19
Mayıs
2024
Pazar
ANASAYFA

Hem Sarkozy’i, hem Merkel’i ciddiye alalım; ne olacağına da kendimiz karar verelim...

Birkaç gündür bildiğiniz gibi Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, “kan gövdeyi götürecek” sözlerine ve Sayın Bülent Ecevit’in de teyid ettiği, “yapılanma” konularına teksif olmuştuk.
Dün bu sütunlardan Sayın Fethullah Gülen’e bir açık mektup yayınlamıştım. (Yazacağımı söylediğim mektubum ayrı ve baki)... Sayın Gülen’den henüz bir cevap gelmedi.

Bekliyorum...

Arada gelen bazı mesajlardan, bazı kişilerin konuyu Nurettin Veren’in şahsiyeti ve “güvenilir olmadığı” hususuna kaydırmaya çalıştığını görüyorum. Tekrar ediyorum konu, Nurettin Veren’in şahsiyeti değil... Konu evvela, Fethullah Gülen’in kendi ağzından ortaya koyduğu, “etraf kan gölüne dönecek”, “bana devlet içinde bu konuları bilen biri bilgi getirdi” sözleri. Sonra Tercüman’ın Başyazarının Fethullah Gülen’in “istihbaratı kuvvetlidir” sözleri ile eski Başbakan Bülent Ecevit’in, “Sayın Gülen’in bazı devlet kurumlarında bağlantıları var” sözleri... Ondan sonra da Nurettin Veren’in ortaya koyduğu somut belge ve iddiaların cevabı.

Nurettin Veren’i seversiniz sevmezsiniz, ahlaklıdır ahlaksızdır bu konuyla alakası yok. Veren, 35 sene Hoca’nın yanında olmuş. Şimdi de ortaya somut (tekrar ediyorum somut) iddia ve belgeler koyuyor; bu belgelere ve iddialara somut cevap ister. “Nurettin Veren kaka çocuktur” demek konuyu halletmez.

Ben, Fethullah Gülen ve yakınlarından somut sorulara somut cevaplar bekliyorum.

****

Biz bugünkü ana konumuza dönelim.

Nicolas Sarkozy’in Fransa iktidar partisinin başına geçmesi ve 2007’de yapılacak Fransa Başkanlık seçimlerinin en kuvvetli adaylarından biri haline gelmesi Türkiye’de sıkıntı yarattı. Zira Sarkozy açık açık, Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasını istemiyor. Sarkozy’e göre Türkiye ile geniş kapsamlı özel bir ortaklık anlaşması yapmak lazım.

Keza, Almanya’nın müstakbel Başbakanı olacağına kesin gözüyle bakılan Merkel de Sarkozy ile aynı görüşte.

Bu gelişme önemli. Zira, müzakerelerin yürütüleceği 5-10 sene zarfında, karşımızda en önemli iki muhatap Almanya ve Fransa’nın başında, bizim tam üye olmamızı istemeyen iki kişi olacak.

Buna ilaveten çok daha önemli, ama nedense ne iktidarın, ne muhalefetin, ne de medyanın ve devlet organlarının üzerinde durmadığı çok daha önemli bir konu var: Müstakbel Avrupa Anayasası. 29 Ekim’de Roma’da, Papa’nın takdis eden elinin altında imzalanan anlaşma, üye devletler tarafından kabul edilince Avrupa’nın anayasası olacak ve biz de eğer tam üye olursak bu anayasa, bizim anayasamızla eşdeğer hale gelecek. Bu anayasada iki konu hariç, diğer bütün konularda kararlar nitelikli çoğunlukla alınıyor. Yani, sizin muhalif kalabileceğiniz bir karar, sizin anayasanızla eşdeğer hale geliyor. Bu, egemenliğin paylaşılması değil, bu özellikle muhalif kaldığımız konularda egemenliğin kayıtsız-şartsız devri manasına gelir. Bu Türkiye açısından kabul edilemez. Bu husus, neredeyse elli senedir bir ittifak içinde içtihatlarını teşekkül ettiren Batı Avrupa Ülkeleri için kabul edilebilir bir durum olabilir ama Türkiye açısından kabul edilemez.

Hadi, Avrupa Birliği’nin siyasi rant beklentilerine kendini kaptırmış hükümeti, “ ya hep, ya hiç” diye kükreyen Dışişleri Bakanını anlıyoruz ama muhalefetin, medyanın, bürokrasinin ve üniversitelerle, sivil toplum örgütlerinin bu konunun üzerinde neden durmadıklarını anlamakta zorluk çekiyorum. Bizler de herhalde AB’nin büyüsüne kapılıp, yine aynı büyünün tesiri ile, referandumda yüzde 70 oy vererek devletlerini fesh etmeyi göze alan KKTC’lilerin psikolojisine kapıldık...

Gelin büyük bir problem olarak görülen Sarkozy-Merkel durumunu bir fırsat haline çevirelim ve her ikisinin de istediği özel statüyü biz kendimiz teklif edelim.

Ben bu konudaki manifestomu, zaten 18.11.2004 tarihli yazımda ortaya koydum. Teklifim şu:

AB 2005 senesinden itibaren Türkiye’den istediği nitelikte senede asgari 100 bin işçiyi aileleri ile beraber almaya başlasın. Biz de, kendi talebimizle AB ile özel statü anlaşması yapalım ve tam üyelikten; 2005’ten itibaren asgari 15 sene müddetle, asgari senede 100 bin işçi alınması anlaşması karşılığında vazgeçelim.

Evet, kısaca özetleyeyim:

AB özet olarak 5 ana konudan müteşekkil. Bunlar üst başlık olarak; güvenlik, Kopenhag Kriterleri (yani hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasi), malların serbest dolaşımı, insanların serbest dolaşımı, sermayenin serbest dolaşımı.

Biz bu 5 ana başlıktan 4 tanesinin zaten içindeyiz ve önemli ölçüde gerçekleştirdik. Bu dört başlık, Batı Güvenlik Sistemi kapsamında güvenlik, büyük ölçüde gerçekleştirdiğimiz ve uygulamasına önem vereceğimiz Kopenhag Kriterleri, Gümrük Birliği dolayısıyla malların serbest dolaşımı ve sermayenin serbest dolaşımı. Geriye bir tek insanların serbest dolaşımı kalıyor. Bizim de halkımızın ezici çoğunluğunun beklentisi bu. Buna mukabil biz¸ “tam üye olacağız” diye ısrar ettikçe, “serbest dolaşım 2020-2025’lere doğru kayıyor, hatta belki de hiç olmayacak” diye konuşuluyor.

Biz kendi açımızdan zaten iyice mükemmelleştirmemiz gereken insan hakları, hukuk devleti ve demokrasi konusunda yapacağımızı yaparken gelin pazarlıklarımızı şimdiden ortaya koyalım ve 15 sene müddetle, senede 100 bin işçi karşılığı AB ile özel statü anlaşması yapalım.

Lütfen aklımızı başımıza alalım. Tekrar ediyorum; müstakbel Avrupa Anayasası ile biz yaşayamayız. Ortaya, “imkansız” durumlar çıkar.

Bunun yanı sıra, görüşmeler başladıktan sonra AB’nin bize en ufak bir taviz vermediğini, vermesinin zaten sözkonusu olmadığını göreceğiz. AB üyeliğinin şartları pazarlık edilebilecek şartlar değil, sadece “uyarak kabul etmek mecburiyetinde olduğumuz” şartlar. Ermeni soykırımı, Kıbrıs meselesi, Ege meselesi işin cabası. Sonunda ne olacak? Zaten kabul edilemez bir anayasanın boyunduğu altında, serbest dolaşımından vazgeçmiş bir AB üyesi olacağız.... Bunu mu istiyoruz, bunun için mi çırpınıyoruz?

Tekrar ediyorum müzakere denilen süreç, müzakere filan değil. AB’nin katı, esnemez kurallarını sizin kabul etmeniz süreci. Karşınızda Merkel ve Sarkozy varken de hiçbir konuda, “kalıcı istisnalar” temin edemeyeceğiniz açık. Üstüne üstlük, 18.11.2004 tarihli yazımda anlattığım gibi, yüzde 50 civarındaki tarım nüfusumuzu, 10-15 sene içerisinde yüzde 20’ye indirmek mecburiyetimiz var. Bunu da her gördüğü yerde çiftçiyi azarlayan bu Başbakan ile mi yapacağız?

Gelin imkansızı ve makul olmayanı değil, makul olanı arayalım ve AB 2005 senesinden itibaren Türkiye’den istediği nitelikte senede asgari 100 bin işçiyi aileleri ile beraber almaya başlasın. Biz de, kendi talebimizle AB ile özel statü anlaşması yapalım ve tam üyelikten; 2005’ten itibaren asgari 15 sene müddetle, asgari senede 100 bin işçi alınması anlaşması karşılığında vazgeçelim.

Bu işin pazarlık zamanı şimdi, aradan seneler geçtikten sonra müzakerelerin aşağılayıcı psikolojik ortamı içinde bu pazarlığı da yapamazsınız.


Yayın Tarihi : 30 Kasım 2004 Salı 13:10:50


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?