19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Ekonomi, iyi mi, değil mi? Büyüyor mu, büyümüyor mu?...

Bugünkü gazetelerimiz ekonomi ile ilgili “müthiş” haberlerle dolu. Kredi değerlendirme kunuluşlarından Moody’s kredi notumuzu B3’den B2’ye yükseltmişler. Başbakan Tayyip Erdoğan ile görüşen Morgan Stanley Yatırım Bankacılığı Başkanı Tarık Abdülmecit, ekonominin durumunun “mucize ötesi bir yeniden doğuş” olduğunu söylemiş. Abdülmecit, “Yatırımcılar her zaman kazanan tarafta olmayı ister; Türkiye’ye yabancı yatırımcıların yaklaşması hiç bu kadar iyi olmamıştı” demiş.

Ve.....

Ve, IMF Başkanı Rodrigo Rato, “Türkiye’nin programı başarılı oldu. Türkiye’nin performansı için, ‘çok iyi’ demek yetmez, performans mükemmel!” demiş...

****

Evet, hakikaten zor günler yaşadık. Şimdi yurtdışından, borcumuzu çevirebildiğimiz ve borcumuzu ödediğimiz için ve en önemlisi de yabancı yatırımcılar için fevkalade karlı bir pazar olduğumuz için çok büyük övgüler alıyoruz...

Peki durum hakikaten öyle mi?

Bugün bazı konularda, ekonomide başarı kazanıldığı söyleniyor. Enflasyon düştü. Enflasyondaki yavaşlama ile birlikte faizlerin düştüğü, döviz kurlarındaki artışın durduğu hatta gerilediği, ekonomik büyümenin önce ihracata dönük, sonra iç pazarı kucakladığı ileri sürülüyor. Ancak, enflasyonu yavaşlatmak için sıkılan iç tüketim, devletin tüketim harcamalarında devam ederken, özel de yeniden artış eğiliminde. Tüketim harcamaları, beyaz eşya ve otomobil satışları, bütün tüketim malları harcamaları artan tüketici kredileri ile beraber artış eğiliminde. Gelir uçurumu konusunda hiçbir düzelme yok.

Ve gelelim hükümetin ekonomi politikalarında ortaya koyduğu en büyük övünme vesilesine: GSMH yüzde 13-14 oranında artıyor.

Ben de diyorum ki, hem de büyük harflerle diyorum ki, BU BÜYÜME RAKAMLARI YANLIŞ!!! Sinan Aygün’ün tabiri ile “hormonlu” bile değil, direkt olarak YANLIŞ...

Bu yanlış da DİE’nin yayınladığı istatistiklerdeki stok artışı rakamlarından ortaya çıkıyor.Güya, 6 ayda 175 katrilyon GSMH’nın 22 katrilyonu, yani yüzde 15’i stok artışıymış!

İlk üç aylık neticeler açıklandığında da stok değişim kalemlerinde de çok büyük bir artış vardı. Bunun sebeplerini DİE’ye Sayın Beşir Atalay vasıtasıyla sordum. DİE cevaben, stok değişimleri kaleminde yer alan bilgilerin katma değer artış hızının, üretim artış hızına eşit olduğu varsayımını dikkate alarak değerlendirilmesi gerektiğini, stok artışlarının da önemli ölçüde ara malı ithalatın artışı nedeniyle olduğunu söylediler. “Mevcut olduğu iddia edilen stoklar, fiziki olarak nerelerdedir” diye sorduğumda da, “Fiziksel boyut açısından herhangi bir açıklama yapılmamaktadır” cevabı geldi.

DİE’nin hesaplarında katma değer artış hızı ile üretim artış hızının eşit olduğu varsayımına dayanıyor. Katma değer/output oranı sabit varsayılıyor, dolayısıyla girdi/çıktı oranındaki değişiklik katma değere yansımıyor. Konuyu yakından bilenler, örneğin Ekonomist Selim Somçağ bu durumu bir “felaket” olarak değerlendiriyor. Zira, hesaplamalarda kullanılan katma değerler ve katsayılar son olarak 1996 döneminde hazırlanmış. 6 senede bir gözden geçirilmesi gerekirken, 2002’de gözden geçirilmemiş.Türk ekonomisinin katma değerler üzerinde büyük tesirler yaratan ve katma değerleri son 8 yıl içinde değiştiren konular dikkate alınmadığından ortaya son derece yanlış bir netice çıkıyor.

Son girdi/çıktı matrisinin hesaplandığı 1996’dan sonra Türk ekonomisinde bölüşüm katsayılarını değiştirecek önemli dönemeçler yaşandı: 1997 Uzakdoğu krizi, 1998 Rusya krizi, 2000 yılı kur çapası ve en önemlisi de 2001 devalüasyonu ve ardından gelen dalgalı kur sisteminin yarattığı TL değerlenmesi. Bu dönüşümler sonucunda 1996 katsayıları gittikçe gerçeklikten uzaklaşmış ve üretim yönetimi ile hesaplanan milli gelirle, harcamalar yöntemi ile hesaplanan milli gelir arasındaki fark gittikçe büyümüş, istatistiki hata olarak açıklanamayacak boyutlara ulaşmıştı.. Bu durum karşısında DİE’nin üretim yöntemi ile elde edilen milli gelirdeki şişmeden dolayı çok büyüyen farkın tamamı değil, sadece bir bölümünü istatistiki hata olarak gösterdiği; farkın geri kalan büyük bölümünü ise stok değişimi olarak tanımladığı ortada.

Nitekim soru önergeme DİE’nin verdiği cevap da, stok değişimlerinin üretim ve harcamalar yöntemi ile yapılan hesaplamaların farkı olarak konduğu teyid edilmişti.

Tekrar söylüyorum. Bu hesaplamalar yanlış ve ortada yüzde 13-14’lük büyüme yok...

Peki ortada ne var? Ortada, bazı müspet gelişmeler (enflasyonun yavaşlaması, verimliliğin artması, ihracatın artması vs gibi ) olmakla beraber, düşük döviz değeri, sıcak para ile ayakta tutulan bir tablo var. Ama işin hakikati hala çok yüksek reel faizler, senede 40 milyar dolar faiz ödemesi, AKP döneminde başdöndürücü bir şekilde artan iç ve dış borçlar, batan bir tarım, hala toparlanamayan bir bankacılık sistemi var. Yatırım az, işsizlik felaket boyutlarında.

Geri kalanı da boş laf!

*****

IMF Başkanı Rato’nu, “Türkiye’nin performansı için çok iyi demek yetmez, mükemmel” dediği günlerde önümde Petrol İş Sendikası’nın bir çalışması duruyor. “IMF Tahribatı 2000-2004 Türkiyesi” başlıklı çalışma, Ekonomist Mustafa Sönmez koordinatörlüğünde hazırlanmış.

Çalışmanın özetini sizinle paylaşmak istiyorum:

“Türkiye’nin 2000’de başlayan IMF macerası dört yılını dolduracak ve yeni bir IMF anlaşması gündemde. Yeni bir anlaşmaya yönelmeden, geride kalan dört yılın bilançosunu çıkarmak gerekirse, ortada duran tablonun tam bir tahribat olduğunu ve yeni bir krizin ise kapıda olduğunu söylememiz gerek. Yoğun bir işsizlik, derinleşen gelir dağılımı uçurumu, aşınan üretim eşiği, büyüyen borç yükü ile Türkiye düze çıkmış değil ve yeniden büyük bir kriz tehlikesi yaşıyor.

IMF, 2000’de baylatılan bu program için Türkiye’ye “döviz çıpası” diye bilinen yöntemi uygulattı. Buna göre, dövizin sabitleştirilmesi ile tüm enflasyonist beklentiler aşagıya çekilecekti. Özellikle faizler aşağı çekilecek ve yeniden reel ekonomiye, büyümeye geçilecekti.

IMF, Merkez Bankası ile birlikte dizayn ettiği bu programla döviz kuru sepetini 2000’de yüzde 20 arttırmayı taahhüt etti ve tüm girişimcilere ileriye dönük bir anlaşma ve planlarını, kurun yüzde 20 artması varsayımına göre yapabilecekleri konusunda güvence verdi.

Bu söz üzerine, bir çok banka ve şirket, kur riski hissetmeden anlaşmalar, planlar yaptılar.

Ancak, beklenen gibi olmadı. Kur çıpası, ithalatı cazip kıldı ve ithalat patladı, ardından dış açık ve cari açık büyüdü. Bu durum, adına “sıcak para” denilen kısa vadeli sermayenin kaçışına yol açtı.

Sermaye kaçışı, kırılgan ve sağlıksız durumdaki bankacılık sistemini sarsınca, Kasım 2000’de önemli bir finans şoku yaşandı. Bazı bankalara devlet el koydu. Bu şok, toplumda IMF ile birlikte sürdürülen ekonomi politikaya güveni sarstı ve ekonomide dolarizasyon hızlandı. Ardından da, aşırı değerlenmiş kurun her an yüksek bir devalüasyon yaşayacağı beklentisi beslendi. Nihayet, Şubat 2001’de yaşanan bir siyasi krzi, o güne kadar ısrarla savunulan göviz çıpasından vazgeçilmesi ve kurun dalgalanmaya bırakılması gibi radikal bir değişikliği getirdi.

Bu kopuş ile döviz kuru, bağlı durduğu çıpasından boşaldı ve 2001 yılında dolar kurunun yüzde 115 değer kazanacağı ölçüde bir devalüasyon yaşandı.

Devalüasyonla tetiklenen fiyatlar yıllık enflasyonu tekrar üç haneli rakamlara taşırken, bir anda toplumda ani bir yoksullaşmayı da getirdi. Hızla düşen reel gelirler, iç talebin anında daralmasını getirirken, reel üretimde de dehşetli küçülmeler yaşandı ve Türkiye 2001’de yüzde 9.5 oranında küçüldü. Tarihinin en derin krizini yaşayan Türkiye toplumunda, büyümenin yerini küçülmeye bırakmasıyla, büyük bir işsizlik ve iç tüketim daralması yaşandı. Bu durum zincirleme olarak bir çok banka ve firmayı güç duruma soktu. İflaslar, el değiştirmeler ardı ardına yaşandı.

Büyük devalüasyon, Türkiye’nin ithal girdi maliyetini yükseltirken, rekabet gücünü de zayıfyattı. Bu durum, ancak düşük reel ücretler ve dampingli ihracatla telafi edilirken, Türkiye, yoksullaştırıcı bir ihracata da zorlanmış oldu. Türkiye, sanayii, daha yüksek miktarda malını daha ucuz fiyatlara satarak çarklarını döndürmeye zorlandı. Tekstil-konfeksiyon, elektronik, beyaz eşya, hatta otomotiv sektörleri ancak yoksullaştıran ihracatla ayakta kalmaya çalışırken, inşaat ve mali sektör krizden en olumsuz etkilenen ve en çok küçülen sektörler oldular.

Yoksullaştırıcı ihracatın benzeri, turizmde de yaşandı. Tur paketleri dampingli fiyatlarla satılarak kapasiteler kullanılmaya çalışıldı.

2002 yılında ihracata yönelerek ayakta kalmaya çalışan ekonomi, erittiği stoklar için üretim yaparak 2002’de yeniden bir büyüme gerçekleştirdi. Ancak bu büyüme, toplumca refah biçiminde hissedilmedi. İşsizlikle bir azalma görülmediği gibi, iç tüketimde de kriz öncesine dönülemedi. Gelir bölüşümünde yaşanılan uçurum derinleşti.

Yaşanılan ekonomik krizi en fazla yaşayan ve bulaştırma eğilimi taşıyan finans krizini rehabilite etmek üzere girişilen bankacılık operasyonları, topluma, ülke milli gelirinin yüzde 30’una yakın bir bedel ödetti. Kamu bankalarını rehabilite etmek ve hakim ortaklarca istismar edilmiş orta ve küçük ölçekli 21 adet özel bankayı, devlet kontrolüne almak şeklinde gerçekleştirilen operasyonlar, Türkiye’nin borç stokunda önemli artışlara yol açtı. Bu amaçla IMF’den yapılan borçlanmaların yanı sıra devletin iç borçlanma tahvilleri ile bankaları onarması, devletin borç stokunu da milli gelirinin yüzde 82’si gibi tehlikeli bir boyuta sıçrattı.

Borcun borçla kapatılması esasına dayalı bir politika, risk algılamalarına da bağlı olarak borçlanma vadelerini kısaltıp, faizlerin yüksek seyrine zemin hazırladı. Böylece faiz ödemeleri, devlet bütçenin yarısını götürecek kadar büyüdü. Ekonomide yaşanan hayal kırıklıkları ve güvensizliklerin etkisiyle, borçlanmalarda risk primi hep yüksek kalırken, yüksek reel faizler, yatırım kararlarının da sürekli ertelenmesine neden oldu. Özel sektör yatırımları, reel anlamda kriz öncesi düzeyinin yüzde 35 altına düşerken, kamu yatırımlarının da faiz ve cari harcamaların öncelik alması nedeniyle, bütçeden çok küçük paylar almakla yetindiği gözlendi. Yatırıma bir türlü elverişli hale getirilemeyen ekonomik konjonktüre 2003’te Irak Savaşının istikrarsızlık getiren boyutu eklenince, doğrudan sermaye yatırımlarının olası katkısı da ertelenmiş oldu. Özelleştirme ise fiyaskoyla sonuçlanmış bir çaba olarak kaldı.

Böylece Türkiye, 2000 sonunda sürüklendiği bu krizi, toplumca önemli faturalar ödemiş olmasına karşın savuşturamadı, 2003 yılına taşıdı. 2003 yılının ikinci yarısından başlayan ve 2004’e uzayan bir süreçte ise, iç talebin tüketici kredileri, kredi kartı harcamaları ile kışkırtıldığı yeni bir büyüme dönemine geçildi. Döviz kurunun düşük seyri ile pompalanan ithal girdiler, ara malları, içeride ucuz işgücü kullanılarak mamul ürüne dönüştürülüp ihraç edildi, iç piyasaya verildi. Böylece ucuz emek gücünü kullanmaya dayanan, ama ucuz ithalatı, Türkiye’de üretilen hammaddelere. Ara mallarına tercih eden ve başta tarım olmak üzere girdi saglayan sanayilerin çökmesine yol açan bir düzenek içinde yüksek büyüme hızlarına ulaşıldı. Büyümenin yüksek oranlı ve enflasyonun düşük seyrine karşılık, ithalatı patlatan ve sonuçta dış açığı büyüten bu sağlıksız büyüme sürecinin Türkiye’yi büyük bir cari açığa sürüklediğini ve bu açığın yeni bir krize zemin hazırladığını IMF bile fark etmiş durumda.

Türkiye ekonomisi, 2001’de yaşadığı tarihinin en büyük krizinden 2002 ve 2003’te yaşadığı büyüme ile çıkmaya başladı. Ancak, büyümeye geçmek, herşeyin güllük gülistanlık olması, krizden olumsuz etkilenenlerin, krizin yükünü sırtlananların yaralarının sarılması anlamına gelmedi.

Türkiye’yi 2001 krizine sokan programı 2000 başında yürürlüğe sokan ve kriz sonrasında aynı programda ısrar eden IMF ve yerli partnerleri, özellikle enflasyondaki yavaşlamayı ve dışa dönük büyümeyi işaret ederek, programın adım adım hedefine ulaştığını, krizden çıkıldığını, ekonomide artık “bahar havası” estiğini duyurdular.

Enflasyon yavaşlamış olabilir, çarklar yeniden dönüyor ve büyüme yaşanıyor olabilirdi. Ama bunlar, çarkları döndüren emekçilerin, iş bekleyen milyonların durumunda bir iyileşmeye yol açmamıştı ve ekonomiyi yeniden bir krizin eşiğine getirmişti. IMF, uygulattığı politikalarla, borç yükünün azaltılacağını, reel faizlerin geriletilerek yeniden yatırım ortamının sağlanacağını iddia etmişti. Tam tersine, borçlar azalmak yerine tırmandı, reel faiz ise hiç azalmak bilmedi. Borçları döndürebilmek için bütçede milli gelirin yüzde 6-7 büyüklüğünde faiz dışı fazla yaratmayı fetiş hale getiren IMF, bütçede eğitim, sağlık gibi sosyal harcamaları budatma pahasına uygulattığı “mali disiplin”e rağmen, bu fazla ile borç sorununa çözüm bulamadı.

IMF ile birlikte yürütülen bu politikaların 2004 ve 2005 yıllarında da sürdürülmesi gündemde. Hızla sürüklenilen cari açık krizinde IMF’ye bir hava yastığı gibi yapışmakta ve dayatılacak her reçete, kayıtsız şartsız kabul edilecek gibi görünmektedir. Oysa yaşanan bunca acı deneyim, artık IMF ile ilişkilerin farklı bir düzlemde yürütülmesi gerektiğini ve bugüne kadar yürütülen ekonomi politikalarda ise bir radikal kopuşa ihtiyaç olduğunu ortaya koyuyor.

Uluslararası para spekülatörlerinin değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramayan mevcut iktisadi politikalardan radikal bir kopuş gerekmektedir.

Sermaye sınırsız özgürlük sağlayan 32 sayılı karar gezden geçirilmeli ve sıcak para akımı kontrole alınmalıdır. Borç ödeme öncelikli politikalardan vazgeçirelerek, iş yaratacak istihdam ağırlıklı yatırım programlarına başlanmalı. Bunun için de kamu maliyesi ağırlıklı reformlara öncelik verilmelidir. Alt-orta sınıfların sırtındaki vergi yükü, varlıklı sınıfların üstüne kaydırılmalı emekten alınan vergiler azaltılarak istihdam özendirilmeli, borç anapara ve faiz ödemelerinin takvimi yeniden düzenlenerek ortadan sağlanacak nefesle, faiz oranları yatırıma uygun boyutlara çekilmelidir.

Faiz, silah, güvenlik harcamaları azaltılıp, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik harcamalarına ağırlık verilmeli, bütçeden yatırımlara ayrılan pay arttırılarak devlet yatırımcı kimliğine yeniden kavuşmalıdır. Bu yaklaşımın tenki boyutları, ayrıntıları kapsamlı bir makroekonomik çalışma içinde daha somut hale getirilebilir.

Ulusal öncelikleri olan, üretici, yaratıcı bir programa IMF’nin diyecek bir şeyi olamaz.

‘IMF ile ya da IMF’siz’ kısır döngüsüne takılı kalmak yerine, IMF ve uluslararası kreditörlere sunulacak ve onların da karşı çıkmayacağı üretici bir programa sahip olmak önemlidir. Tersi durum sözkonusu olursa, yani yine ipler IMF’nin şabloncularının eline teslim edilirse, topyekün yoksullaşma artar, Türkiye, küresel ekonomi içinde ancak ucuz emeği ile varolan koskoca bir taşeron ülke olmaktan öteye gitmez. AB de, bu kadede boyun eğmiş bir ülkeyi, eşit haklara sahip bir ülke olarak bünyesine üye olarak almak yerine, ne yapıp edip, ‘ilelebed taşeron’ olarak tutmanın kılıfını mutlaka bulur...”
Yayın Tarihi : 1 Ekim 2004 Cuma 11:31:53


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?