18
Mayıs
2024
Cumartesi
ANASAYFA

Parti değişmişse, parti değiştirilir... Abdullah Gül, dün ve bugün….

Parti değiştirme meselesinin gündemde olduğu bugünlerde, Ortaokuldaki Türkçe Hocam beni aradı.

“Emin evladım” dedi. “AK Parti’ye gittiğin zaman çok hayret etmiştim. Sen de bana uzun uzun ‘dindar insanlara da bir şans vermek lazım. Bu hem demokrasinin icabı, hem de ahlaklı ve istikrarlı bir idareyi ortaya koyabilirler. İyi niyetle bakacağız’ demiş, sonra da herkesten evvel AK Parti’yi idare edenlerin ne olduğunu görüp, yolsuzluk, yoksulluk, parti içi demokrasi ve haysiyetli dış politika konularında sözlerini katiyen tutamayacaklarını görüp iki sene evvel partiden ayrılmıştın.

Şimdi parti değiştirdiğiniz diye yapılan tenkitlere bakıyorum da, sizi daha da haklı görüyorum. Bu AK Parti’deki bazı seviyesiz adamlar, bırak lise tarih bilgisinden, orta mektep, ilk mektep tarih bilgisinden yoksunlar. Bir milletvekili her şeyden önce milletin vekilidir, verdiği sözlerle bağlıdır. Partinin veya Parti başkanının milletvekili değildir. Tarih bunun örnekleri ile dolu. Mesela Demokrat Parti’yi dörtlü takrirle CHP’den ayrılan Celal Bayarlar, Menderesler, Köprülüler kurdular. Atatürk bile, evvela İttihat Terakki üyesi idi, İttihat ve Terakki’nin ülkeyi batırdığını görünce, Enver Paşalara, Talat Paşalara, Cavit Paşalara karşı çıktı. Kimse unutmasın, o günkü Enver Paşa, bugünkü Tayyip Erdoğan’dan çok daha kudretliydi. Sonra gitti Halk Fırkasını kurdu. İttihat ve Terakki’yi devam ettirmeyi düşünmedi. Akılları sıra, milletvekilliğini parti malı gibi görüp, sizi tenkit edenler, AK Parti’nin çekirdeğini Partileri Anayasa Mahkemesi tarafından defalarca kapatılmış insanların oluşturduğunu görmüyorlar mı? İnsanda edep olsa evvela bunları düşünür” dedi.

“Üzülme Hocam, demokrasi böyle zor bir şey, oturması nesiller alıyor. Bir gün, bugün akılları ermeyen, ikinci sınıf particilik yapanların çocukları çok daha iyi yetişip babalarını kınayacaklar. Canını sıkma, ellerinden öperim” dedim…

****

Abdullah Gül, dün ve bugün….

04.10.2005 tarihli yazımda, AB’nin ortaya koyduğu müzakere çerçeve belgesini değerlendirirken, Abdullah Gül’ün 08.03.1995 tarihli eski bir konuşmasını nakletmiştim. Bu yazı çok ilgi gördü; şimdi size, Abdullah Gül’ün TBMM’de yaptığı bazı konuşmalardan örnekler sunmak istiyorum.

Abdullah Gül, 28.12.1993 tarihinde kürsüden, “Gözlüğü çıkarın değerli arkadaşım; dün gözlüğünüz yoktu gerçekleri görüyordunuz; ama bugün sahte gözlükler takarak gerçekleri görmüyorsunuz” demiş.

Şimdi eski Abdullah Gül ile yeni Abdullah Gül’ü karşılaştırınca bu sözlerinin özellikle kendisi için ne kadar geçerli olduğunu bizzat göreceksiniz.

****

Tarih 24.12.1992…

“Körfez Savaşının üzerindeki sis perdeleri bugün artık yavaş yavaş yükselmekte, senaryonun nasıl yazıldığı ortaya çıkmaktadır. İran ve Irak’ı senelerdir birbirine düşüren emperyalist güçlerin, Irak’ı nasıl Kuveyt’i işgale teşvik ettikleri, Irak’a Kuveyt’e nasıl saldırttıkları da bugün ortaya çıkan belgelerle gün gibi ortadadır.

Aslında, Amerikan Kuvvetleri isteselerdi o zaman Irak’taki rejime ve Saddam yönetimine son verebilirlerdi. Bu askeri güce sahiptirler. Fakat Ortadoğu’da daimi olabilmek için, Saddam’ın orada kalması ve devamlı bir bahane olarak gösterilmesi gerekliydi. İşte bu sebeple, kendilerinin sebep oldukları katliamlardan kaçanları koruma iddiasıyla Türkiye’ye yerleşen, ‘Çekiç Güç’ namı altındaki bu yabancı güçler, hala topraklarımızdadır ve senaryonun devamını oynamakla meşguldürler.

Çekiç Güç denilen çok uluslu askeri güçü oluşturan Amerikan, İngiliz ve Fransızların, Ortadoğu bölgesiyle ilgileri, Osmanlı devrinin son günlerinde başlamıştır. Bu nedenle Çekiç Güç’ün başından beri bölgedeki işlevi, Sevr Antlaşması’nın o zaman gerçekleştirilmeyen hükümlerinin, bugün gerçekleştirilebilmesi için ortam açmaktır, meydan yaratmaktır. Evet, geniş bir tarihi perspektiften baktığınızda, Batı’nın yüz sene önce ortaya attığı şark meselesinin devam ettiğini göreceksiniz. Sevr Antlaşması’nın Üçüncü Kısmının 62,63,64. maddelerindeki Kürdistan sınırlarını ve yine aynı Antlaşmanın Altıncı kısmının 89 ila 93. maddelerindeki Ermenistan sınırlarını bir kere daha gözden geçirirseniz, Sevr Antlaşmasında çizilen Ermenistan, Kürdistan ve bugünkü İsrail haritalarının birbiri üzerine nasıl oturduğunu gayet açıklıkla göreceksiniz. O zaman, Osmanlı’dan, İngiliz marifetiyle alınan toprakların nasıl bugün Yahudi’lere teslim edildiğini göreceksiniz.



Kim ne derse desin, bugün Çekiç Güç kuvvetleri bir ana rahmi gibi sınırlarımızda yeni bir devletin doğuşuna, oluşumuna yataklık yapmaktadır. Siz bu taraftan bu oluşumu kabul etmediğinizi, -biraz önce grubu adına arkadaşımın konuştuğu gibi- ilan edeceksiniz, ‘Biz ortada bir bağımsız Kürt Devletinin kurulmasını kabul etmeyeceğiz, etmiyoruz’ diyeceksiniz, öbür taraftan da adım adım bu oluşumu gerçekleştiren yabancı güçleri destekleyeceksiniz, görev süresini uzatacaksınız.



İleride bunun sorumluluğundan kesinlikle kurtulamazsınız.



Zaho’da Halkla İlişkiler Merkezi’nde bulunan İngilizce Büyük Harita’da Irak, Suriye, İran ve Güney ve doğu Anadolu Bölgelerimizi içinde gösteren haritadan muhakkak haberiniz vardır.



Şimdi bunlar gizli işler değil, bunların hepsi basında ve medyada çıkan şeylerdir. Arkadaşlarım, Sayın Başbakan Londra’ya gittiklerinde, İngiliz Başbakanı Major’un sözlü olarak taahhütte bulunduğunu söylüyor.



Türkiye’nin güvenliğini, Türkiye’nin geleceğini, bölgenin güvenliğini, İngiliz Başbakanının sözlü taahhütlerine nasıl bağlayabilirsiniz, nasıl güvenebilirsiniz.





Bakın çok önemli bir noktaya geliyorum. Ben bu konuşmamı hazırlarken, takdir edeceğiniz gibi, arşivden geçmiş tutanakları satır satır okudum. Bugünkü iktidarın Sayın Başbakanının ve Sayın Başbakan Yardımcısının ve diğer milletvekillerinin, muhalefetteyken yaptıkları konuşmaları tek tek ortaya çıkardım.



İnsan gerçekten hayretler içinde kalıyor. Bunu sadece, ‘dün dündür, bugün bugündür’ zihniyetiyle açıklayamazsınız.



Sayın Başbakan, dün muhalefetteyken söylediğiniz herşey doğrudur.



Bakın neler söylediniz, Çekiç Güç’e karşı çıktınız: ‘Hazır Çekiç’e karşıyız, ülkemizde yabancı askerlerin konuşlandırılmasına biz daima karşıyız dediniz ve Türkiye kendi sınırlarını koruyacak durumda değil mi? Ne zaman Türkiye kendi sınırlarını korumak için dışarıdan 3-5 bin kişilik bir kuvvet getirdi? Savunmamız ihale edilemez? Bizim bildiğimiz savunmamız millidir’ diye ilave ettiniz.



Yoksa bunlara bugün katılmıyor musunuz?



Sayın Başbakan Yardımcısı şöyle devam ettiniz: ‘Irak’taki iç huzurun bozulmasına karşı caydırıcılık deniliyor. Peki iç huzur bozulmasın diye, sürekli olarak burada kuvvet mi bulundurulacak? Saddam rejimi gidinceye kadar mı güçler burada kalacak?’



Devam ediyorsunuz; ‘Biz buraya bir kuvvet getirdik, oradaki rejim gidinceye kadar bu kuvvet burada kalacak demek, bir ülkenin içişlerine müdahale etmek değil midir’ diye dün siz soruyordunuz!...



Size soruyorum; Kuzey Irak’tan değil de, yarın Gürcistan’dan, yunanistan’dan, başka sınırlardan Türkiye’ye akın olsa, o zaman yeni Çekiç Güler mi isteyeceğiz? 800 bin kişilik Türk Ordusu neden besleniyor?



Sonra yine arkadaşlarımızı ikna etmek için diyorlar ki, ‘Biz Çekiç Güç’ün süresini uzatmazsak, o zaman Kıbrıs Rum Kesimine gider’…



Ve aynı şeyi burada, iktidar partisine mensup arkadaşlarım da tekrarladılar: Gitsinler, fakat ondan önce şu var: Şimdi bu şantaj, Amerikalıların, İngilizlerin, Fransızların yani müttefiklerin şantajları…



Siz, şimdi bunları kabul edecek misiniz? Evet diyecek misiniz?



Sonra kimdir bunlar?



‘Bunlar müttefiktir, bunlar dosttur’…



Peki dost bildiğiniz, müttefik bildiğiniz kişilerden, ülkelerden, kuvvetlerden, bu şekilde ihanetler, bu şekilde düşmanlıklar bekliyorsanız, umuyorsanız, tahmin ediyorsanız, bu ülkelerle oturup. Bütün anlaşmaları tekrar gözden geçirmek zorundasınız.



Bu iki yüzlülük, bu çifte standart, size hiçbir şey ifade etmiyor mu? Hiçbir şüpheye yol açmıyor mu, hiçbir kaygı uyandırmıyor mu sizde? Milli menfaatlerimiz söz konusu olduğunda, bu kadar kolay ikna edilebilir miyiz? Beş dakikalık, on dakikalık brifinglerle ‘evet’ mi diyeceğiz, kanaatlerimizi değiştirecek miyiz?



İşte budur bizim kuşkumuz, işte budur bizim şüphemiz. Çünkü bu güçlerin, bu bölgeyle ilgisi yeni değildir. Geldikleri yerde karışıklık çıkarmak, bölgenin Müslüman halkını birbirine düşürmektir esas sevdaları.



Şimdi burada ikaz ediyoruz: İleride Amerika’nın yapacağı yatırımlara ‘yok’ diyemeyecek duruma gelebilirsiniz, bugünden bu Çekiç Güç’ün süresine son verin. İleride Amerika ile ilişkilerin daha kötüye gitmesine, ileride Amerika ile olan ilişkilerin daha bozuk, daha sert bir hale gelmesine de bu şekilde şimdiden fırsat vermeyiniz ve bu işi burada bitiriniz.



Hepimizi etki altına almak için Kuzey Irak’ta bazı tertipler yapılmakta ve bazı Türk kamyonları yakılmaktadır. Bu o kadar aleni ve o kadar basit bir tertiptir ki, eminim bu, Yüce Meclisin değerli üyelerini etkilemeyecektir.



Sağlıklı düşünme, herhalde muhalefetteyken daha iyi yapılıyor. Sayın Başbakanımızın ve Sayın Başbakan Yardımcısının yaptıkları gibi.



Geliniz Hükümetin maruz kaldığı bu baskıyı Meclis olarak biz göğüsleyelim. Geliniz Parlamentoyu- aynen Batılı- demokratik ülkelerde olduğu gibi devreye biz sokalım. Mazur görelim, belki Hükümet ‘hayır’ diyemiyor buna ama bunu biz göğüsleyelim. Türk Halkının ve vicdanımızın sesini dinleyerek, Çekiç Güç’ün süresinin uzatılmasına hep beraber hayır diyelim.”



****



Tarih: 19.01.1993…



Meclis’te görüşülmekte olan konu Irak.



“Aslında Sayın Başbakan Yardımcısının konuşmasında söylediği gibi, huzur harekatı değil, tamamen bir zulüm harekatıdır.



Aslında her şey bahanedir. Irak iki senedir santim santim incelenmekte, ‘artık yeter’ dedirtecek kadar, Birleşmiş Milletler Komisyonları tarafından bütün fabrikaları, bütün tesisleri, bütün askeri kuruluşları tek tek gözden geçirilmektedir. ‘Nükleer tesis’ olarak adlandırılan, Bağdat’a 20 kilometre yakınlardaki El Nida’nın nükleer çalışmalarla ilgisi olmadığını, Uluslar arası Atom Enerjisi Başkanı Viyana’da açıklamıştır. Beş kez burayı incelemişler, sonunda da devam izni vermişlerdir. Fakat bütün bunlara rağmen hala Birleşmiş Milletler kararlarından bahsedilmektedir.



Şimdi eğer bu mantıkla giderseniz, Türk Hariciyesi ve Hükümet, çok tehlikeli bir yöne sevk olunmuştur. Eğer siz, Birleşmiş Milletlerin kararlarıyla hiç ilgisi olmayan, üç ülkenin böyle yaptırımlarını, ‘bu bölgelerde uçak uçamaz’ demelerini, başınıza taç yaparsanız, yarın aynı şeylerin Türkiye’nin başına gelemeyeceğini kim garanti edebilir? Yarın, Türkiye’nin şu bölgesinde, bir sene sonra, iki sene sonra Amerikan ve İngiliz Kuvvetleri ‘siz uçak uçuramazsınız’ dediğinde ‘evet’ mi diyeceksiniz?! ‘Ben uçuramam, onlar benim sınırlarım dışında’ mı diyeceksiniz?! Bu nasıl anlayıştır. Aslında, bütün uluslar arası platformlarda Türkiye her zaman köşeye sıkıştırılmaktadır. Bunların ayak izlerini gün be gün görmekteyiz. Gelecekte, kendi geleceğimizi tehlikeye atıcı, kendimizi bağlayıcı böyle bir davranış içine nasıl girebiliriz ve bunu, sanki Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Birleşmiş Milletler’in kararıymış gibi kabul edebiliriz?



Kıbrıs konusunda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi karar aldığında, yaptırımları direttiğinde, Hükümet oradaki haklardan vaz mı geçecektir? Kıbrıs’ta taviz mi verecektir?





Biz kendi menfaatlerimizi, kendi çıkarlarımızı başkalarına bırakmadan, kendi stratejimizi, kendi dış politikamızı, her türlü dış güdümün dışında tespit etmek zorundayız.”



****

Tarih: 27.04.1993



Meclis’te Kayseri Milletvekili Abdullah Gül ve arkadaşlarının, Süleyman Demirel Hükümeti hakkında verdiği gensoru önergesi tartışılıyor. Konu Türkiye’nin izlediği yanlış politika nedeniyle, Ermenistan’ın Azerbaycan’a saldırmasından Süleyman Demirel Hükümetinin sorumlu tutulması…



Bakın Abdullah Gül yine neler söylemiş:



“Hükümet başka Başbakan olmak üzere, Dışişleri Bakanı ve diğer yetkili bakanlar devamlı şunu dile getirmişlerdir: ‘Dünya ile beraber hareket edeceğiz’…



Şimdi, ‘dünya ile beraber hareket edeceğiz’ diyebilirsiniz, fakat bu dünyanın kim olduğunu da tarif etmemiz lazım. ‘Dünya’ derken, Birleşmiş Milletler’in üyesi 180’in üzerindeki ülkeleri mi kastediyorsanız, yoksa Güvenlik Konseyi’ndeki 15 ülkeyi mi kast ediyorsunuz veyahut da bunların 5 daimi temsilcisi olan Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin’i mi kastediyorsunuz?..



Biz daha geniş alalım, ‘dünyayla beraber’ derken, bu ülkeyi ele aldığınızda, bu 5 ülke, ne zaman Türkiye’nin menfaatleri alenen çiğnendiğinde arkasında olmuştur? Kıbrıs davasında mı olmuştur, Ege’de çıkan meselelerde mi olmuştur? Bosna-Hersek’teki şu anki dram, trajedi bugüne kadar gelirken, bunda mı bir olumlu tavır sergilemişlerdir veyahut da olayların bugüne geleceğini bile bile gizli tertipler içinde Bosna’yı, bad’ül Harab’ül Bosna haline bunlar mı getirmişlerdir?



Bütün bunlar olurken, siz, ‘dünya ile beraber hareket edeceğiz’ dediğiniz zaman, şu açık bir gerçektir ki, bu ülkeleri arkanıza almadan hiçbir şey yapmayacaksınız. Bu ülkeler, şimdiye kadar sizinle beraber olmadığına göre, demek ki hiçbir şey yapamayacağınızı endirekt olarak –daha doğrusu yapmayacağınızı-ifade etmiş bulunuyorsunuz.



Bütün bunlar şudur: Türkiye, caydırıcılığını kaybetmiştir ve belki de dış politikada yapılan en büyük hata budur. Türkiye, caydırıcı olmaktan vazgeçmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin karşısında olan herkese, Türkiye’den bir şey koparabileceği imajı verilmiştir.”



****



Tarih: 28.12.1993…



Konu: Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılması…



Gözlüğü çıkarın değerli arkadaşım, dün gözlüğünüz yoktu, gerçekleri görüyordunuz; ama bugün sahte gözlükler takarak gerçekleri siz görmüyorsunuz!..



Niçin şimdi gene uzatılması söz konusu olduğunda, Amerikalı uzmanlar Meclise kadar gelerek brifingler vermeye başlıyor? Niçin o zaman Sayın Başbakan Amerika’ya gittiğinde. Kendisine, Amerika’nın tavırları ve görüşleri, dolaylı veya açık olarak telkin edilmeye başlanıyor?



Bu bölgede, Ortadoğu’da bu yabancı güçlerin, bu emperyalist güçlerin durmalarına evet veya hayır diyebilmeniz için, tarihi gerçekleri göz önüne almamız gerekir, Sevr Anlaşmasını gözden geçirmeniz gerekir, Sevr’de bu bölgeye dayatılmak istenilen haritaların sınırlarını bilmeniz gerekir. Bu bölgeye, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Amerikalılar, hiçbir zaman, hizmet için gelmemişlerdir. Bu bölgeye, emperyalist emelleri için gelmişlerdir. Bunu bilmeden, bu güce evet veya hayır demek mümkün değildir.



Dış politikada, hükümetler, zaman zaman, baskı altında kalabilirler, evet zaman zaman, içlerinden geldiği gibi hareket edemeyebilirler, dünya şartları, bazen bunu gerektirebilir. Biz inanıyoruz ki, bu Hükümetimiz de böyle bir baskı altındadır. Gelin hep beraber, Türkiye’de parlamentonun var olduğunu gösterelim.



Bu sıkıntıyı biz göğüsleyelim. Parlamentoyu devreye sokalım ve Hükümeti rahatlatalım. Bunu hep beraber yapmamızı, Türk Halkı istiyor bizden, bu millet istiyor. Hakimiyet, eğer kayıtsız-şartsız milletinse gelin, hep beraber, milletin sesini dinleyelim ve bu yabancı güçlere, bu emperyalist ülkelerin Ortadoğu bölgesindeki güçlerine hep beraber ‘hayır’ diyelim.”



****

Tarih: 11.04.1995



“Değerli arkadaşlar, her şeyden önce bu önemli gezilerden ve önemli olaylardan dolayı Türkiye Büyük Millet Meclisine bilgi verme nezaketini gösterdikleri için Sayın Dışişleri Bakanına, Refah Partisi adına teşekkür etmek istiyorum. (Darısı başımıza diyelim)



Dost bildiğimiz, müttefikimiz ve girmek için uğraştığımız Avrupa Parlamentosu’nun, geçen hafta aldığı kararı kesinlikle küçümseyemeyiz. Bu, demokratik Avrupa’nın demokratik bir organının Türkiye’ye karşı düşüncelerini yansıtan en iyi göstergedir. Kapalı kapılar arkasındaki görüşmeler ayrıdır, fakat, Parlamento, o topluluğun, Avrupa’nın en demokratik organıdır ve aldığı karar ortadadır. Aynı şekilde, Dışişleri Bakanlarının baştan beri söyledikleri, Türkiye’ye yaptıkları acımasızca tenkitler ortadadır.



Dolayısıyla bu kanunları çıkarsanız da, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı bakışı tamamen bellidir ve bu, gizli bir Haçlı zihniyetini daima ortaya koymaktadır. Buna karşı, tabii, burada size, Türkiye’yi Avrupa’dan tecrit edelim veyahut da Batıyla ilişkilerimizi keselim demiyoruz; fakat bu dünyaya karşı, şahsiyetli, onurlu ve Türk halkının istediği şekilde, kendi kimliğimizle çıkmamız lazımdır, ama Sayın Başbakanın yaptığı gibi, girip bu adamlarla konuşurken ‘eğer beni destekleyemezseniz, Türkiye’de köktendinciler, Türkiye’de şeraitçiler iktidara gelecektir’ derseniz, o zaman her şeyi zaten başından kaybetmişsinizdir ve Avrupa’nın Türkiye’ye karşı saldırısının da altında bu zayıflık vardır.”



****

Tarih 02.05.1995



Konu: Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye hakkında aldığı karar.



“Gerçekten, Türkiye’nin pek alışkın olmadığı, çok ciddi bir karar tasarısı, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde kabul edildi. Sayın Bakanın da izah ettiği gibi, bu karar tasarısında, Türkiye’nin kesinlikle kabul edemeyeceği bazı maddeler var. Bunlardan tabii en önemlisi, Türkiye’deki PKK terör örgütünü, adeta bir kurtuluş ordusuna benzeten cümlelerin geçmesi. Daha sonra, Türkiye’deki terörle mücadelede, bir nevi Avrupa’nın arabuluculuğunu temin edecek bir heyetin Türkiye’ye gönderilmeye kalkışılması ve ayrıca, Cenevre Konvansiyonu gibi, bazı anlaşmaların uygulanmalarına yol açacak hükümler getirmesi ve belki de, daha sonradan, kafalarında olan Kızılhaç falan gibi, meseleyi, milletlerarası seviyeye getirici, diplomatik kapılar açıcı konuları içeriyor kanun tasarısı…



Zaten herkesin bildiği gibi, Avrupa Konseyi Parlamentosu, bir nevi, Türkiye aleyhine her şeyin konuşulduğu bir platform haline gelmiştir. Azerbaycan-Ermenistan meselesinde, Ermenistan-Azerbaycan’ın dörtte birini hala işgal ettiği halde, Türkiye aleyhinde kararlar çıkarılır, Kıbrıs meselesinde Türk Ordusu hala işgalci olarak gösterilir, bu şekilde kararlar çıkartılır. Bu konuda da gördüğünüz gibi, Türkiye aleyhinde, Türkiye’nin bölünmesini arzu eden bir karar çıkarılmıştır.



Bir çok Avrupalı milletvekilinin, Sevr Antlaşmasına atıfta bulunmaları ve Sevr Antlaşmasına referanslarda bulunmalarıdır. Avrupalının kafasında olan şey, Türkiye’nin bölünmesi ve o zaman Osmanlı’ya dikte ettiremedikleri şeyleri Türkiye’ye dikte ettirmektir.



****

20.12.1997



Konu: Avrupa Birliği ve Kıbrıs başta olmak üzere Hükümetin izlediği dış politika hakkında genel görüşme açılması için verilen genel görüşme önergesi…



“Bu meselenin böyle olacağını herkes biliyordu. Avrupa Birliğini takip eden herkes böyle bir neticenin çıkacağını biliyordu ama buradaki hata şu: Halka, Türk Milletine yalan söylendi, aldatıldı, doğrular söylenmedi. Sanki Türkiye, Avrupa Birliğine girdi, girecek, girmek üzereymiş gibi hep böyle imajlar verildi, hep böyle havalara sokuldu. İşte, onun için bugünkü hüsranın da derinliği, hezimetin de büyüklüğü artmaktadır.



Biz, gördüğümüz için, Türkiye Gümrük Birliğine girerken burada çok tartıştık, o zaman –Gümrük Birliğine karşı çıkarken- dedik ki, “Bakın, Türkiye, Gümrük Birliğine girecek ve orada durdurulacak ama Avrupa Birliğine giremeyecek. Çünkü, Avrupa, Türkiye’yi tam içine almak istemiyor, ama tam dışında da bırakmak istemiyor. Öyle bir mekanizma oluşturmak istiyor ki, Türkiye’yi hem yörüngesinde tutmak istiyor hem de Avrupa’nın bütün nimetlerinden faydalandırmak istemiyor. Bizim bu kritiklerimiz, bu tenkitlerimiz o zaman, hep Avrupa düşmanlığı olarak yorumlandı ama bugün geldiğimiz nokta da odur. İşte görüyorsunuz ki, Türkiye ekonomik olarak sömürülüyor. Türkiye’nin Gümrük Birliği’nden dolayı kaybını hesaplarsanız kaç milyar dolar çıkıyor ortaya, ama hiçbir zaman da içeri girilemiyor. Bunu yine bilmek gerekirdi; çünkü Avrupa’nın önde gelen liderleri, siyasi liderleri bunu açıkça söylüyorlardı. İster sosyalist liderler olsun, ister muhafazakar liderler olsun, hepsi de ‘Avrupa medeniyetinin temeli, Hıristiyan kültürüdür, Hıristiyan medeniyetidir’ diyorlardı. Bunların içerisinde tek tük bazı farklı sesler de tabii çıkıyordu ama ana akım, hem sosyalist akım, hem de muhafazakar atım, Türkiye’yi Avrupa Birliğine almak şeklinde değildi.



Şimdi bunları Türkiye göremedi veya gördü devlet adamları, gerçekleri halkımızdan sakladı ve Türkiye’yi Avrupa’ya mecbur etti, indeksledi. Avrupa’nın dışında başka köşelerde, başka ülkelerle temaslar kurulduğunda da hep bunlar lekelendi.



Türkiye’ninki, sadece, tabiri caizse, platonik bir aşk. Ben Avrupa Birliğine gireceğim, gireceğim, gireceğim. Kardeşim, gireceksin de, ne yapıyorsun girmek için? Avrupa Birliği’ne girmenin şartları da ortada, otur karşılıklı, ikna et. Adam ille de senden vermeyeceğin tavizleri istiyorsa, kendini mecbur hissettirme oraya. Bütün bunları yaptı Türkiye.



Sayın Başbakan Almanya’ya gitti, ‘İstediğimiz her şeyi aldık’ dedi. Alman Başbakanının yerinde olsam, ben de, sen bununla tatmin oluyorsan, ben seni niye Avrupa Birliğine alayım: bu kadar problemin var, üstelik ölçülerin de bana uymuyor deri. ‘Biz her şeyi aldık’ dedi, sonra açıkladı: ‘Avrupalı olduğumuzu teyit etti’. Bu sana yetiyorsa, yeter işte…



Bugün de aynı hatayı görüyoruz. Bakın bakalım bugünkü gazetelerin manşetlerine; Amerika seyahati için ne diyorlar. Bakın, okuyayım: İnsan doğrusu, hayretler içerisinde kalıyor. ‘Yılmaz, Beyaz Saray’daki zirvede istediğini aldı’..



Ne aldı?!, Ne aldı?! Görüyoruz bu gazetelerin –yine bu palavracıların- içerisindeki ciddi yazarları da okuyoruz ve diyorlar ki, ‘Nasihat…’ O nasihati almak için Amerika’ya gitmeye gerek yoktu.



Aynı mahcubiyete düşecek… Bakın böyle devlet adamlığı da olmaz. Ne olursa olsun, seçilmiş bir Başbakan olmasa da, atanmış bir Başbakan da olsa, tabii ki şu anda Türkiye’yi temsil ediyor. Türkiye’nin Başbakanı. Şimdi böyle bir başbakanın, bu şekilde ciddiyetsizlik içerisinde bulunması doğru değil. Siz, 34 senedir sevdalı olacaksınız, her şeyinizi ona bağlayacaksınız, ondan sonra ‘altı ay içerisinde şunu yapmazlarsa biz geri alırız’ diyeceksiniz. Kim oluyorsun ki sen, geri alıyorsun? Meclis’teki çoğunluğun ne, halk içerisindeki çoğunluğun ne, halk içerisindeki desteğin ne ki, böyle önemli kararları alabiliyorsun?”



****



Tarih: 06.01.1998



Konu: Hükümetin Avrupa Birliği ve Kıbrıs başta olmak üzere izlediği dış politikaya ilişken genel görüşme açılması konusuna verilen önergenin görüşülmesi…



“TBMM, maalesef zaman zaman dış politikada, savunma politikalarında hep devredışı kalmıştır. Halbuki, demokratik ülkelerde meclisler daima devreye sokulmalıdır. Meclislerin devreye sokulması, aslında hükümetlerin de çok işine gelmesi gerekir. Çünkü, Meclis, dış politikada, savunmayla ilgili politikalarda devreye sokulursa ve bu işler Meclis’te uzun uzun tartışılırsa, Meclisin ağırlığı hissettirilirse, Hükümetin üzerindeki dış baskılar da muhakkak hafifleyecektir. En azından, Hükümetin üzerindeki bu dış baskıların bir kısmı Meclisin üzerine gelecektir ve bundan dolayı da Türkiye büyük bir kazanç elde edecektir.



Türkiye maalesef, özellikle son yıllarda ve son aylardaki görünümüyle de, Ortadoğu’nun bir lider ülkesi değil, bazı yazar arkadaşlarımızın da söylediği gibi, Ortadoğu’da, İsrail’in takipçisi bir ülke görünümünü, imajını vermektedir. Bunun çok yanlış olduğuna ve bunun, Türkiye açısından da, bölge açısından da çok tehlikeli olduğuna inanmaktayım.



Biz, nedense, hiçbir zaman kusuru kendimizde aramayız, hep karşı tarafta ararız. Bu aslında, maalesef, üçüncü dünya ülkelerine yakışan bir özelliktir. Türkiye, kendisini de gözden geçirmek zorundadır. Türkiye, gerekeni maalesef yapmamıştır. Avrupa’nın yapıp yapmadığını sorgulamaktan önce, Türkiye, kendi üstüne düşeni yapmış mıdır, yapmamış mıdır bunu sorgulamak durumundadır



Başka bir yanlış da şu oldu: Türkiye Avrupa Birliğine ne pahasına olursa olsun girmek zorundadır izlenimi verildi. Girelim de nasıl girersek girelim. Hangi şartlarda girersek girelim izlenimi verildi ki, bu da çok yanlıştı. Bugünkü hüsranın belki en büyük sebeplerinden biri de şu olmuştur.Bu çok hissi, duygusal bir olay oldu Türkiye’de. Halbuki, gerçekçi olmak gerekirdi. Karşı tarafla, oturup pazarlık yapmak gerekirdi ve ‘eğer benim şartlarımı sen kabul etmezsen, ben de sana girmem’ diyebilmeliydi Türkiye. Demin, arkadaşlarımın da söylediği gibi, Avrupa Birliği, üzerine düşen hiçbir şartı yerine getirmemişken, Türkiye bunları bile sorgulayamadı ama sadece arzusunu ortaya koydu ve sadece niyetini ortaya koydu.



Dolayısıyla, bu netice çok belliydi ama yapılan şey şu oldu. Halkımız, milletimiz daima aldatıldı. Maalesef yalan söylendi ve olmayacak bir şey, olacakmış gibi gösterildi. Niçin derseniz…



O zaman Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan topluluğu olduğunu açıkça söylüyordu ama buna karşı Avrupa’nın bazı dürüst politikacıları çıkıp gerçeği de söylemişlerdi. Mesela bunlardan birisi Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’nin Meclis Grup Başkanı Wolfgang Schauble şunu söylüyordu:



“Türkiye’ye yalan söylemeyelim: Türkiye’yi aldatmayalım. Türkiye’ye doğru söyleyelim. Avrupa Birliği bir Hıristiyan Kulübüdür, Avrupa Birliği ayrı bir medeniyettir. Türkiye’nin burada yeri yoktur’. Bütün bunlar söylenilmesine rağmen, maalesef, bizde tam tersine, bütün gözler kapalı tutuldu ve Avrupa Birliği’ne gireceğiz, gireceğiz arzuları yine dile getirildi.



Son Gümrük Birliği’ne girişte ise yine aynı oyun oynanıldı ama Türkiye, maalesef, yine bunu göremedi. Hatırlayacaksınız, biz Gümrük Birliği’ni çok tartıştık, tenkit ettik ve ‘Gümrük Birliği alsında Türkiey’yi Avrupa Birliği’ne almamamın bir mekanizması olacaktır. Türkiye, Gümrük Birliği’ne alınacaktır ve orada dondurulacaktır. Avrupa, Türkiye’yi ne Avrupa Birliği’nin yörüngesinin dışında bırakmak istemektedir ne de içine almak istemektedir’ diye karşı çıkmıştık. Ama, o zaman bizim bütün bu tenkitlerimiz Avrupa düşmanlığı olarak hep ortaya atılmıştı.



Türkiye onurlu olarak hareket etmelidir. Dalgalanmalarla, tehditlerle, şantajlarla, duygularla da dış politikanın olmayacağını bilmek gerekir. Türkiye’ye de bu yaraşır.



Bugün, Türkiye’de bir dış politika strateji yoksunluğu söz konusudur. Günübirlik olarak hareket edilmektedir.”



****



Tarih 07.10.1998



Konu: Türkiye-Suriye ilişkileri ve Suriye’nin PKK’ya destek verdiği iddiaları…



“Bölücü terör örgütünün yok edilmesi için, onun lojistik ve politik desteklerinin, ne pahasına olursa olsun bitirilmesi gerekir. Bu konuda öncelikle yoğun bir diplomatik ve psikolojik hareket yapılmalıdır. Başta müttefikimiz olmak üzere, tüm dünyaya, Türkiye’nin başındaki bu bela anlatılmalı ve muhakkak destek sağlanmalıdır. Türkiye, böyle haklı bir davasında kesinlikle yalnız başına bırakılamaz. Şayet bu konuda bile müttefikleri Türkiye’ye açık destek vermekten kaçınıyorsa, Türkiye dış politikasını yeniden gözden geçirmek zorundadır. Yalnız kalmışçasına, sadece ülke içerisinde kampanya yapmak, Türkiye gibi bir çok müttefiki olan ve karşılıklı sorumlulukla imza atmış ülkelere kesinlikle yakışmayacak davranışlardır.”



****



17.02.2004



Konu: Kıbrıs konusunda genel görüşme açılmasına ilişkin önergenin görüşülmesi.



“Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin 1 Mayıs 2004 tarihi itibariyle Avrupa Birliğine üye olmasının, başta Kıbrıs sorunu olmak üzere, Türkiye’ye ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerine olumsuz etkilerde bulunması kaçınılmazdır. her şeyden önce, Rum liderliği, Avrupa Birliği içerisinde, Kıbrıs sorununu kendi tezleri doğrultusunda çözümlemek ve Kıbrıs Türk Halkını Avrupa Birliği potası içerisinde eritmek yollarını arayacaktır, esas tehlike de buradadır.



Biz, bütün bu çalışmalara başlarken, Bakanlık olarak, 2004 yılının kritik yıl olduğunu görüp, yani Rum Kesiminin tek başına Avrupa Birliğine girmek üzere olduğunu görünce ve bunu engellemeye hiç kimsenin de gücünün olmadığı açıkça ortaya çıkınca, o zaman oturduk, ciddi ciddi çalışmalar yaptık, alternatiflere baktık, Kıbrıs Türk toplumunun yapısını inceledik –bunların hepsini yakından takip ediyorsunuz- bunun ortaya çıkaracağı olumsuzlukları konuştuk. Hiç tanımadığımız bir ülke, Avrupa Birliğinin tam üyesi olacak ve bizim de bu toplulukla ilişkilerimiz devam edecek. Ya Avrupa Birliği ile ilgili bütün beklentilerimizi ve iddialarımızı bırakacağız veyahut da Avrupa Birliğiyle temaslarımıza devam edeceğiz. Gün gelecek, karşımızda, toplantıların Başkanı Rum olacak. Gün gelecek, Avrupa Birliğinden Türkiye’ye gelen heyetlerin Başkanı Rum olacak. Gün gelecek, Avrupa Savunma ve Güvenlik Politikasında Türk askeri ve Rum askeri beraber olacak. Tabii, bütün bunların çıkaracağı inanılmaz sorunlar vardı.



Diğer taraftan, Türk kesimine baktığımızda, Türk kesiminde de Avrupa Birliği’nin cazibesi karşısında inanılmaz bir durum sözkonusuydu. Yapılan son seçimde bu konunun ne kadar gündeme geldiğini ve orada, neticede, halk tarafından da ne kadar destek gördüğünü hep beraber gördük. Dolayısıyla bütün bunlar dikkatli bir şekilde çalışılarak bu noktalara gelindi.



Esas tehlike buradadır dedim. Esas tehlike, Rum kesiminin tek taraflı olarak Avrupa Birliğine girmesi ve planları da, dışarıda kalan Türk kesimini eritmek için her şeyi yapmalarıdır. Aslında bunu en iyi ifade eden Yunanistan Başbakanı Sayın Simitis olmuştur. Simitis, Ada’yı ziyaret ettiğinde aynen şunu demiştir. “Enosis gerçekleşiyor”. “Enosis, yirmi sene önce başka türlü gerçekleşebilirdi, bugün başka türlü gerçekleşebilir. Bugünkü gerçekleşme şekli, Rum tarafının bütün Adayı temsil ediyor gibi Avrupa Birliğine girmesi ve Avrupa Birliğinin cazibesi adı altında, Türk kesimini eritmek için her türlü şeyin yapılmasıdır. Buna da Türk kesiminin ne kadar açık olduğunu herhalde herkes görüyordur.



Bu milli bir meseledir. Bu meselenin bu sene çözümlenebilmesi için bizi siyasi irade almaya sevk eden konu, Rum tarafının tek başına Avrupa Birliğine girmesi ve girdikten sonra ortaya çıkacak büyük problemlerdir. Bu, bir taraftan, Kuzey Kıbrıs Rum Cumhuriyetindeki Türk vatandaşlarının eritilmesidir- ki, Simitis, bunu ‘Enosis gerçekleşiyor’ diye duyurmuştur; eğer o şekilde işleseydi- diğer taraftan da, Türkiye ve Avrupa Birliği ilişkileri açısından ortaya çıkacak durumlardır.



****



Ne diyelim, ‘karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar”…



Yayın Tarihi : 17 Ekim 2005 Pazartesi 01:02:47


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?