha doğrusu tavırsızlıkları dikkate alındığında bundan sonra savunulacak tek alternatif KKTCnin bağımsızlığının bütün dünya tarafından tanınmasıdır. BMnin, KKTCnin bağımsızlığının tanınmamasını talep eden 541 ve 550 sayılı kararlarının hükmü kalmamıştır. Türkiyenin muhtemelen girmeyeceği bir ABye, KKTCnin girmesinin de bir manası yoktur. Kendi ülkesinin bağımsızlığını tanımadığı halde, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık yapan KKTCli politikacıların bilmesi gereken husus, Kıbrıs meselesinin 200 bin Kıbrıslı seçmenin değil, 70 milyon Türkün meselesi olduğudur. KKTC ne karar alırsa alsın, Türkiye mevcut TBMM kararlarını değiştirmeyecek ve garantörlük haklarından vazgeçmeyecektir. Dünyaca tanınacak bağımsız KKTCnin dünyaya yapacağı iyiniyet deklarasyonu da Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile bir federasyona değil, bir konfederasyona hazır olabilecekleri hususudur.
Ermeni meselesi:
Bu konuda son birkaç aydır Türkiyenin silkelenerek Ermeni iddialarına, daha doğrusu palavralarına karşı netice alınıyor görünmesi aldatıcıdır. Diaspora 30-40 yıllık çalışması ile netice almıştır. Sözde soykırım parlamentolarda kabul edilmekte, okul kitaplarına girmektedir.
Bu konunun çaresi siyasidir ama siyasi olmaktan ziyade siyasetin temeline hukuku oturtmaktan geçer. Hukuken yapılması gereken Uluslararası Adalet Divanında bir tespit davası açmak ve iki şeyi tespit ettirmektir: Bunlardan birincisi, ortada bir soykırım mı, yoksa insanlığa karşı suç mu var, yoksa hiçbir şey yok mu? İkinci tespit edilecek husus da, eğer bir insanlığa karşı suç meselesi varsa bunun sorumluluğunun kime ait olduğudur?
Ortaya, Uluslararası Adalet Divanı gibi bir merciden hukuki bir karar çıkartamazsınız, yok komisyonmuş, yok konuşmaymış, hiçbir şey fark etmez; havanda su dövülür, bu arada parlamentolar kararlar almaya devam ederler, öğrenciler de kitaplarından Ermeni soykırımını öğrenirler.
Ermeni konusunda Ermenilerin ABD vasıtasıyla teklif ettikleri, daha doğrusu ağız aradıkları anlaşılan Ani Harabelerinin Ermenistana verilmesi meselesini de çekinmeden dikkate almakta hiçbir mahsur yok, bilakis fayda var. Ermenistan, Ani Harabelerine karşılık, Nahcivan-Azerbaycan arasındaki bir koridorun Türkiye Cumhuriyeti toprağı olmasını kabul eder ise, Ani Harabelerinin verilmesinde en ufak bir mahsur yoktur, fayda vardır. Bu çerçevede sınır antlaşmaları da yapılır, sınırı da açarız, hatta AB desteği ile Ermenistanı Gümrük Birliği kapsamına bile alırız!
İsrail-Filistin meselesi:
İsrail Türkiye için önemlidir. Türkiyenin, İsrail ile stratejik çıkarları vardır ve bu çıkarlar çok önemlidir. Bizim İsrailden beklememiz gereken PKK ve Irakın toprak bütünlüğü meselesinde kesinlikle bizim yanımızda tavır alması, Kuzey Iraka karışmaması, karışacaksa bizim lehimize karışmasıdır. Buna karşılık bizim İsraile vermemiz gereken, İsrailin yaşam hakkı ve emniyetli sınırlara sahip olma hakkı garantisidir. Bu konuda ileri derecede bir savunma anlaşmasını, karşılıklı sınırları garanti anlaşmasını bile düşünmeliyiz. Ayrıca, KKTCnin tanınması ile KKTCye kurulabilecek büyük bir ABD üssünün İsrailin güvenliği için ifade edeceği anlam da ortadadır.
İsraile verilecek bu desteğin Siyonizmin desteklenmesi ile hiçbir alakası yoktur. Halkımız zaten antisemit değildir. Ancak Siyonizm, bütün Müslüman dünyada ve Türkiyede her zaman reaksiyon ile karşılanmıştır. Bazen, her dinde olduğu gibi aşırılıkları fanatizme varabilen Siyonizmin de Ortadoğu politikasında yeri olmamalıdır.
Filistinin de bütün dünyanın kabul edeceği bir devlet kurma hakkını İsrail de kabul etmeli ve desteklemelidir. Eğer Şaron, Arafatın inadı yüzünden kaçan Clinton-Barak-Arafat görüşmelerindeki teklife benzer teklifi masaya koyarsa, Türkiye bu teklifi mutlaka desteklemeli ve Filistinin de kabul etmesine gayret sarfetmelidir.
****
Dış politika denilince konular uzun. Daha Irak var, İran var, Rusya var, Uzakdoğu ve Hindistan var, Tarafsızlar Konferansı var, İslam dünyası var.
Ve pek tabii, Ege, Yunanistan ve Balkanlar var.
Bir başka yazıya
Yayın Tarihi :
2 Mayıs 2005 Pazartesi 02:48:31
Güncelleme :2 Mayıs 2005 Pazartesi 02:50:06